* Sonuçlar seçim sisteminin haksız ve adaletsiz olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Oyların yarıya yakını boşa gitti; halkın yarısının tercihi parlamentoya yansımadı. AKP % 35 oyla meclis sandalyelerinin % 65'ini elde etti. Barajın korunmasında ısrar eden partiler baraj altında kaldı.
* Halk yoksulluğa ve işsizliğe tepkisini açıkça ortaya koydu; yoksulluk sandıkta patladı. Hükümet partileri halkın öfkesinden nasibini aldı. Ama DYP, ANAP, MHP, DSP'den kopan oyların büyük ölçüde AKP'ye yönelmesi, yoksul halkın kendisini en iyi temsil edecek parti olarak AKP'yi görmesinden veya AKP'yi kendi yaşamıyla özdeşleştirmesinden değil, bir tür AKP'ye "sığınma" biçiminde gerçekleşti.
Seçim kampanyasında en çok parayı harcayan AKP, genel merkez binasıyla, başta genel başkan olmak üzere lider kadrolarının yaşam düzeyiyle, sermaye gruplarıyla olan ilişkileriyle vb. ekonomik düzenin bir parçası olduğunu açıkça ortaya koysa da, özellikle Tayyip Erdoğan'ın "mağduriyeti"nin de katkısıyla, halk sisteme duyduğu tepkiyi, oylarını AKP'ye akıtarak ortaya koymayı tercih etti.
* AKP'nin, "Din eksenli parti değilim," demesi, içte ve dışta, hala belli bir çizginin devamı niteliğinde bir parti şeklinde algılanmasını ortadan kaldırmış değil. Zaten böyle bir değişim kolay da değil. Bu yöndeki iradi çabaların samimi olduğunu varsaysak bile, tabanda bu yöndeki beklentiler canlı kaldıkça ve koşullar değiştikçe, siyasal İslam'ın AKP'de yeniden başat konuma gelmesi hiç de ihtimal dışı değil.
MHP için de değişimden söz edildi ama "ülkücü çekirdek" hep varlığını korudu ve MHP, hükümetin ekonomik-sosyal alandaki başarısızlığından olumsuz etkilenince son dönemde bu çekirdeği parlatarak siyasetinin merkezine oturttu. Aynı durum AKP için de geçerli olabilir. Önümüzdeki dönemde karşı karşıya kalacağı sorunlarla baş etmekte zorlandıkça "siyasal İslami çekirdeği" gündeme taşımakta tereddüt etmeyecektir.
* Sol, hiç şüphesiz seçimden büyük bir yenilgiyle çıktı. Sosyalist solun yoksul halk kesimleriyle hiçbir organik bağının kalmadığı acı bir gerçek olarak ortaya çıktı. Bu durum ayrıca ele alınmalı ve tartışılmalıdır.
Sosyal demokrasi ise, CHP'de temsil edildiği biçimiyle, seçkinci bir "rejim muhafızı" olmaktan öteye gidemeyeceğini bir kez daha gösterdi. CHP'nin sistemin mağdurlarıyla buluşmak, bunun için sosyal demokrasinin sınırları içinde bile olsa bir sistem eleştirisini gündeme getirmek yerine, "mevcut sistemi en iyi ben korurum, sürdürürüm" tavrını yeğlemesi sonucu, alıp alabileceği oyun % 20'yi geçemeyeceği görüldü.
Deniz Baykal'ın, yaptığı ilk değerlendirmede, "Rejim tehlikeye girerse karşısına dikilirim," demesi yerine, bu sonuçlardan ders çıkarması ve neden halkın yoksul ve emekçi kesimlerinde sempati uyandırmadığını sorgulaması gerekirdi, ama yapmadı. Umarız bu sorgulama solun içinde enine boyuna yapılır.
AKP iktidarında muhtemel çatışma dinamikleri
Kuşkusuz bu tespitler derinleştirilmeye muhtaçtır. Bugün için açık olan, AKP iktidarının işinin hiç de kolay olmadığıdır. Özellikle ekonomik-sosyal alanda karşı karşıya olduğu sorunlar devasa boyutlardadır ve bu sorunların çözümüne yönelik ortaya koyacağı yaklaşım AKP'nin sınıf tavrını da belli edecektir. Unutulmamalı ki AKP'ye gelen oylarda ekonomik-sosyal tahribattan duyulan hoşnutsuzluğun belirleyici önemi vardır ve bu alandaki başarı veya başarısızlık da AKP iktidarını geleceğini doğrudan belirleyecektir.
Şimdilik elimizdeki veri AKP'nin IMF ile görüşmeleri sürdüreceği, ekonomik programı devam ettireceği, ama gerekli revizyonu da yapacağı yönündeki taahhüdüdür. Bu söz IMF ve büyük sermaye gruplarınca olumlu karşılanmıştır. Kuşkusuz onların beklentisi, borç ödeme programının tavizsiz sürdürülmesi, bunun için faiz dışı fazla hedefinden sapılmamasıdır.
Bununla birlikte AKP'ye büyük destek veren orta ölçekli sermaye grupları, bir başka deyişle "yeşil sermaye" (!) dahil "Anadolu sermayesi", reel sektörün desteklenmesi adı altında devletten yeni kaynak arayışındadır. İlk talep, vergi gelirlerini arttırmayı hedefleyen "mali milat ve nereden buldun" uygulamasının tümüyle ortadan kaldırılmasıdır. Bu konuda verilecek tavizler, kamu mali dengesinin tümüyle altüst olmasını ve kayıt dışı ekonomiye tam teslimiyeti beraberinde getirebilir. Bekleyip göreceğiz.
Emekçilerin tavrı ise şimdilik "bekle-gör" şeklindedir. IMF programında revizyon emekçiler tarafından ihtiyatlı bir beklentiyle karşılanmaktadır. Emekçilerin, özellikle de sendikasız ve sigortasız yığınların büyük bir kısmının AKP'ye oy vermesi, AKP'nin ekonomik ve sosyal programından belli bir beklenti içinde olduklarını ortaya koymaktadır, ama sonuçlarından emin değiller.
Çelişki tam da buradadır. AKP'nin bir yandan IMF ile iç ve dış sermaye çevrelerine programa sadık kalacağı sözü verirken, diğer yandan belirli sermaye çevrelerinin kaynak taleplerini karşılayabilmesi, öte yandan geniş halk yığınlarının işsizlik-yoksulluğun ortadan kaldırılması yönündeki beklentilerine gerçekçi çözümler üretebilmesi son derece zordur, hatta imkansızdır. AKP tercih yapmak zorundadır. Bu tercih elbette AKP'nin sınıfsal niteliğini açıkça ortaya koyacaktır.
AKP iktidarına yönelik muhalefet de bu eksende tanımlanmak durumundadır. Bu alanda bir netleşme sağlanmadan, "laiklik" ile "siyasal İslam" arasındaki gerilim hattının siyasetin merkezine oturması sorunları büyütmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu yöndeki zorlamalar ve provokasyonların kırılabilmesi, ancak ve ancak siyasetin ana ekseninin ekonomik ve sosyal çelişkilere oturtulabilmesine bağlıdır. Muhalefetin bu yönde nasıl bir performans sergileyeceğini hep birlikte göreceğiz.
Sendikal alanda muhtemel gelişmeler
AKP iktidarını bekleyen önemli sorun alanlarından biri de çalışma hayatı. Bu alanda sorunlar o denli birikti ki, muhtemeldir ki, AKP hükümetinin ilk uygulamaları buraya yönelik olacak. Birinci sorun, hiç kuşkusuz, işsizliğin önlenmesidir. İstihdamın nasıl arttırılacağı, nasıl bir strateji ve planlama ile bu soruna müdahale edileceği, hangi kaynakların kullanılacağı temel sorulardır. AKP'nin bu konuda ayrıntılı bir programı bugüne kadar ortaya koyduğu söylenemez.
Krizde 2.5 milyon kişinin işini kaybettiğini söylemek kolaydır ama bunlara yeniden nasıl iş bulunacağını ikna edici bir şekilde ortaya koymak o kadar kolay değildir. Hele kaynak dağılımını ve bölüşüm meselesini gündeme getirmeden bu sorunu çözmeye çalışmak hiç inandırıcı olmayacaktır. "Piyasaya güven vereceğiz, faizler düşecek, yatırımlar artacak, insanlar iş bulacak..." biçimindeki mutlak piyasacı yaklaşımın istihdam sorununa çare getirmediği açıktır.
Bir başka sorun, çalışanların sendikal ve sosyal haklarıdır. AKP iktidarı parlamentonun son döneminde Meclisten çıkan "iş güvencesi" yasasında pek de başarılı bir sınav vermedi. AKP adına yapılan konuşmada, "İş güvencesinin hassas bir konu olduğu; işverenlerin de görüşüne başvurulmasının yararlı olacağı; bu nedenle yasanın aceleye getirilmemesi ve iş yasasında yapılacak değişikliklerle birlikte değerlendirilmesi gerektiği" ifade edilmişti.
Muhtemeldir ki AKP bu tavrını sürdürecek ve özellikle işveren çevrelerinin ısrarla bekledikleri "iş yasası" değişikliklerini gündeme getirecek. Oysa bu "iş yasası", içeriğindeki işverenlere keyfi davranma hakkı tanıyan esneklik hükümleriyle, işçi ve işveren arasındaki en güncel çelişkiyi ifade etmektedir. AKP'nin bu konuda izleyeceği tavır merakla beklenmektedir. Kuşkusuz işçiler kolayca böyle bir yasanın tek yanlı olarak çıkarılmasına onay vermeyeceklerdir.
İş yasasına bağlı olarak gündeme gelecek bir başka konu sendikal örgütlenme, grev ve toplu pazarlık haklarını düzenleyen 2821-2822 sayılı yasalardaki değişikliklerdir. Bu yasalarda varolan antidemokratik hükümler sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme hakkından yararlanan işçilerin fiilen % 10 düzeyinin altına inmesine neden olmuştur.
Bu hükümlerin kaldırılması, çalışma yasalarının ILO normlarına göre yeniden düzenlenmesi temel bir ihtiyaç olarak ortada durmaktadır. Yıllardır Türkiye ILO tarafından eleştirilmekte ve bu değişikliklerin yapılması talep edilmektedir. AB adaylığıyla birlikte bu eleştiriler AB tarafından da yöneltilmektedir.
Özetle, toplu sözleşme hakkından yararlanabilmek için işkolunda en az % 10 örgütlenme zorunluluğu, sendikaya üyelikte noter şartı, toplu sözleşme yetkisinin belirlenmesinde kullanılan aşırı bürokratik ve adil olmayan prosedür, sendikal örgütlenmeyi kırmak için kullanılan taşeron uygulamaları, haksız işten çıkarmalar vb. başlıca sorunlardır. Tamamen özerk çok düzeyli bir toplu pazarlık sistemi ise esas ihtiyaçtır. Bu alanda AKP'nin nasıl bir yaklaşım sergileyeceğini kestirmek şimdilik güçtür ama tercihini ağırlıkla sermayeden yana kullanacağını beklemek gerçekdışı değildir.
Önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacak bu sorun alanlarına yönelik olarak AKP'nin izleyeceği tavır toplumsal muhalefetin de görevini ve faaliyetini tayin edecektir. Parlamento içindeki ve dışındaki siyasal muhalefetin bu gündemle buluşması ise gelecekteki siyasal oluşumları doğrudan belirleyecek önemdedir. (TÇ/EK)