Çağı ya da toplumu ne olursa olsun aşığı görür görmez herkes tanır. Aşığa bir hal gelir. Dönüşür. Farklı bakar. Farklı anlar. Aşık, Tanrısal bir dokunuşla sanki yeniden formatlanmıştır. Bir kendisi tanıyamaz kendini. Halin/in farkındadır ama. Bir başkasına dönüşür sanki. Aşığın giyindiği, büründüğü, aşığı halesi içine alan bu hal nasıl bir haldir? Nedir aşk?
Aşk öğrenilmez. Deneyiminin bilgisi aktarılamaz. O nedenle her seferinde acemisiyizdir. Çocuklaşır, ne yapacağımızı bilemez oluruz. “Mutlu aşk yoktur” denir ama aşk da mutluluğu taçlandırır. Mutluluk, aşksız eksiktir. Tuzu olmayan yemek gibi. Türkçedeki o eşsiz deyimle aşksız yaşam, olsa olsa yavandır.
Ismarlanamaz. Dilediğimiz vakit nesnesini bulamayız. Ele avuca sığmaz. Kendi dilinden kendi zamanından kendi kurallarıyla konuşur. Onu yaşamak, onun dilini öğrenmekle olanaklı. O dil, önceden olan bir dilden çok karşılaşanların birlikte ördükleri, ördükçe de özgürleştikleri bir yuvadır. Dışarıdan deneyimlenemez. İkinci elden hiç. Olsa olsa sanatsal üretimlerde dolaylı olarak hissederek arınırız. Yaşadığımız bu katharsisi (arınma) sanatın büyüsüne borçluyuzdur. Aşkı tanımamızı sağlayan, ilişkiyi aşk kılan temel bir renk olsa -ki nerede rastlanırsa rastlansın kolayca tanınıvermesi bundandır- da her birinin dışarıdan tanınamayacak yalnızca içindekilerin anlamaktan çok hissettikleri ayrı bir tonu vardır.
İnsan, aşksız yarım, eksik ya da renksiz. Kültürün hem kendisi hem de yaratıcısı olan dilimiz, böylesi anlamdışı bir varlığı kuşatıcı biçimde anlamaya muktedir değil. Aşk ya yaşanır ya da sanatlarda işlenir. Dilinden sanat anlar. Ne ahlaka kulak asar ne de bilime. İkisinin kadrajına girse de ne ahlak ne de bilim kavrayabilir. Günümüzde hormonlarla, beyindeki dalgalanmalarla açıklamak isteseler de beyhudedir çünkü yaptıkları sonsuzluğu indirgemektir ki nafile bir çabadır bu. Bilimler, kifayetsiz de olsa girişirler aşkı anlamaya, oysa akıldan çok duyguda, duyguyu da aşan gönüldedir o. Matematiği varsa bile bilimi aşar. Kendi dilinde/n konuşur. O nedenle de dinlemez, başına buyruktur.
“Aşk (sevgi) her şeye kadirdir” ya da Latince özdeyişiyle “Amor vincit omnia” yani her şeyi yener, her şeyi fetheder. Bu yenme ya da fethetme, yıkıcılığa içkindir. Aşıkların Hayat kroniklerindeki kırılmalardır. Tıpkı insanlığın, toplumların tarihlerindeki kırılmalar gibi çağların değişmesine neden olan yıkımlar ve kurulumlar gibi eşanlı gerçekleşir. Bu denli güçlü olan aşk nedir? Aşkın bu ‘her şeye kadir olmak’lığı nereden gelir? Bir tür omnipotent (her şeye gücü yeten, mutlak kudret) bir kategoriden mi söz ediyoruz? Sahi aşk dediğimiz şey tam olarak ne? Felsefi İletişim açısından aşk kavramına bakalım. Efesli ‘karanlık bilge’nin dediği gibi “her şey akar” yani değişim kaçınılmaz; kavramlar da yeni içerikler kazarak varlıklarını sürdürüyorlar.
Aşk, bir karşılaşmadır. Karşılaşan kişi büyülenir, dönüşür. O, artık aynı özne değildir. Ontiği değişir. Bir de yankısını buldu ise diyalektik işte tam da budur. Aşık için sarmal akış başlamış, sonsuzluk akağında yükselen debiyle coşku ırmağındadır. Özel türden bir ilişki olan aşk ilişkisindeki karşılaşma, geri dönüşsüz biçimde tarafları değiştirdiği gibi yeni bir varlık da hayat bulur: aşk. Peki, bu karşılaşmada/n doğan aşk nedir?
Aşk, fiziken ve ruhen dokunmadır. Aşktaki bu iki anlamıyla dokunma, insanın, bir bakıma kendine dokunmasıdır. İnsan, doğar; bu hepimiz için erken, travmatik bir doğumdur. İnsan yavrusu erken doğum nedeniyle anneden ayıramaz kendini. Karşılaştığı ilk kişi ötekidir, babası dahil. Anne dışında herkes yabancıdır. Ürker, korkar. Aşk ilişkisi, korkulan ötekiyi öldürüp bağımsızlaşarak özgürleşmek, korkulan yabancıyla birleşerek “dışarı”nın parçası olabilmektir. Aşk, özgürleştirirken özerkleştirir de.
Bu nedenle sevdiceğine sevgiyle dokunan insan annesini yeniden keşfeder. Aşk ayrılığı, insan yavrusunun annesini kaybedişine benzer. Çünkü aşıklar bedenlerini birbirlerine sakınmasızca açarlar. Artık öteki ya da yabancı olmayan bedenle birleşir, tekleşir, bedenleşerek bağımsız bir varlık kazanan o eşsiz aşkın ruhu içinde erirler. Bu bütünleşme, erken ayrıldığımız o korunaklı yurdumuza dönmektir. Sakınmasızca teslim olduğumuz sıcak yuvamızdır. Daha hazır olmadan bedeninden ayrıldığımız annemize bir başka bakımdan yeniden kavuşmadır. Bu kavuşmanın yarattığı mekân, en güvenli yerdir, andır. Aşkın hayat bulduğu bu kavuşarak birleşme anından, deyim yerindeyse, zamanın mekânla birleşip iki ayrı ruhun sonsuzlukta eridiği bir moment olarak söz edilebilir.
İşte bu an, her şeyin anlamını, önemini yitirdiği, uğruna her şeyin feda edildiği bir andır. Gemiler de yakılır, ölüm de göze alınır. Karşısına ne koyulursa koyulsun simetrik değildir. O nedenle her şeye kadirdir. Rakibi yoktur. Amor vincit omnia. Bu nedenle aşka rağmen, aşk için hareket edilemez. O, kendi yasalarını beraberinde getirir. Nasıl yorumlandığına bağlı olarak dayatır ya da yaşatır.
Her birimizin onunla tamlandığı aşk kavramını nasıl kavrıyoruz, nasıl içeriklendiriyoruz, kısacası aşk kavramını hangi içeriğine yaslanarak yaşıyoruz?
Kavramlara dair bu soruşturmalarımızda felsefi iletişim yöntemini kullanıyor; deyim yerindeyse kavramların içini açıyor, altkırılımlarını, bunların birbirleriyle ilişkilerini serimleyip açımlamaya çalışıyoruz. Bununla muradımız hiç kuşkusuz içinde yaşadığımız anlam evrenine rengini veren temel kavramlardan birini anlamaya cüret etmek. Üstelik bunun kifayetsizliğinin farkındalığıyla tıpkı Sisyphos gibi. Bu kavramsal çözümlemeyle hanemize dönüşen kavramlarımızı daha yakından tanır, hangi sınırlar içinde yaşadığımızın ayırdına varırız. Çünkü kavramlarımızdan örülü hayatımız. Kavramlara yüklediğimiz anlamlara yaslanarak yaşıyoruz. Ölüyor, öldürüyor, yaşıyor, mücadele ediyor, aşık oluyor, seviyoruz. Aşkı hangi duygularla hissediyoruz? Ona dair öznesi ve/ya tanığı olduğumuz örnekler yani deneyimlerimiz ne? Aşkla ilgili inançlarımız, neye inanıyoruz? Bu inançlarımızın kaynağı nedir? Peki, aşka dair ne biliyoruz? Son olarak aşkı bilincimizde nasıl imgeleştiriyoruz? İmgelerimizin kaynağı nedir? Bu sorulara yanıtlarımız; aşkı nasıl içeriklendirdiğimizi göstermekten öte onu ne ile nasıl arzuladığımızı ya da ona neden düşman olduğumuzu anlamamızı sağlayacak.
Aşk, İktidarca üretilen ve modalaşan imgelere sıkıştırıldıkça ürünleşmekte; ürünleştikçe de araca dönüşmekte, bununla yağsız tereyağına evrilmekte yani kavramsızlaşmakta. Aşkın yitimi, insanın yuvasızlaşması, öksüzleşmesidir bir bakıma. Modalaşan imgelerin kavramımızı gasp etmesiyle zincire vurulur, iskeleti ayakta tutan kaslarımızı kaybeder ve ayakta duramayız. Aşk, bizi ayakta tutan o inançtır. Hayat, insana kendini daha çok aşkta, aşk ile açar. Hayatın açılan kapılarından içeri süzülmek hiç de kolay değildir. Kocaman kültür kurumu bunun içindir. Bize prangalar vurmaktır işlevi. Aşk, kültür her ne giydirdi ise birinci ve yan anlamıyla ondan soyunmaktır. Aşk, aynı zamanda ruhumuzu perdeleyen sıfatlardan, anlamalardan arınmak imkânıdır.
Sevgililik dostluğa, dostluk sevgililiğe içkin, yer yer özdeşleşirler. İnsan, tamlanmak ister. O tamlığın kendisi Hayatın en büyük ödülüdür. Ancak tamlananlar, özgür olabilirler. Zira eksikler, yalnızda eksik olduklarından özgür olamazlar. Özgürlük, bir tamlanma imkânıdır. Tamlanmış ruhlar mutludurlar. Tamlanmanın temel enstrümanı sevgi ile taçlanmış aşk olsa gerek, aşkın imgelerle boğulmuş, ambalajlanmış pazar nesnesine dönüştürülmüş versiyonu değil.
Platon, aşk ve dostluk üzerine tartışmalardan örülü Şölen diyalogunda Aristophanes’e şunları söyletir: “İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek. Çünkü insan, her zaman, bugünkü gibi değil başka türlüydü. İnsan soyu ilkin üç çeşitti. Şimdiki gibi erkek, dişi gibi ikiye ayrılmıyordu, her ikisini içine alan bir üçüncü çeşit daha vardı. Bu çeşidin kendi kayboldu, sadece adı kaldı: Androgynos denilen bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek hem dişiydi; bugün sözü edilmesi bile ayıp sayılır. Bu insanlar gökyüzüne tırmanıp tanrılara meydan okudukları için Zeus onları bölmeye karar vermiş. O günden sonra herkes kendi tamamlayıcı parçasını arar durur.”
Her 14 Şubat, sevgililer günü olarak yad edilir. Aziz Valentin Günü de denen sevgililer günü, insanlığın ortak kültürüne mal olan bir değerdir. Zaman zaman tarihsel olaylarla ilgili nedamet getirilir, özür dilenir, yüzleşilir, yüzleşmeye davet edilir, bunun için Hakikat Komisyonları kurulur. Aşka dair bir Hakikat Komisyonu kuralım, hem aşklarını hem yaşamlarını gasp ettiğimiz o aşıkları analım. Anmakla kalmayıp Hayatın bu eşsiz hediyesiyle yüzleşelim. Yüzleşme ile açığa çıkan Hakikatin penceresinden bakalım Hayata.
Yüzleşmeye neden ihtiyacımız var?
Aşk, bireysel bir varoluş olsa da aşkın özneleri yine türsel kısıtlar ile hareket etmek yani parçası oldukları toplulukça onaylanmak ihtiyacı duyarlar. Ne büyük trajedilerle örülü belleklerimiz, kimliğimizi, yargılarımızı ve şüphesiz yaşayışımızı belirleyen nice örneklerle. Aziz Valentin de aşıkların ihtiyaç duyduğu meşruiyeti sağlar; bir diğer deyişle üçüncü göz olmaklığı yani tanıklığı. Oysa hiç de kolay değildir parçası olunan toplulukça aforoz edilmeyi göze almak, rağmen kabul eder aşıkların aşklarına tanıklığı. Kabul eder çünkü insanın doğal ve kültürelliğinin kesiştiği anda Hayat bulur aşk.
Her şeyi yenen, fetheden, her şeye kadir olan Platon’un, Şölen’de “Avcıdır, tuzaklar kurar” dediği yıkıcı olduğu kadar kurucu da olan aşkı duyalım. Bu denli sarih olan aşka dair Hakikatleri tarihten günümüze tercüme ederek öncelikle öznesi ve tanığı olduğumuz aşklardan başlayarak mazideki aşıklara olan borçlarımızı ödeyebiliriz. Aşkları uğruna yaşamak iradesi gösteren aşık ruhların anıları önünde ve aşka can vermeye devam eden Ruhlara saygıyla...(MVB/AÖ)