Çözümlerin çoğunlukla IMF ve Dünya Bankası politikaları çerçevesinde konuşulduğu günümüz Türkiye'sinde; Prof. Dr. Yeldan, "yapılması gerekenlere" çok daha farklı bir yerden bakıyor... Ve emek yanlısı program önerilerini şöyle sıralıyor:
* Kısa vadeli yabancı sermaye girişleri, uluslararası deneyimlerde etkisi ve başarısı sınanmış araçlarla kontrol altına alınmalı; ulusal ekonominin yatırım öncelikleri, uluslararası kısa vadeli sermayenin spekülatif giriş çıkışlarına dayalı konjonktürel ve sanal büyüme-kriz sarmalına terk edilmemelidir. Ulusal ekonomiden sermaye çevrelerine aktarılan ve reel olarak %30'lere ulaşan spekülatif arbitrajın önüne geçilmeli ve Merkez Bankası'nın ulusal tasarrufların arttırılması ve yatırımların stratejik önceliklerine göre yönlendirilmesi işlevinde bağımsız döviz kuru ve faiz politikası izleme olanağı geliştirilmelidir;
* Kamu kesimi reformu, vergi gelirlerinde etkinliği arttırıcı tedbirler içermeli ve sermaye gelirlerinin vergi havuzuna katkısını arttıracak biçimde tabanı genişletilmelidir ;
* KİT sistemi bir an önce yeni yatırımlarla çağdaş teknoloji ve yöneticilik anlayışına kavuşturulmalıdır. Bir rant transferi olarak işleyen ve sermaye kesiminin vergilendirilmesine bir alternatif olarak düşünülen çarpık özelleştirme uygulamalarından vazgeçilmelidir;
* Kamu kesiminin büyüklük hedefi belirlenirken kamu yatırımları ile özel sektör yatırımları arasındaki tamamlayıcılık ilişkisi göz önünde bulundurulmalı ve kamu kesiminin yatırım potansiyeli "devleti küçültme" doğmasına feda edilmek yerine, ekonominin stratejik büyüme hedeflerine göre saptanmalıdır;
* Yurt içi borç stokunun mali sisteme ve giderek tüm reel ekonomiye olan yükünü azaltmak için Hazine, Merkez Bankası ve bankacılık kesimi arasında, borcun vadesini uzun döneme yayan ve bu borcun reel faiz yükünü düşüren bir düzenlemenin (konsolidasyonun) yöntemleri araştırılmalıdır. İç borcun konsolidasyonu ancak sermaye hareketleri üzerine getirilen kontroller ile birlikte ele alınabilir. Bu seçenek dışında 2001'i orta-uzun dönemde yeniden istikrarlı büyüme patikasına dönüştürecek başka bir çıkışın olmadığı bilinmelidir;
* Dış ticaret politikaları selektif ve stratejik kalkınma hedeflerine uygun olarak yeniden yapılandırılmalı; topyekün bir açık ekonomi uygulaması yerine, ulusal ekonominin sanayileşme ve stratejik girdi ve teknoloji transferi hedeflerini gözeten bir programa kavuşturulmalıdır .
Makalenin tamamı
Yukarıdaki bölümü Prof. Yeldan'ın "Uluslararası Sermaye Hareketleri ve Krizin Yapısal Dayanakları " başlıklı makalesinden aldık . Prof. Yeldan'ın Emek Platformu'nun Alternatif Politikalar Sempozyumu'na sunduğu makalenin tamamı ise şöyle:
"Türkiye 2001 yılının ikinci çeyreğine yeni bir iktisadi kriz dalgası altında girdi. 14 ay boyunca uygulanan "enflasyonu düşürme ve istikrar" programı 21 Şubat itibariyle iflas etti. İstikrar arayışları ise sil baştan ekonominin yeni patronuna, Dünya Bankası Başkan Yardımcılığından apar topar yurda çağırılan Kemal Derviş'in bakanlığındaki yeni bir kadroya emanet edilmiş bulunuyor. Aslında Türkiye ekonomisi temel dengelerini 1990'ların başından itibaren yitirmiş gözükmekte ve gittikçe şiddetlenen bir bunalım süreci yaşamakta. Söz konusu bunalım sürecinin en belirgin özelliklerinin ise büyüme ve daralma aralıklarının giderek sıklaşması ve salınımlarının giderek açılması olarak belirleniyor. Nitekim, 1998'in ilk çeyreğinden itibaren gözlenen son 12 çeyrek-dönemin yedisinde ulusal gelirin daralma yaşamış olduğu (negatif büyüme hızları sergilediği) ve "istikrarsızlık-kriz-yapay büyüme-istikrarsızlık" sarmalında bir kısır döngü içine itilmiş olduğu görülmekte.
Söz konusu kriz sürecinin yapısal kaynakları doğrudan doğruya IMF-destekli, neo-liberal istikrar politikalarına dayanmaktadır. Türkiye gibi kapitalistleşme sürecine çarpık, denetimsiz ve eksik rekabetçi piyasa koşullarında eklemlenen çevre (peripheral) ekonomilerinde piyasa güçlerine dayalı istikrar arayışları giderek kırılgan bir yapı yaratmakta ve özü itibariyle dengesizlikler içermektedir. Bu tartışmanın ana çizgilerini vurgulamak için öncelikle Bağımsız Sosyal Bilimciler - İktisat Grubu diye anılan bir grup akademisyenin Mart ayı başında yapmış olduğu temel bir gözlemi dile getirmek uygun olacaktır:
Süreklilik kazanan bunalım, hükümetlerin sadece son bir kaç yılda uyguladıkları "yanlış" tedbirlerin ya da "teknik hatalarının" değil, 1980'den bu yana uygulanan ve ulusal ekonominin dengelerini denetimsiz ve yönlendirilmemiş piyasa güçlerine terketmeyi amaç edinmiş olan neo-liberal politikaların bir sonucudur. 1998'in ikinci yarısından itibaren derinleşen ekonomik kriz, bir yandan 1998 Asya ve Rusya krizleri gibi dışsal şokların, bir yandan da 1990'lar boyunca sürdürülen dışa bağımlı, yapay büyüme stratejisinin ve çarpık toplumsal bölüşüm ve birikim mekanizmalarının artık tıkanmış olduğunu belgelemektedir. Devlet, özellikle 1990-sonrası yıllarda ulusal ekonominin yönlendirilmesi işlevini tamamen yitirmiş ve bir topyekün reform statejisi ile makroekonomik istikrarı yeniden oluşturabilmek yerine, ekonominin birikim önceliklerini doğrudan doğruya kısa vadeli dış sermaye girişlerinin özendirilmesine dayandırarak, kısa süreli ve yapay büyüme kazanımları üzerine kurmayı tercih etmiştir. Bu tercih, ulusal ekonomiyi tamamen konjektürel ve dışsal olgulara bağımlı hale getirmiş ve ekonominin kısa çevrimli, mini büyüme-kriz-istikrar sarmallarına sokulmasına neden olmuştur. Bu süreçte kamu kesimi borç servisi yükü sürdürülemez boyutlara ulaşmış; kamu kesimi tasarruf ve yatırım yapamaz hale gelmiş; özel sektör birikim tercihleri giderek reel üretici sektörlerden uzaklaşarak, spekülatif rantiyer-tipi birikim alanlarına yönelmiş; ve işgücü piyasalarında marjinalleşme ve kuralsızlaştırma artarken, toplumsal gelir dağılımı da ciddi biçimde bozulmaya itilmiştir.
Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu kriz sürecini birbirinden bağımsız, rastgele olaylar ve yanlış teknik iktisadi politikaların sonucundan ibaret olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Gerçekte söz konusu kriz, Türkiye ekonomisinin son yirmi yıldır içinde bulunduğu yapay büyüme-istikrarsızlık-daralma döngüsünün bir sonucu olarak, ulusal ekonominin serbestleştirilmesi yönünde yapılmış olan zamansız, denetimsiz ve başına buyruk politika dönüşümlerine bağlıdır.
Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi
Türkiye Ekonomisinin 1980'den başlayarak içine girdiği dönüşümün gerçekçi bir analizini ancak küreselleşme olgusu içinde ele alarak yapabiliriz.. Burada söz konusu olan "küreselleşme" olgusunu, en geniş anlamıyla, ulusal ekonominin dünya piyasalarıyla eklemlenmesi ve bütün iktisadi göstergelerin ve karar süreçlerinin giderek dünya piyasalarının dinamikleriyle belirlenmesi olarak tanımlamaktayız. Bu olgu, gerçekte dünya kapitalizminin doğuşundan beri ayrılmaz bir parçası olmasına karşın, özellikle 1970'li yıllardan itibaren giderek hız kazanmış ve elektronik ve bilgi işlem teknolojilerindeki gelişmeleri de arkasına alarak tüm dünyanın tek bir pazara dönüştürülmesine yönelmiştir.
Ekonomik ilişkiler açısından küreselleşme sürecinin temelde iki unsurdan oluşmakta olduğunu görmekteyiz: (i) ulusal mal, hizmet ve finans piyasalarının serbestleştirilmesi; ve (ii) uluslararası sermaye akımlarının önündeki tüm idari ve yasal düzenlemelerin kaldırılarak, ulusal üretim ve emek piyasalarının kuralsızlaştırılması (de-regulation). Bu anlamda, küreselleşmenin ekonomik boyutu sermayenin karlılığını tek başarı göstergesi olarak görmekte ve ekonomik karın realizasyonu önündeki her türlü toplumsal, idari ya da kültürel kısıtlamayı "akıl dışı", ya da "çağdışı" olarak nitelendirmektedir.1 Küreselleşme ideolojisinin ardında yatan mantık kurgusu bakımından, sermayenin karlılığı etkin (verimli) kaynak dağılımının sağlanmasının dolayısıyla ekonomik refahın arttırılmasının, biricik koşuludur. Bu koşulun sağlanması ise ancak ve ancak tümüyle kuralsızlaştırılan, "serbest" pazar ekonomisinden geçmektedir.
Bu kurgu altında eğitim, sağlık ve sosyal alt-yapıya ait her türlü yatırım da tüm diğer yatırım harcamaları gibi, pazar ekonomisinin arz ve talep sinyallerine ve finansal maliyet zarar hesapları açısından değerlendirilmektedir. Böylece ulusal devletin bu alanlarda karlılığı ön koşul olarak görmeyen tüm girişimleri "verimsiz" olarak nitelendirilmekte ve sosyal altyapı giderek piyasa fiyatlarında maliyetlendirilmek suretiyle özelleştirilmesi öngörülmektedir.
Dolayısıyla, dünya ekonomilerini tek bir pazara dönüştürerek, karlılığını yükseltmeyi arzulayan sermaye için artık iki adet stratejik hedef söz konusudur: ulusal devletin denetim gücünün sınırlandırılması ve emek örgütlerinin kazanımlarının kaldırılması. "Küreselleşme" ve "emek piyasalarının esnekleştirilmesi" türünden kavramlar da aslında bu sürecin ideolojik unsurlarını oluşturmaktadır.
Bu anlamda Türkiye'de yaşanan 1980-dönüşümü, sadece ticaretin serbestleştirilmesi, döviz kuru ve faiz oranlarının belirlenmesinin piyasa güçlerine bırakılması ve mali piyasaların serbestleştirilmesi olgularından ibaret basit bir iktisadi dönüşüm değildir. Bu dönüşüm aynı zamanda ulusal ekonominin birikim ve bölüşüm ilişkilerini de derinden etkilemiş ve iktisadi artığın (ve sermaye kesimi gelirlerinin) yaratılması ve yeniden dağıtılmasına yönelik bölüşüm ilişkilerinin yeniden yapılanmasına yol açmıştır. Bu süreçte, 1960'lar ve 70'ler boyunca yurt-içi talebe dönük ve dış ticarette koruma rantları ile beslenen ulusal sanayiinin öngördüğü iktisadi artık biçimleri nitelik değiştirmiş; ve giderek, devletin daha aktif bir biçimde düzenleyici olarak rol aldığı, daha dolaylı transfer ve kaynak aktarımı ilişkilerinin devreye sokulduğu bir bölüşüm ve birikim modelini gerçekleştirmiştir. Bu arada devlet aygıtı da gerek iktisadi işlevleri, gerekse idari etkinliği açısından yeniden biçimlendirilmiştir.
Özetleyerek vurgulamak gerekirse, 1980-sonrasında devletin iktisadi yaşamdaki konumu artık üretici veya yatırımcı değil, düzenleyicidir. Devlet, bu dönemde iktisadi artığın sermaye kesiminde birikimini sürdürebilmesi için bir dizi idari ve iktisadi müdahaleye olan gereksinimi yerine getirmiş ve toplumsal gelir dağılımının ana unsurlarının yeniden düzenlenmesi alanında aktif bir rol üstlenmiştir. Kamunun vergi ve (iç) borçlanma sistemi, (merkezi ve yerel) konsolide bütçesi, ve sosyal güvenlik ve KİT fiyatlama sistemleri bu dönüşümün araçları olarak kullanılmıştır. Bu sürecin maliyetleri ise kamu kesiminde ve giderek tüm ulusal ekonomide makro dengelerin bozulması, yüksek enflasyon ve yüksek reel faiz ile kendini göstermektedir.
İşte Aralık 1999'da somutlanan "enflasyonu düşürme ve yapısal reform" programı da böyle bir kurgunun yansımasıdır.
2000-Enflasyonu Düşürme Programının Ana Unsurları
Aralık 1999 Niyet Mektubu ile somutlanan 2000-Enflasyonu Düşürme Programının genelde üç ana başlık üzerine inşa edildiği görülmektedir: (i) kamu kesimi (maliye) reformu; (ii) döviz kuru nominal çıpasına dayalı para programı ve (iii) sosyal güvenlik, özelleştirme ve tarım kesimine yönelik yapısal nitelikli dönüşümler. Dolayısıyla, planlanan uygulamalar sadece "enflasyonu düşürme" hedefi ile sınırlı olarak kalmamakta, bunun çok daha ötesinde, bir yeniden yapılanma içine girerek, ulusal ekonomide kalıcı dönüşümleri amaçlamakta ve bir anlamda devletin toplumsal sınıflar ile olan tarihsel taahhütlerini yeniden gözden geçirmeyi de hedeflemektedir.
Özetleyecek olursak, bu program çerçevesinde devlet bir yanda tarım ve emek kesimi ile olan teşvik, destekleme ve emeklilik fonu gibi sosyal-siyasi geleneklerini yeni bir yapıya kavuşturmayı amaçlarken, bir yandan da kamu maliyesi ve para otoritelerinin teknik işlevlerini ve sorumluluklarını sınırlayarak, ulusal mali ve finans piyasalarını tamamen dış sermayenin denetimine açmaktadır. Böylesi kapsamlı bir "istikrar" programı önerisinin salt enflasyonla mücadele sonuçları ile sınırlı kalmayacağı, bir yandan da ekonomide yeni bir birikim modeli ve bu modele koşut yeni bir toplumsal bölüşüm deseni yaratacağı açıktır.
Para Arzı Ayarlama Sistemi ve Döviz Kuruna Dayalı Dez-Enflasyon
Program, para arzının belirlenmesinde ve dış dengenin sağlanmasında "ödemeler dengesi sistemine parasalcı yaklaşım" ilkesini benimsemekteydi. IMF yönlendiriciliğindeki istikrar programlarının hemen tümüne kuramsal temel oluşturan bu yaklaşıma göre, dışa açık bir ekonomide döviz kuru satın alma paritesinde dengeye kavuşmak için sürekli devinim halindedir. Bu dengeye ulaşabilmek için de para arzı piyasa güçleri tarafından içsel olarak belirlenmektedir.
Bu önermeden yola çıkarak programda öncelikle 1US$ artı 0.77 Euro'dan oluşan bir sepet yaratılmış ve bu sepetin günlük aşınması 2000 yılı sonuna dek Merkez Bankası'nca belirlenerek %20 oranında değer yitirmesi planlanmıştı. Günlük döviz kuru sepeti ayarlamalarının da her ay içerisinde sabit kalması öngörülmüştü. Böylelikle program boyunca para arzındaki genişleme doğrudan doğruya piyasa güçlerine terk edilecek ve enflasyonist baskıların hafifletilmesi sağlanacaktı.
Ulusal mali piyasalarda para arzını denetleyebilmek için Merkez Bankası'nı bir "para kurulu" idaresine dönüştüren bu modelin kuramsal temelleri 19. yy.'ılın reel para doktrinine dayanmaktadır. Uluslararası ticarette finansal sermaye hareketlerinin görece sınırlı olduğu bir ortamda geliştirilmiş olan bu doktrine göre, ihracat sonucu elde edilecek döviz gelirleri doğrudan doğruya parasal tabanın genişlemesine yol açmaktadır. İhracat malları üretimi için ekonominin reel sektörleri para talebi yarattığı sürece söz konusu parasal genişlemenin enflasyonist etkileri olmayacaktır. Dolayısıyla, para arzının genişlemesi, sadece yurt dışından döviz girdisine bağlanırsa, enflasyonist eğilimlerin de önüne geçilmiş olacaktır.
Ancak, söz konusu doktrin daha çok mal ve hizmet ihracatı sayesinde kazanılan dövizleri odak noktası olarak ele almaktadır. Spekülatif sermaye hareketlerinin son derece akışkan olduğu günümüz finans dünyasında bir ekonominin tüm parasal tabanını dış dünyanın kısa dönemci, spekülatif nitelikli sermaye giriş-çıkışlarının denetimine bırakmak ise son derece tehlikeli bir girişimdir.
Nitekim, Türkiye ekonomisinin son yirmi yıllık deneyimi, denetimsiz, yönlendirilmemiş ve başıboş piyasa güçlerinin ne döviz kurunda, ne de faiz oranlarında istikrarlı dengeyi sağlayamadığını belgelemektedir. Bilindiği gibi, Türkiye ödemeler dengesinde sermaye hareketlerini 1989 yılında 32 Sayılı Kararname diye bilinen bir politik adım ile bütünüyle serbestleştirmiş durumdadır. Böylece dış sermaye hareketleri üzerindeki bütün kontroller ve denetim kaldırılmış ve Türk finans piyasaları kısa vadeli sıcak paranın spekülasyonuna açılmıştır. Bu yapı altında ulusal piyasalarda Merkez Bankası'nın döviz ve faiz kurunu birbirinden bağımsız biçimde birer politika aracı olarak kullanabilme olanağı yitirilmiş ve ulusal finans piyasaları kısa vadeli spekülatif yabancı sermaye hareketlerinin denetimi altına girmiştir. Bu finansal yapı, ekonomiyi doğrudan doğruya yüksek faiz ve TL'yi yapay olarak değerli kılan bir döviz kurunun cenderesinde tutmaktadır. Bu olgu karşısında, ulusal Merkez Bankası para politikasını sürdürebileceği araçlar üzerindeki denetimini kaybederek, döviz rezervlerini idare eden bir "muhasebe kuruluşu" konumuna indirgenmiş haldedir.
Merkez Bankası kaynaklarından elde ettiğimiz verilere göre, örneğin bankacılık kesiminin dış kredi brüt giriş hacmi ayda ortalama 10 milyar dolar civarında seyretmektedir. Spekülatif olarak sürekli devinim içinde seyreden bu tür işlemlerin yıllık bazda hacminin 1993 ve 1999'da 120 milyar doları aştığı görülmektedir. 2000 yılının ödemeler dengesi istatistiklerine ait ilk sonuçları, bankacılık kesiminin yurt-dışından almış olduğu kredi hacminin baş döndürücü bir boyutta olduğunu ve 209 milyar dolara ulaştığını göstermektedir. 2000 yılının geçici ilk sonuçlarına göre bankacılık kesminin geri ödediği kredi hacmi 204 milyar dolardır. Diğer bir ifadeyle, ulusal piyasalarda reel faiz-kur aşınması arbitrajına dayanarak 2000 yılı içinde "döndürülen" sıcak para işlem hacmi, gayrı safi ulusal gelirin, yani Türkiye'nin mal ve hizmet üretiminin yıllık toplamını aşmaktadır. Böylesi bir işlem hacmini niteleyebileceğimiz tek sözcük, ulusal ekonominin spekülatif bir saldırı altında kaldığı ve reel üretim ve yatırım kararlarında son derece büyük bir belirsizlik ve istikrarsızlık tehdidi oluşturduğudur. Bu haliyle kısa vadeli sermaye giriş ve çıkış işlem hacminin büyüklüğü karşısında ulusal mali piyasalar bağımsızlığını yitirmekte ve özgün gelişim olanakları ortadan kalkmaktadır.
2000-Dez-Enflasyon Programı Türk Mali Sisteminde Kırılganlığın Artması Sonucunu Doğurmuştur
Bu verilerden görülebileceği üzere, program gerek ekonomik büyümenin birikim kaynaklarını, gerekse mali piyasalardaki likidite gereksinimlerini doğrudan doğruya uluslararası finansal sermaye akımlarının spekülatif girişlerine dayandırma yönündeki tercihi sürdürmekteydi. Dolayısıyla Türkiye ekonomisinde 2001 Şubat ayında bir finansal krizin yapısal koşulları ve öncül göstergeleri zaten kendini açıkça belli ediyordu. Bankacılık kesiminde yeterli döviz fazlasının olmadığı ve faiz-kur makasına dayalı spekülatif nitelikli sermaye girişleriyle sürdürülen bu yapının piyasalarda güvensizliğin yaygınlaştığı bir ortamda aniden bir panik havasına yol açması kaçınılmazdı.
Kasım 2000'de patlayan uyarı krizi, Şubat 2001'de de daha derin bir spekülatif saldırı altında döviz kuru çıpasının ve para programının sürdürülemeyeceği gerçeğini gözler önüne sermiştir. Gerçekten de Merkez Bankası'nın bu türden bir spekülatif atak karşısında hiçbir savunma mekanizmasının olmaması, programın da en kırılgan noktasını oluşturmaktaydı. Döviz kuru sepetinin bir takvim altında sabitlenmesi ve bağımsız para politikalarının uygulanma olanağının, MB'na getirilen kısıtlamalar ile ortadan kaldırılması sonucunda ulusal ekonominin spekülatif döviz giriş çıkışları karşısında hiç bir denetleme ve yönlendirme olanağı bulamayarak, başıboş bir ortamda dengesizliğe sürüklenmesi kaçınılmazdı. Bu anlamda 1999 Aralık tarihli Niyet Mektubu'nda somutlanan program aslında sadece bir enflasyonu düşürme programı olarak kalmakta, bir istikrar programı olma niteliğini ise taşımamaktaydı. Bilakis, program ulusal ekonominin para piyasalarına ve dış dengelerine enjekte ettiği istikrarsızlık unsurları sayesinde zaten kırılgan olan makroekonomik yapının istikrarsızlığını daha da arttırmış olmaktaydı.
Yeni Yapısal Uyum ve İstikrar Programı Neyi Hedeflemekte?
Türkiye 2001'in ikinci çeyreğine "yeni" bir istikrar programı altında girmenin hazırlığını yapıyor. Ancak, planlanan "yapısal reform" söylemlerinin yukarıda vurgulanan kırılgan yapıya hiç dokunmayacağı ve giderek reel üretici sektörlerden uzaklaşarak, spekülatif birikim alanlarına yönelmiş olan özel sektör birikim tercihlerinin yeniden sanayileşme ve sağlıklı büyüme rotasına çevirmekten uzak kalacağı ne yazık ki çok açık olarak görülebilmektedir. Bu yönelimin bir uzantısı olarak devletin de, normal vergi gelirleri ve/veya harcama sistemi üzerine yapacağı radikal bir reform ile makro dengelerini sağlamak yerine, doğrudan doğruya kamu mallarının özelleştirilmesi (satışı) yoluyla gelir yaratmayı amaçlamakta olduğu görülmektedir.
Bu anlamda öngörülen "yeni istikrar programı" da, aynı öncekinde olduğu gibi, ulusal ekonominin öz kaynaklarını küresel sermayenin spekülatif kazanç alanına çekme hedefini sürdürmektedir. Ulusal ve uluslararası sermayeye doğrudan doğruya rant aktarımına yol açan ve bir dizi hukuksal sakatlık ve yolsuzluk öğeleri içeren bütün bu çabalar ise kamuoyuna "yapısal reform" söylemi altında sunulmaktadır. Bu aşamada "enflasyonu düşürme" vahim bir saptırmaca içermekte ve bu stratejik dönüşüme kamuoyu karşısında meşruiyet kazandırma işlevi görmektedir.
Program, "yapısal reform" propogandası altında ulusal ekonominin bir dizi stratejik üretim tesisini doğrudan doğruya yabancı sermayeye aktarımını amaçlamaktadır. Bu hedef doğrultusunda, mevcut yasalara ve öncelikle Anayasa hükümlerine aykırı olarak, Türk Telekom'un %51 hisselerini blok olarak özelleştirme kapsamına almakta ve alel acele uygulamaya geçmeyi bir "performans kriteri" olarak kamuoyuna sunmaktadır. Bunun yanında şu anda dünyanın en büyük 7. filosuna sahip olan Türk Hava Yolları; dünya bor üretiminin üçte birini sağlayan Etibor İşletmeleri; ve gene ulusal ekonomide stratejik enerji kaynaklarının başında yer alan devlete ait enerji üretim santralleri ve dağıtım şirketleri özelleştirme kapsamında doğrudan doğruya uluslararası tekellere devredilmeye hazırlanmaktadır. Program, bu girişimlerin yanında dış ticarete ilişkin tedbirlerde de bağımsız ticaret politikalarının önünü sınırlamaya yönelmektedir. Örneğin, Aralık 1999'da verilen ilk Niyet Mektubu'nda dış ticarete ilişkin şu taahhütler yer almaktadır: "Hükümet stand-by düzenlemesi dönemi sırasında, uluslararası cari işlemlere ilişkin ödeme ve transferlere bir sınırlama getirmeyecek, veya ödemeler dengesi amaçlı olarak ithalata ilişkin yeni kısıtlamalar getirmeyecek ya da var olanları artırmayacak, katlı kur sistemi uygulamaya başlamayacak veya değiştirmeyecek, (IMF Kuruluş Sözleşmesi maddelerine) aykırı ikili ödeme anlaşmalarına girmeyecek veya dış borçlarını zamanında ödememezlik etmeyecektir".
Burada söz konusu olan taahhütlerin bir "enflasyonu düşürme" hedefinin çok dışına taştığı ve asıl amaçlananın Türkiye ekonomisinin doğrudan doğruya uluslararası sermayenin spekülatif çıkar alanına çekmeyi hedeflediği çok açık olarak görülebilmektedir. Türkiye ekonomisi, yukarıdaki satırlarda tanımladığımız biçimiyle, hızla küreselleşen sermayenin denetimine terk edilmektedir. Üstelik bütün bu uygulamalar "ulusal" olduğu savlanan yeni bir program altında gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
Emek Yanlı Bir İstikrar Programının Ana Hedefleri
Bu koşullar altında öne sürülecek "istikrar programlarının" ve/veya kriz yönetimi çabalarının ekonomik bunalıma ağır toplumsal çöküntüler yaratmadan son veremeyeceği ve Türkiye ekonomisinde sağlıklı ve dengeli büyümeyi sağlayamayacağı ortadadır. Türkiye ekonomisinin sanayileşme ve reel üretim artışlarına dayalı, sağlıklı bir büyüme yapısına kavuşturulması ancak kapsamlı ve eşanlı bir kamu kesimi, mali kesim ve ödemeler dengesi reformuyla sağlanabileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda,
* Kısa vadeli yabancı sermaye girişleri, uluslararası deneyimlerde etkisi ve başarısı sınanmış araçlarla kontrol altına alınmalı; ulusal ekonominin yatırım öncelikleri, uluslararası kısa vadeli sermayenin spekülatif giriş çıkışlarına dayalı konjonktürel ve sanal büyüme-kriz sarmalına terk edilmemelidir. Ulusal ekonomiden sermaye çevrelerine aktarılan ve reel olarak %30'lere ulaşan spekülatif arbitrajın önüne geçilmeli ve Merkez Bankası'nın ulusal tasarrufların arttırılması ve yatırımların stratejik önceliklerine göre yönlendirilmesi işlevinde bağımsız döviz kuru ve faiz politikası izleme olanağı geliştirilmelidir;
* Kamu kesimi reformu, vergi gelirlerinde etkinliği arttırıcı tedbirler içermeli ve sermaye gelirlerinin vergi havuzuna katkısını arttıracak biçimde tabanı genişletilmelidir;
* KİT sistemi bir an önce yeni yatırımlarla çağdaş teknoloji ve yöneticilik anlayışına kavuşturulmalıdır. Bir rant transferi olarak işleyen ve sermaye kesiminin vergilendirilmesine bir alternatif olarak düşünülen çarpık özelleştirme uygulamalarından vazgeçilmelidir;
* Kamu kesiminin büyüklük hedefi belirlenir iken kamu yatırımları ile özel sektör yatırımları arasındaki tamamlayıcılık ilişkisi göz önünde bulundurulmalı ve kamu kesiminin yatırım potansiyeli "devleti küçültme" doğmasına feda edilmek yerine, ekonominin stratejik büyüme hedeflerine göre saptanmalıdır;
* Yurt içi borç stokunun mali sisteme ve giderek tüm reçel ekonomiye olan yükünü azaltmak için Hazine, Merkez Bankası ve bankacılık kesimi arasında, borcun vadesini uzun döneme yayan ve bu borcun reçel faiz yükünü düşüren bir düzenlemenin (konsolidasyonun) yöntemleri araştırılmalıdır. İç borcun konsolidasyonu ancak sermaye hareketleri üzerine getirilen kontroller ile birlikte ele alınabilir. Bu seçenek dışında 2001'i orta-uzun dönemde yeniden istikrarlı büyüme patikasına dönüştürecek başka bir çıkışın olmadığı bilinmelidir;
* Dış ticaret politikaları selektif ve stratejik kalkınma hedeflerine uygun olarak yeniden yapılandırılmalı; topyekün bir açık ekonomi uygulaması yerine, ulusal ekonominin sanayileşme ve stratejik girdi ve teknoloji transferi hedeflerini gözeten bir programa kavuşturulmalıdır.
1 Bourdieu, P. (1998) "The Essence of Neoliberalism" Le Monde Diplometique, Aralık.
(*) Bilkent Üniversitesi İktisat ve Ekonomi Fakültesi Dekanı