Yeryüzü iftarı hayatta gördüğüm en güzel eylemdi.
Galatasaray’da kadınlar gazete kağıtlarının üzerine evden getirdikleri börekleri, dolmaları dizdiklerinde, biz işimizin başından henüz kalkabilmiştik.
Koştura koştura markete gittik. Hurma, içecek bir şeyler ve yandaki restorandan köfte aldık. Sofraya oturmadan önce fazla fazla aldıklarımızı dağıtalım dedik. Aslında gerek bile yoktu.
Herkes neyi varsa zaten paylaşıyordu. İftar saatinin gelmesini beklerken bir yandan “Her yer Taksim her yer direniş” diye bağırıyorlardı.
Bu sırada Taksim tarafından haber geldi, TOMA insanların üzerine ilerledi, sonra geri çekildi diye. “Yok canım,” dedim içimden, “İftarını açan insana da saldırmazlar artık…”.
Her defasında şaşırıyorum, “O kadar da değil” diyorum, maskemi, gözlüğümü almadan çıkıyorum, her defasında da pişman oluyorum.
Bugüne kadar olmuş olan korkunç şeyleri bilsem de, hep, bir daha olmayacağına inanıyorum. Bol bol hurma almıştık, onları dağıta dağıta Taksim tarafına yürüdük. Polis “Dağılın” diye anons yapıyordu.
Bir yandan “Dağılın” diyorlar ama bir yandan da barikat kurdukları için yemeğini bitirip Taksim tarafına doğru yürümek isteyenler geçemiyor, dolayısıyla kalabalık gittikçe büyüyordu. Polis, her zaman yaptığı gibi hem gitmemizi istiyor hem de gidecek, kaçacak yer bırakmıyordu.
Toplanan insanlar slogan atmaya başladı. Kalabalığa baktım; yaşlılar vardı, çocuklar vardı. “Sık bakalım” diye bağırıyordu bazıları, yanından geçtiklerime gidip “Ne olur bunu söylemeyin, çok fazla yaşlı ve çocuk var, gerçekten sıkarlarsa izdiham olur” dedim. Ne de olsa polis bildiğimiz bu toprakların erkeği, sık bakalım diye gözdağı verirsen, sıkıverir…
Böyle düşünüyorum. Şiddete maruz kalmayı haklı çıkarıyorum. O sırada “müdahale” etmeleri insanlık dışı olsa da, edebileceklerini biliyorum. Etmesinler diye saçma da olsa ne yapılması gerekiyorsa yapalım diye düşünüyorum. Ben yalnız olsam orada sorun değil ama çocuklar var…
İnsanların arasından süzülüp en öne gittik Heja’yla beraber. Heja direnişin ilk gününden beri sokağa beraber çıktığım arkadaşım. Kafamız aynı şekilde çalıştığı için beraber rahat ediyoruz. Yan yana olunca o kadar korkmuyoruz.
Önümüzde polis kalabalığı… Amirleri gibi görünen polise yaklaştım. Önce az önce dağıtmakta olduğum hurma kutusunu uzattım. Gülümsedi, kibarca reddetti.
Sonra gizli bir bilgiyi paylaşırmış gibi, “Arkada çok fazla çocuk ve yaşlı var,” dedim “ne olur müdahale etmeyin”. Gülümsemeye devam etti polis, “Biliyorum,” dedi “Ama dağılmazlarsa bir şey yapamam ben”.
Polislere hurma uzatmaya başladık. Almadılar. Bazıları gülümseyerek teşekkür etti, bazıları kafasını çevirmekle yetindi. Bir-ikisi nefretle baktı. İçlerinden biri bağırdı “Kimse almayacak, gidin,” diye…
Öyle bir nefretle bağırıyordu ki, sanki hurma uzatmamışım da... Elim titriyor mu diye bakıverdim. Hayır. Korktuğum belli olmuyordu. Yüzümde kocaman bir gülümseme, aralarına kadar girip hurma uzatmaya devam ettim.
Yeryüzü iftarına gitmeden önce üç polisle yapılmış bir röportajı izlemiştim. Yaşadıkları koşulların ne kadar kötü olduğunu, üzerlerindeki baskıyı anlatıyorlardı. Baskıyı anlıyorum. Baskı altında olup, emirlerin dışına çıkamamayı anlıyorum.
Çok önemli başka bir şey daha söylüyor polis “Mantıklı düşününce yaşadığımız koşulların direnişçiler yüzünden olmadığını biliyoruz ama karşımızda bir tek onlar var”. Emirleri verenler uzaklarda bir yerlerde. Biz kim olduklarını bile bilmiyoruz. Karşımızda somut olarak polislerin bedenleri var, onların eli tutuyor gaz kapsüllerini.
Biz, saldırdığı için polise kızıyoruz, polis evine gidemediği için bize kızıyor. Sanki çok kolaymış gibi “Simit sat onurlu yaşa” diyoruz polise. Oysa onlar o kadar baskı altındalar ki, evde huzursuzluk olsa amirleri “Bir daha duymayayım” diyor. Bu röportajı isterseniz izleyebilirsiniz.
Polislerden uzaklaştığımız bir sırada bir adam “Bunlara da veriyor musunuz” dedi, “Polislere de hurma veriyor musunuz” manasında…
“Evet” dediğimiz anda, Heja’nın elinden kaptı hurma kutusunu, “Veremezsiniz” diye. Heja “Onlar da insan” diye derdini anlatmaya çalışırken adam sinirle hurmaları birer ikişer ağzına tıkıştırdı.
Polis şiddetine sinirlenirken aslında o sırada bize şiddet uyguladığının, kendi fikrini bize baskı yoluyla kabul ettirmeye çalıştığının farkında değil. Muhtemelen çocuklarına da sinirlenince ellerinden bir şeyler almaya alışık.
Şiddet kültürü dediğimiz şey, öyle bir günde, bir ayda değişemeyecek, herkesin teker teker kendine bakıp, reflekslerini sorgulaması gerekecek.
Polislerin yanına geri döndük. Hurmaları uzatırken, gözlerinin içine baktım hep. Çoğu küçük, gencecik çocuklar… Onlar kolkola girince, Heja’yla ben de kolkola girdik. Tam karşılarında durduk, aramızda yarım metre mesafe yok…
Maskeli, kasklı, kalkanlı, Robocop gibi görünen adamların karşısında o kadar korunmasızdık ki… O anda saldırıya geçseler hiç şansımız yoktu. Yüzlerine bakmaya devam ettim. Gözüme bakarsa saldırmaz diye düşünüyordum. Bakamıyorlardı. Başlarını çeviriyorlardı.
Sonunda müdahale olmadı. Herkes sevindi, polisi alkışlayarak yürüyüp geçti. Ama şunu unutmamak gerekiyor ki, müdahale tehdidini uzun uzun yaşattılar bize. Yeryüzü iftarının yarattığı kardeşlik, paylaşım, sevgi duyguları arka arkaya çalışan iki TOMA sayesinde gölgelenmiş oldu.
Ne öğrendim polislere hurma verirken? Çoğu bizden nefret etmiyor ama aralarından bazıları bizi insan olarak görmüyor. Ama o bizden nefret etmeyen polisler var ya, çoğu çok genç ve korkuyorlar.
Canı istese de bir hurma almaktan bile korkuyorlar, amirlerinin önünde yanlış bir şey yapmaktan korkuyorlar, gözümüzün içine bakmaktan korkuyorlar. Sonuçta sadece rütbesi yüksek olanlar hurma aldı o gece.
Gündüz röportajı izlediğimde, polise “Bizim derdimiz sizinle değil, hükümetle” mesajını vermeye çalışalım diye düşünmüştüm.
Akşam olanlar o mesajı vermemizin çok bir şey ifade etmeyeceğini öğretti bana. “Biz size karşı değiliz, biz de insanız” dedikçe, üzerlerindeki baskı daha da artacak. Böyle bir çıkmaz.
Peki ne yapacağız? Polisin de haklarının olduğunu hatırlatmak için her yerde sesimizi çıkarmaktan başka bir çare göremiyorum. Ben hep, direne direne kazanacağımıza inanıyorum. (ND/EKN)