Düne kadar Türkiye’deki seçim dönemleri, 4-5 yıl yarı açık cezaevinde voltaladıktan sonra, seçim günü oy vermek üzere mazeret izniyle cezaevinden çıkılan bir küçük zaman dilimi gibiydi. Ama bu yerel seçim o küçük zaman dilimine 22 yıllık parti-devlet rejiminin çözülüşünü sığdırdı ve bizi o yarı açık cezaevi duvarlarından çatırdama seslerini işittiğimiz bir ana teslim etti.
31 Mart artık rakamsal ifadede de sadece bir seçim değil. 47 yıl sonra CHP’nin önde olduğu ve 22 yıl sonra AKP’nin geride kaldığı, DEM Parti’nin kayyım atanan belediyeleri büyük ölçüde geri alarak CHP’den sonra ikinci muhalefet partisi olduğu bir dönemin de başlangıcı. Belki de en önemlisi AKP rejiminin milli güvenlik ve terör üzerinden kurgulanan söylemlerinin boşa düşmeye başladığı, ülkede demokrasi ihtimalini var eden ideal ve taleplerin sonunun gelmediği de rakamsal bir gerçeklik olarak ortaya çıktı.
Şu zamana kadarki bütün seçim dönemlerinde parti-devlet ve rant rejiminin istikrar ve devamlılık gösterisine dönen seçimler, 12 Eylül darbesi sonrası dönemi aratmıyordu (aratıyordu demek de mümkün tabi). Tıpkı AKP rejiminin 22 yıl boyunca arzu ettiği gibi 12 Eylül darbesi sonrası kurulan ara rejim de siyasete ilgisinin sadece oy vermekle kısıtlı kaldığı bir kitleyi arzulamaktaydı. Zorla ele geçirilmiş, sessiz sözsüz bırakılmış 80’li yıllar toplumu, yine benzer şekilde ve sefalet koşullarında toplumun nefessiz bırakıldığı bolca siyasal İslam soslu rant rejimi yılları… Türkiye'deki bu rejimin adı siyaset bilimi literatüründe, "rekabetçi otoriterlik"; yani en açık haliyle rejim otoriter ama bunu perdelemek için "seçim" yapan ve bu "seçim"i almak için her yola başvurmaktan çekinmeyen bir rejim olarak geçer.
Bu seçim sürecinin diğer dönemlerdekine kıyasla parti-devletin bütün kurumlarıyla sahaya indiği ve bunu gizleme gereği bile duymadığını en net şekilde gösterdiği bir seçim olduğunu düşünüyorum. Gerek seçim süreci boyunca gerekse de seçim günü yaşanan olaylar başka türlüsünü düşündürtmüyor. AKP rejiminin ilk hedefi tek başına Türkiye ekonomisinin 3’te birini oluşturan İstanbul seçimlerini kazanarak mali kaynaklara erişimi güçlendirmekti. Bu nedenle İstanbul adayına seçim kazandırmak için seferberlik ilan etti ve 17 bakanıyla birlikte gerek dükkân dükkân esnafla tokalaşarak, gerek meydan meydan kitlesine itaat yeminleri ettirerek oy istedi. AKP rejiminin tıpkı Kai Lindemann’ın “ganimet cemaatleri”nde olduğu gibi büyük aktörlerden orta ve alt sınflara kadar ganimetten pay karşılığında itaat etme zinciri oluşturduğu ve sistemleştirdiğini en pür haliyle seçim dönemlerinde görebiliyoruz. AKP rejiminin bu seçimdeki ikinci hedefi de elindeki tüm araçları, DEM Parti’ye gidecek oyları geriletmek üzere kullanmaktı. Ki seçim günü bazı seçim bölgelerine çoğunluğunu askerlerin oluşturduğu taşıma seçmenleri yığıp halkın iradesini gasp etmeye çalıştıkları ortaya çıktı. Ama bu seçimi diğer seçimlerden ayıran en önemli fark, sandıkta yenilgiye uğratmak için elinde bulundurduğu devlet imkânlarını, kontrolü altındaki basını, tüm gücünü bütün seçmenlerin göreceği bir şekilde seferber etmesine rağmen, Erdoğan’ın seçim kazanma ihtimalini ortadan kaldıran bir seçim olmasıdır.
Seçmen ve “duygusal kalabalıklar”
Bu yerel seçimlere kadar her seçim döneminde kamplaşan iki seçmen kitlesi vardı: Yaşananlara karşı epey bir zamandır hayretini kaybetmiş rejim karşıtı muhalif seçmen, diğeri ise Erdoğan’ın şahsında vücut bulmuş kutsal dava etrafında kenetlenen kalabalıklar. Gustave Le Bon’un deyimiyle “duygusal kalabalıklar.” Egemenlere dahil olma duygusuyla ve “onuruyla” tatmin edilen, insanlık rızasının ve itaat yetisinin sımsıkı biçimde kenetlendiği kalabalık... Bu kalabalıklar her seçim sonrası rejime muhalif olan kesimde bir rutin haline gelen şaşkınlığın öznesi olan rakamsal “yüzde 40’lar” ya da “evinde A haber ve TRT haber izleyen vatandaş” olarak gördüklerimizdir.
Parti-devlet rejiminde olanlara karşı dehşete düşmekten ve şaşkınlığın rutinleşmiş halinden sıyrılmak için genelde şu soru soruluyordu: Kabul edilemezi nasıl kabul ediyorlar? Bu seçimde de yüzde 35,5 AKP ve yüzde 5 MHP oylarıyla yine yüzde 40 kabul edilemezi kabul etti. Hiç de azımsanacak bir oran değil, bu oy kaybını AKP’de bir çöküş olarak okumamak lazım.
Peki bu yüzde 40’ın kendi soygununa büyük bir heyecan ve gönüllülükle katılmalarındaki motivasyon ne ile açıklanabilir? Bu motivasyona seçim süreci boyunca AKP seçmeni ile yapılan sokak röportajlarına verilen yanıtlarda rastlayabilirsiniz, tekil örnekler olabilir ama bazen tekil olanın bütüne yaklaşan kuşatıcılığı vardır. Hepsini derleyip bir araya getirdiğinizde AKP rejiminin duygusal yatırımlarını fark etmemek mümkün değil. Erdoğan şahsında vücut bulmuş ganimet sistemi içerisinde pay arayışı içinde olan, itaate karşı koruma talep edenler bu sistemin pratiğine istikrar kazandırdılar. Ama bu yerel seçim sonuçlarıyla birlikte içinde bulunduğu sefaleti ve yoksullaştırılmayı doğal atfetmeyen rejim karşıtı muhalif seçmen sessizliğini bozmuş, sözünü söylemiş oldu. Dolayısıyla bu seçimde duygular değil hakikatler önemli oldu. Hakikatler seçim sonrası ilk günlerde de ağırlığını gösterdi. Van halkının iradesine sahip çıkması kayyım siyasetinin yenildiği bir zaman olarak da tarihe geçmelidir, çünkü halk aslında diğer bütün Kürt illeri için de direndi. Belediyelere kayyım atamanın ve mazbatayı teslim etmemenin hukuki değil siyasi bir mesele olduğu da Van’dan bütün ülkeye gösterilmiş oldu.
Rejimin halkın sırtına bindirdiği ekonomik kriz koşullarında hayat epey bir zamandır banka ve kira bedellerini ödedikten sonra geriye kalan çok az miktar anlamına gelmişti. 2024 yerel seçimi bu gerçeğin dillendirildiği, ortak çıkarın aşikar, kutuplaşmanın aşınmaya başladığı olduğu ve muhalefetten talep edilenin net bir biçimde ortaya konduğu bir seçim oldu. Aynı zamanda zulmün, zalimliğin, sömürünün ve hırsızlığın gururla taşınan payeler haline geldiği ve obsesyon halinde toplumdaki etnik ve dinsel çeşitliliği bir tehdit olarak gören ve pür devlet yanlısı rejim destekçilerinin (MHP, İyi Parti, Zafer Partisi, HÜDA PAR vd.) yerelde gerilediği, hatta silindiği bir seçime de tanıklık ettik. Yine bu seçimle Erdoğan şahsında vücut bulan kutsal dava, beka ve karizmatik lider algısının sarsıldığını ve 22 yılın sonunda parti-devlet rejiminde ciddi bir çözülmenin başladığını da görmek mümkün. Yakalanan bu iklimi ileriye taşınabilmesi için sistemi sistem içerisinden sarsacak cüretkârlığı gösteren ve değişim için katalizör olan, belki 60’larda, 70’lerde ve 90’larda olduğu gibi ezgisi olan bir muhalif siyasete her zamankinden çok daha ihtiyaç var.
(MT/AÖ)