Yargıç sanığı kovmuş. Gerekçe kadının türban takınması. İnan davranışını savunma makamında da mealen demiş ki: "Ne yani, herkes istediği gibi mi gelecek mahkemeye, bırakalım mayoyla da mı girsinler?"
Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya da yargıcına sahip çıkmış: "Kamusal alanda türban takılamaz. Mahkeme salonlarında başlayacak zaafı diğer alanlarda tutmak mümkün değildir."
Acaba Yargıç Fadıl İnan Türk adaletinin bir döneminde mahkeme salonlarında "don", yani bildiğimiz "külot"un, "sanık giysisi" olarak resmiyet dünyasınca el üstünde tutulduğunu bilse ya da hatırlasa bu gafı yapar mıydı? "İnsan hafızası yanılmakla sakatlanmıştır" (Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür) diye boşuna denilmemiş. Ama arşivler de bunun için var!
Arşivden çıkan fotoğraflar, yirmi yıl önce, 12 Eylül'ün askeri diktatörlük hapishanelerinde tutuklu sanıkların, "tek tip" mahkum üniforması giymeye direndikleri için sivil giysileri ellerinden alınıp mahkemeye iç çamaşırlarıyla çıkarılmalarının rutin bir "adalet" uygulaması olduğunu hatırlatmaya yetiyor da artıyor bile...
Acaba ne demeli? Askeri mahkemelerde Fadıl İnan'ın mahkemesinden çok daha fazla "özgürlük" mü varmış demeli yoksa, "adalet" her dönemde sanıkları yurttaş değil kul olarak görür mü? Herhalde ikincisi!
Sıkıyönetim mahkemelerinde "tek tip" mahkum giysisini giyinmeyi reddeden mahkumu donla mahkemeye çıkaran zihniyet de, türbanlı kadını mahkemeden atan zihniyet de aynı paranın iki yüzü aslında. Fadıl İnan boş yere "türban"a karşılık "mayo"yu örnek vermemeli, Türk adaleti, bir döneminde pekala "mayo"dan da "müstehcen" kıyafetlerle mahkemeye çıkarttığı sanıklara "adalet" dağıtmaktan kaçınmamıştır. Yeter ki, kıyafet takıntısına devlet gücünü payanda yapmak olanağı bulunmuş olsun.
Şimdi bu yazıyı CHP Grup Başkan Vekili Haluk Koç okusa dişlerini gıcırdatır kesin. "Bu konuyu 'don'la ilişkilendirmek yargının laiklik konusundaki kararlı tutumunu zayıflatmaya yönelik bir spekülasyondur," türünden bir demeç daha verir mutlaka. Çünkü, Koç da bugün TV'ye çıkarak dedi ki, "Yargıç haklı! Bu memlekette kanunlar var!"
Oysa halkın takındığı türban meselesini kapsayan bir kanun olmadığını hepimiz biliyoruz, ama bir kıyafet yönetmeliği var ordunun ve YÖK'ün çıkardığı.
Üstelik bu yönetmelik herkesin sandığı gibi sadece "türbanlı" kadınları kapsamıyor. Nereden mi biliyorum? "Halkı askerlikten soğutmak" suçlamasıyla yargılanmak üzere İstanbul Kasımpaşa'daki Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne davet edildiğimde nizamiyedeki astsubay söyledi de oradan!
"İçeri girmezsiniz, üzgünüm," dedi. Denizciler, malum, daha kibardırlar! "Fakat neden," diye sorduğumda "yönetmelik var,"dedi. "Sakalınızla bu kapıdan geçemezsiniz." "Ama ben sanığım, beni askeri savcı çağırdı," yanıtı üzerine, durdu düşündü, düşündü, sonunda, "peki, geçin ama başka yere değil doğruca mahkemeye" diyerek içeri aldı. Dünkü "yargıtay vakası"nı öğrendiğimden beri, yanımda bir de türbanlı bir kadın olsaydı o zaman ne yapardı diye düşünmeden edemedim. Sanırım çözümü o kadar çabuk bulamazdı!
Ordu ve bürokraside neredeyse cinnet sınırına varmak üzere olan "türban" ve peşinde sürükleye geldiği kıyafet takıntısı, akan suları durduracağı varsayımıyla, karşımıza "kamusal alan"la gerekçelendirilerek çıkarılıyor.
İster istemez insanın aklına soru işaretleri asılıyor: Kamusal alan ne? Kamusal alan kimin malı? 29 Ekim'den bu yana süregiden gerilimin mekanlarını oluşturan mahkeme, meclis, cumhurbaşkanlığı kabul salonu kamusal alan mı? Yargılananlar, "kamusal alan"da "türban" takınınca sorun oluyor da "don" giyilince neden sorun olmuyor? Diyanet İşleri Başkanlığı "kamusal alan"mı, kamusal alansa, başkan neden sarık sarıp cübbe takınıyor. Bu resmi kıyafetiyle acaba jandarma karakoluna gitse içeri girebilir mi? Öyleyse kaç çeşit kamusal alan var? Sorular bitmiyor.
Sorular bitmez de. Çünkü süregiden gerilim "kamusal alan"ın nasıl düzenleneceğiyle ilgili bir tartışma ya da çekişmeden kaynaklanmıyor. Bu gerilime "kamusal alan" kılıfını giydirenler de aslında bu lafın anlamı üzerine bir kere olsun durup düşünmüş bile değillerdir büyük olasılıkla.
Çünkü durup düşünmüş olsalar "kamusal alan"ın yurttaşların evleri dışında birbirleriyle ilişkiye girdikleri her yer olduğunu bilmemeleri düşünülemezdi.
Bu çerçevede Gökhan Bacık'ın yakınlarda bianet'te yayımlanan "Devlet ve Birey Aşınırken Kamusal Alan" başlıklı makalesi konuyla ilgilenenlere kayda değer bir yaklaşım sunuyor.
Ancak basitçe söylemek istersek, kamusal alan, ya da İngilizce aslına (public sphere) sadık kalarak çevirecek olursak "kamusal uzam" terimi, kökeni olan antik Yunan demokrasisindeki kapsamıyla, her şeyden önce, yurttaşların özgürce bir araya gelerek toplumu ilgilendiren başlıca meseleleri özgürce tartıştıkları bir fiziksel mekandır.
Terimin kapsamını bugüne taşıyarak tanımlama çabalarıyla bilinen Jurgen Habermas'a göre de "kamusal alan on yedinci yüzyıldan bu yana kurumsallaşan ve aile ve ekonomiyi kapsayan özel alanla devlet ve yargının oluşturdukları kamu otoritesi alanının arasında yer alan bir tür forumdur."
Habermas'ın tanımlamasını çözümleyen Hans Verstraaten'e göre de bu kavramın üç temel ögesi var:
*Kamusal alan . mümkün olduğunca çok sayıda insanın erişimine açık ve çok çeşitli toplumsal deneyimin değiş tokuş ve ifade edilebildiği bir "forum"u varsayar.
"* Kamusal alanda * çeşitli düşünce ve görüşler "akılcı" tartışma yoluyla karşı karşıya konur. Bu, "akılcı" siyasal seçimin ancak kişinin aralarından seçme yapabileceği mümkün seçeneklerin açıkça görülebilmesiyle gerçekleşebileceğini ima eder. Aynı zamanda medyanın da, yurttaşın neyi seçmiş olmadığını bilebileceği şekilde mümkün olan en geniş yorum çerçevelerini sunması gerekir.
"* Hükümet* siyasetlerinin sistematik bir biçimde ve eleştirel bir tarzda denetlenmesi bu kamusal alanın birincil görevidir."
Görülebileceği gibi modern felsefe ve siyaset biliminde "kamusal alan" dendiğinde akla önce "devlet dairesi" gelmediği gibi, yurttaşların buluşup özgürce tartıştıkları "forum" yani "parlamento" da" bir devlet dairesi değil "kamusal alanın merkezi"dir. Oysa Türkiye'de seçkinlerin dilinde "kamusal alan" "devlet dairesi"nden başka bir anlam taşımadığı gibi, devlet dairesi de, devlet eliyle "kamu hizmeti" verilen her yeri ve her şeyi kapsar.
Bir an için bu anlamın doğru olduğunu kabul edelim. "yasaklar" ve "kurallar" kime yönelik olabilir? Hizmeti verene mi, hizmeti alana mı?
Anayasanın "Kanun Önünde Eşitlik"i düzenleyen 10. Maddesine göre:
"Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
"Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
"Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar."
Bu yaklaşım, "türban" ve benzeri, kişinin dinsel, felsefi vb tercihlerini yansıtan simge ve kılık, kıyafet konusunda, özellikle adalet hizmetlerinde sınırlama ve standardizasyonu şart koşar, ama bu hizmetten yararlananlar için değil, bu hizmeti verenler için!
Bir yurttaşa, yargı, sağlık, eğitim ve benzeri hizmetlerden "kanun karşısında eşit" olarak yararlanması için "devlet"in "takıntılar"ı uğruna inanç, gelenek, görenek, ya da tercihlerinden feragat etmesi şartını koşmak, yargı, bürokrasi ve askeriyeye hiçbir yasayla tanınmış olmayan bir üstünlüğü ve yaptırım gücünü bahşetmek anlamına gelir.
Bir yargıç sapına kadar "şeriatçı" ya da sapına kadar "Atatürkçü" olabilir. Bu onun kendisiyle taban tabana zıt bir dünya görüşüne sahip olan yurttaşa bütün yurttaşlar için hak olanı sunmaktan kaçınma hakkını vermez. Hem akıl, hem hukuk, hem ahlak tersini düşünmeyi olanaksız kılar ve hukuk devleti bunu yapmaktan kaçınana karşı yaptırımlarla donanmış olmalıdır.
Ama adalet hizmeti veren en üst kurum, Yargıtay'ın 4. Daire Başkanı ve Başkanı, göğüslerini gere gere, türbanlı bir sanığı "git başını aç da öyle gel" diye mahkemeden kovmayı, hukukun üstünlüğünün bir dışa vurumu olarak gerekçelendirebilmekte, devleti denetlemekle sorumlu ana muhalefet partisi sözcüsü de "kanun devletinde bu olur ne var yani" diye savunabilmektedir.
Her şey bir yana kadınları mahkemede başını açmaya mecbur eden böyle bir kanun ve böyle bir yönetmelik yoktur, ve hiçbir meclis de böyle bir kanunu Türkiye'de ya da dünyanın başka bir "hukuk devleti"nde çıkartamaz.
Ama Türkiye'deki tartışma bu bile değildir. Tartıştığımız şey, "kamusal alan"ın nasıl düzenleneceği değildir. Devletin toplumsal adalet mücadelesini bastırmak amacıyla tam 80 yıldır yurttaşa şu ya da bu yolla hükmetmesi, sindirmesi; devlet gücünü kullanma yetkisi devredilmiş memurların da bu yetkilerini bilinçli olarak kötüye kullanmalarıdır.
Sözüm ona laiklik, şeriatçılığa karşı "sathı müdafaa" yapıyor, öyle mi? Öyleyse, İran'da kadın yargıçları da, kadın sanıkları da başlarını örtmeye mecbur eden Ayetullahlar rejiminden ne farkı var bu laikliğin, herkesi başını açmaya mecbur etmekten başka?
Son haftalar boyunca olup bitenler eğer planlı bir eylemler dizisinin halkaları değilse, sadece bir cinnet halini ifade edebilir. Ama her iki durumda da toplum için olumlu bir fark doğmaz. Yargının, cumhurbaşkanlığının, ordunun, yurttaşlarına karşı plan yapması ya da bu kurumların cinnet halindeki kişilerce yönetilmesi toplum için sadece sonu belirsiz bir kaosu müjdeler.
Ya peki "siyasi İslam" ne olacak derseniz, son haftalar boyunca kendilerine yönelik hiçbir akıl, ahlak ve hukukla bağdaşmayacak tacizlerden sonra, çekildikleri mağdur konumundan, 3 Kasım 2002'de sahip olduklarının iki katı desteği elde etmiş olduklarının bilinciyle sadece ellerini ovuşturduklarını tahmin etmek o kadar güç değil!
Mahkemeye donla çıkarttıklarını, mahkemeden türbanla kovduklarını savunmak zorunda bırakanların akıldan nasiplenmiş olduklarını kim söyleyebilir? (EK/NM)