Özgürlük, zihnimizde ve dilimizde olan ama genellikle ne olduğunu bilmediğimiz bir kavram. Çünkü bilincin şekillendirmediği özgürlük, aslında hayalden ibaret. Çünkü yabancılaşma özgürlüğün önünde en büyük engeldir.
Hayata yabancılaştığımız ölçüde özgürlüğü de adım adım yitirmiş oluyoruz. O artık güzel bir adı ve kokusu olan afilli bir şeye dönüşüyor. Yani şu çok moda olan bilmem ne sözlüklerindeki entrilere benziyor. “Adı olup tadı olmayan şey, var olduğunu sandığımız ama en çok manipüle edildiğimiz kavram” gibi.
Bu hafta biraz sulu başladık ama yazı bizi nereye götürürse. Belki böyle daha iyi anlaşılır. Çünkü özgürlüğün ne olduğunu bilmek için de özgürlük şart. Bugün kendimize ayırabildiğimiz zaman ne kadar? Ne kadar kendimiz gibi kalabiliyoruz. Bilincimizi şekillendiren koşullar ne? Sağlıklı bilgiye ne kadar ulaşabiliyoruz? Ulaştığımızda onu ifade edecek koşullar var mı? Aç milyonlarca hatta milyarlarca insanın kölece çalışma ya da açlıktan ölme seçeneklerinin adı özgürlükse özgürlük o kadar iyi bir şey mi? İnsanı köleleştirme özgürlüğünün olduğu yerde özgürlük iyi bir şey mi? Yok hayır, özgürlük düşmanı değilim. Özgürlüğün içindeki özü arıyorum.😊
Bize sürekli pompalanan liberal özgürlük anlayışının aslında yabancılaşmanın ve esaretin kendisi olduğunu söylemeye çalışıyorum.
Çünkü kendimize ait olduğunu düşündüğümüz zamanlar bile özgür zamanlar değil genellikle. Mesai dışı zamanları düşünelim. Hadi ek mesai yapma ihtimali olanları bir anlığına düşünmeden. Kültürel, sosyal faaliyetlere erişmek ateş pahası. Geriye sanal dünya kalıyor. Sürekli bir kirli bilgi akışının ortasında serseme dönüyoruz. Bilginin görünürlüğü ve bilgiye ulaşma özgürlüğü bilişim tekellerinin algoritmalarının insafına kalıyor. O da yetmezse kritik zamanlarda daraltılı veren bant kendini hatırlatarak bilgiye erişimi tamamıyla engelliyor. Zaten herkesin bildiğini herkese anlattım. O zaman biraz da bilgiye erişimde herkesin bilmediği, merak etmediği hatta öyle bir problemin var olacağını bile düşünmediği bir erişim sorunundan söz edeyim. Körler ya da farklı yeti çeşitlilikleri olanlar bilgiye ve sanal dünyaya ne kadar özgürce erişiyor. “Her şey bitti de o mu kaldı” diyecek zevzeklere doğal bant daraltması uygulayarak anlatalım.
Hadi yine çocukluğuma inerek anlatmaya başlayayım. İlkokula başladım. Bilin bakalım ne yoktu? Braille hikaye kitabı. Braille alfabesinin bulunuşu üzerinden yüzlerce yıl geçmişti ama yoktu. Çoğu zaman dediğim gibi şansım annemdi. Yine orada bana ve akranlarıma şans oldu. Hikaye kitaplarının bazılarını, gönüllü olarak kör bir öğretmenle birlikte Braille aktardı.
Annem okudu, öğretmenimiz Braille daktilo ile yazdı. Yani şansa bir hikaye kitabımız oldu. Lise yıllarımızda zaten Braille ders kitabına ulaşmak mümkün değildi. Gerçi şimdi de tam anlamıyla mümkün değilmiş. Eğitimde Görme Engelliler Derneği (EGED) Braille ders kitaplarının zamanında gönderilmesi için kampanya düzenliyor.
Tabii bilgiye erişme özgürlüğümüzün sınırı ders kitaplarından ibaret değildi. Altı Nokta Kütüphanesi’nde sesli ve Braille kitaplar vardı. İmkanlar doğrultusunda geniş bir kütüphaneydi. Sınırlıydı yine de. Çünkü bu bir derneğin ya da kurumun tek başına üstesinden gelebileceği bir iş değildi. Evet okuyabiliyorduk ama elde olanı. Merak ettiğimiz birçok yayını kendi çabalarımızla okumaya çalışıyorduk. Bunun nasıl bir hak gaspı olduğunu yaşayan bilir. Yaşayan biliyor ki hâlâ bu sorun çözülmedi ve çözümü için körler uğraşıyor.
Hiçbir akranımız tarayıcı kullanmazken hatta tarayıcının ne olduğunu bilmezken, bizler sayfalarca kitap taramak zorunda kaldık ve kalıyoruz. En son Ankara Barosu’nda kütüphanenin körlere hizmet veren kısmı fiilen devre dışı bırakılmıştı. Kütüphaneler çoğaldı GETEM, TURGOK gibi geniş kütüphaneler oluştu. Sorun yine de çözülmedi. Hâlâ yeni çıkan kitaplara herkesle aynı anda erişemiyoruz. Bu konuda bağlayıcı olan Marakeş Sözleşmesi’nin imzalanmasına rağmen hâlâ yeni çıkan kitaplara ve güncel dergilere erişilebilir formatlarda ulaşamıyoruz.
İnternette erişilebilir olmayan site ve uygulamalar nedeniyle ekstra efor sarfetmek zorunda kalıyoruz. Bu çağda buton etiketlemek gibi kolay çözümleri bile uygulamadıkları için hangi buton nereye götürüyor bilmiyoruz. Sürekli görsel çekicilik adına site ve uygulamalarda düzenleme yapılıyor ama bu düzenlemelerde erişilebilirlik gözetilmediği için çalışan uygulama da bozuluyor. O nedenle bir gün önce kolayca işlem yaptığımız bir site ya da uygulama ertesi gün tamamen erişilmez olabiliyor. Hatta erişilebilir olmayan butonları yapay zekaya betimletmek gibi yaratıcı yönümüz gelişiyor. Uygulamaları erişilebilir kullanabilmemiz yazılımcıların insafına kalıyor. Zaten denetleyen de yok. Hani bir sabah kalkıyorsunuz elektrik ya da internet yok ya işte o an hissedilen duyguyu biz her uygulama güncellemesinde hissediyoruz genellikle. Bir anda okuyabildiğimiz haberi okuyamıyor, alışveriş yaptığımız mobil uygulamadan alışveriş yapamıyor, dün kullandığımız banka uygulamasını bugün kullanamıyoruz.
Yani gözetilmeyen kapsayıcılık birçok alanda özgürlükleri kısıtlıyor. Bu yazının sonunda nasıl olmalı olayına girmeyeceğim. Yeterince söylüyoruz. Bazı gerçeklikler sözlerden daha etkilidir. Bu yazıya Paul Eluard’ın “Ey Özgürlük” şiirinden bir bölüm koyacaktım. En köklü gazetelerden birinin sitesinde çıktı karşıma. Adına gazete demesem de günlük gazete olduğu için ilk internet kullanmaya başladığımda okuduğum bir gazeteydi. O zaman web erişilebilirliği falan bilmezdim. Bugün girdim sitesine ve hâlâ erişilebilir değil. Bilerek o siteden denemiştim. Başka siteden de almadım özellikle. Anlaşılır belki. Belki bir gün hayatın her alanını eşit ve erişilebilir kıldığımızda hep birlikte söyleriz. “Ey özgürlük”
(BS/HA)