Dünya insan yeryüzünde değilken de vardı ve insan yeryüzünden silinince de var olacak.
İnsan var olduğundan beri muhtaç olduğu her şeyi doğadan aldı ve doğayı korumasız sanarak hoyratça kullanımına da devam etti.
Doğa bir anlamda karşılıksız veren anlamında kullanılırsa tanrıyla özdeştir. Tüm canlılara karşı cömert ve karşılıksız verici olan doğa belli zamanlarda kendi dışındakilerle bir denge oluşturur ve bu denge sayesinde bir devinim yaratır.
Doğada her türün bir dengeleyicisi bulunur ve hiçbir türün yok olmasına göz yumulmaz. Ancak doğal hiçbir dengeleyicisi olmayan bir türün dünyaya hakimiyeti başka türlerin felaketi haline geldi.
Binlerce tür, insan ırkının hoyratça kullanımı sonrasında yok oldu. İnsanın doğaya hükmetme savaşları belli zamanlarda mümkün olduysa da uzun vadede doğa kendisinden alınanları bedel ödeterek geri aldı.
Yeryüzündeki canlılara karşı bu kadar cömert olan doğaya karşı aynı özen insanlarca gösterilmez. Arazi elde etme amacıyla ormanlar yok edilir, yol yapmak için çevre katliamları yapılır, ulaşım için kullanılan fosil yakıtlar ve yanlış çevre politikalarıyla insanlar doğayı yaşanılmaz hale getirirler.
Kapitalist bakış açısı her şeyi paraya tahvil ettiği için doğa; kapitalizm açısından meta üretim alanıdır. Bir anlamda metanın ta kendisidir. Karl Marx kapitalizmi tanımlarken, "Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser" diyerek aslında kapitalist sistemin doğaya bakış açısını anlatır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında çift kutuplu dünya rekabetçi bir ortam oluşturdu ve kapitalizmi göreceli olarak belli bir çevre programına sahip hale getirdi.
Marksist açıdan bakıldığında, sistemin tüm programını üretim ilişkilerine bağladığı ve bu durumun doğaya bakış açısına da yansıdığı sanılır. Ancak durum hiç de öyle değil.
Marks 1875'te yazdığı "Gotha Programının Eleştirisi"nde Marksizm'in doğaya bakışını anlatır.
"Emek, bütün zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da, tıpkı, bir doğa gücünün, insan emek-gücünün deyimlenmesinden başka bir şey olmayan emek gibi kullanım-değerlerinin (ve kuşkusuz maddi zenginlik de bu değerlerden meydana gelir) kaynağıdır."
"Ve insan, daha başından, bütün emek araçlarının ve konularının birincil kaynağı olan doğaya karşı onun sahibi gibi hareket ettiği, kendi malıymış gibi davrandığı ölçüdedir ki, onun emeği, kullanım-değerlerinin ve dolayısıyla zenginliğin kaynağı olur. Burjuvalar, yanlış olarak, emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri için pek iyi temellere sahiptir; çünkü, salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek-gücünden başka bir mülkiyete sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında, emeğin maddi koşullarının sahibi haline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu sonucu çıkar. Bu insan, ancak onların izni ile çalışabilir, dolayısıyla da ancak onların izni ile yaşayabilir."
Buradan da anlaşılmaktadır ki emek tek başına bir şey ifade etmez. Emek ancak bulunduğu çevre üzerinde değişiklik yapabilme yetisine ulaşırsa bir anlam kazanır. Marksizm üretim ilişkilerini düzenler ve üretimin aynı zamanda gelişim olduğunu da beyan eder. Ancak bu üretim modelli gelişim, doğaya yapılan bir saldırı olarak algılanmamalı.
Marx, Kapital'de "...kapitalist tarımdaki gelişme sadece işçiyi değil, toprağı da soyma sanatıdır. Bu gelişme, 'belli bir zaman dilimi içinde toprağın verimliliğini aşırı artırarak, bu verimliliği yaratan ve çok uzun süreler kullanabilecek olan, doğal kaynakların yok edilmesi anlamında bir gelişme'dir. Kapitalist üretim sadece yeryüzündeki tüm zenginliğin kaynağı olan toprak ve işçiyi paralel olarak sömürecek teknikler ile toplumsal üretim süreçlerinin kombinasyon derecesini geliştirir" diyerek bir anlamda günümüzü resmeder.
Marksizm'e göre doğaya zarar veren, bilim ve teknik değil, emeği ve doğayı sömürecek bir meta olarak gören kapitalist düşüncedir. Teknolojik gelişmeler doğayla uyum içerisinde yaşamayı mümkün kılabilir. Bu da ancak kapitalizmin vahşi kar anlayışından uzaklaşılarak gerçekleşebilir.
Engels de şunları yazmıştı konuyla ilgili:
"Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşme durumuna zemin hazırladıklarını, akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alplerdeki İtalyanlar çam ormanlarını yok ederken bölgelerindeki sütçülük sanayinin kökünü kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa'da patatesi yayanlar sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı."
"İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmez."
Üretim ilişkileriyle doğanın uyumuna özen gösteren Marksizm, ancak bu uyumun varlığı durumunda insanın refah içerisinde ve güvende olacağını söyler.
Günümüz koşullarına bakacak olursak kapitalist üretim ilişkisinin hakimiyeti sebebiyle doğa ile bir denge kurulamadığı, maliyet arttırıcı faktörler sebebiyle pek çok ihmalin gerçekleştiği ve doğaya karşı hoyrat davranılan bir gelişim modelinin benimsendiği açık. Ancak bu üretim modelinin sürdürülebilme ihtimali yok.
Dünya üzerinde 17 milyondan fazla çeşit kimyasal kullanılıyor ve bu kimyasalların denetlenmesi neredeyse mümkün görünmüyor. Bu anlamda kapitalist üretim ilişkisinin doğaya saygısı olmadığı gibi bir ahlakı da bulunmuyor.
Günümüzde sol hükümetler dünyanın geleceği konusunda kaygı duyuyor ve buna paralel olarak yeni ve doğa dostu politikalar üretiyorlar. Bunlarla ilgili en bilineni, "Doğa Ana Hakları Evrensel Beyannamesi."
Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales'in öncülüğünde ilen edilen bu beyanname aslında doğa ile barışık yaşamanın önemini ve yıkıcı kalkınma modellerinin terk edilmesi gerektiğini hatırlatır, gelinen durumun profilini çizerek neler yapılması gerektiğini anlatır:
* Yaşama ve var olma hakkı;
* Saygı duyulma hakkı;
* Yaşamsal döngülerini ve süreçlerini insan tarafından bozulmadan devam ettirme ve biyolojik kapasitesini yeniden oluşturma hakkı;
* Kendi kimliklerini ve bütünlüklerini ayrı, öz-düzenlemeli ve birbiriyle ilişkili varlıklar olarak sürdürme hakkı;
* Yaşam kaynağı olarak su hakkı;
* Temiz hava hakkı;
* Kapsamlı sağlık hakkı;
* Kirlenmeden, zehirli ve radyoaktif atıklardan muaf olma hakkı;
* Bütünlüğünü ya da yaşamsal ve sağlıklı işleyişini tehdit edecek şekilde genetik yapısındaki bozulma ve değişikliklerden muaf olma hakkı;
* Bu beyannamede kabul edilmiş hakların insan faaliyetleri nedeniyle ihlal edilmesi durumunda bunların gecikmeden ve tam olarak iyileştirilmesi hakkı.
Türkiye'de de sistem doğa öncelikli değil, kar öncelikli olarak gelişmeye devam ediyor. Kapitalist üretim ilişkisinin doğa ve çevreye bakış açısı sahte ve ikiyüzlüdür. Bu anlamda 5 Haziranı Dünya Çevre Günü olarak kutlamak da bir günah çıkarma ritüeli olur.
Doğayla barışık olmayan ve doğayı yaşam kaynağı değil de bir meta ve kar alanı olarak gören sistemin kutladığı çevre gününü kutlamıyorum ve daha sağlıklı ve yaşanılabilir bir çevrenin, yeni bir dünyanın mümkün olduğunu biliyorum. (EB/AS)