Tamam, önümüzde anayasa referandumu olduğu için her gün siyaset konuşuyoruz, gerçi “Hollanda’ya da ayar verdik, Almanya'ya da veririz!” gibi konuşmalar ne kadar siyasetse! Ama seçim veya benzeri türden olaylar olmasa da “siyaset” diye sunulan abuk subuk şeylerin konuşulması içinde yaşadığımız toplumu çok meşgul ediyor. Nietzche’ye atfedilen bir söze göre, “Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.” Yanlış, denebilir mi? Hele bizdeki gibi "siyaset" adına konuşulanların seviyesizliği de dikkate alınırsa üçüncü sınıftan daha da gerilere savrulmak mümkündür. Oysa 60’lı, 70’li yıllarda pek böyle değildik, en azından bugünkünden çok daha fazla edebiyat ve sanattan konuştuğumuz söylenebilir. Eğer bugün "siyaset" diye toplumun en geri, en ilkel duygularına sesleniliyor, şovenizm ve saldırganlık kışkırtılarak bir güç devşirilmeye çalışılıyorsa, bu, 15 yıllık AKP iktidarından sonra gelinen yeri gösterir. Aslında bu durum AKP’nin ne kadar kof, ne kadar zayıf olduğunun da bir göstergesidir. Kendi organik aydınlarını yaratamayan, kültürünü, sanatını geliştirip hegemonik duruma getiremeyen bir siyasal hareket geçici olmaya, zayıflamaya mahkûmdur.
* * *
Bugün edebiyatın ve sanatın çok konuşulmaması hem bir tür gerilemeyi hem de toplumun üzerinde nasıl bir baskı kurulduğunu gösteriyor. Daha özgür ve demokratik bir toplum için mücadele gelişkin olduğu ölçüde kültür ve sanatın, edebiyatın gelişimini de doğrudan etkiler. Edebiyatın, özellikle de öykünün üretimi, dolayısıyla yayımlanması ve gördüğü ilgiyle toplumsal ve siyasal koşullar arasında doğrudan bir ilişki vardır. Siyasal ve toplumsal olarak daha hareketli, daha canlı bir ortam elbette kültürel olarak da daha zengin ve yaratıcı olmayı getiriyor. Toplumsal değişim, dönüşüm taleplerinin güçlendiği, bu doğrultuda siyasal mücadelelerin yükseldiği koşullarda şiirle birlikte öykünün de ön plana çıktığı görülür. Örneğin, Türkiye’de 1960 –1980 arası böyle bir dönemdir ve gerek şiirde, gerekse de öyküde belirgin bir canlanma gözlenir. Sol hareketin de yükselişiyle ve kültürel alanda etkin olmasıyla belirlenen bu dönemde gelişen kitlesel mücadeleler doğal olarak kültürel alanda da karşılık bulur, kendilerine yer açar ve özlemlerini, taleplerini dile getiren şiirlere, öykülere dönüşürler. Nitekim bu dönemin başlıca şairlerinin, yazarlarının tam da bu talepleri, özlemleri eserlerinde yansıttığını görmek mümkündür. Aynı zamanda çeşitlenen ve zenginleşen konuların üst sınıflardan alt sınıflara, emekçilere, sıradan insanlara doğru kayması da söz konusudur. Bugün hala Türkiye’nin en önemli şairlerini, özellikle de öykü yazarlarını saymaya kalksanız öncelikle bu dönemde ürün vermiş isimler öne çıkacaktır. Şiir veya öyküyle başlayıp üretimi, yaratımı biraz daha uzun ve sancılı olan roman biraz daha geç gelir ama gelir. Nitekim öykü ile başlayan pek çok yazar biraz daha uzun vadede romana yönelmiş ve önemli eserler vermişlerdir. Türkiye’deki edebiyatın, özellikle romanın gelişmesinde bu dönemdeki kültürel birikimin, çatışmaların ve çalkantının, tartışma zenginliğinin mutlaka payı vardır. Hatta biraz fazla gecikerek de olsa son yıllardaki roman yazım ve basımının artması, “ilk roman” yayımının adeta patlama yapmasında böylesi bir tarihsel arka plan olduğu, belki de bu dönemin bir “kuluçka etkisi” yaptığı da düşünülmelidir.
* * *
Geçtiğimiz günlerde çıkan bir öykü kitabı 1960 –80 dönemine bu açıdan bakmayı ve düşünmeyi kışkırtıyor; Cemalettin Efe’nin Pencere Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı, KASET– Göç ve Değişim Öyküleri okuru bu yıllara götürüyor. Öncelikle ele aldığı konular, öykülerin kahramanları dolayısıyla bu yıllara doğru uzanıyor. Dersim’den başlıyor, Avusturya ve Almanya’nın çeşitli şehirlerinde dolaştıktan sonra İstanbul’da yolculuğu sona eriyor. Çünkü Efe’nin hayat yolculuğu da bu güzergâhta geçmiş; Dersim’de geçen çocukluk yıllarından sonra 15 yaşında “göçmen işçi” olarak gittiği Avusturya ve Almanya’da 40 yıla yakın çalışan Efe iyi bir gözlemci olarak müthiş öyküler biriktirmiş. Her biri sahici, gerçek olaylara dayanan bu öykülerin dili, anlatım tarzı, kahramanları öncelikle bir değişim ve dönüşüm sürecini, daha doğrusu hemen her defasında hayatın yeniden kurulmasını anlatıyor. Gidilen, göç edilen her yerde hayata yeniden başlamanın nasıl bir emek, inanç, kararlılık ve mücadele azmi gerektirdiği hatırlanacak olursa ortaya çıkan öykülerin ekseni ve havası da tahmin edilebilir.
Nitekim Efe de edebiyatın “kör noktalarına” yönelmiş daha çok ve bu noktalarda olan biteni, kültürel şartlanmaları, ancak belli biçimler altında görülmenin, çoğunluktan değil azınlıktan, farklı milliyetten, cinsiyetten, kimlikten, inançtan olmanın meydana getirdiği sorunları işlemiş. Öncelikle kendisi de bunları doğrudan yaşayan birisi olarak aktardığı çarpıcı, etkileyici öyküler çok sahici. Zaten kurmacadan çok doğrudan gözleme ve yaşanmışlığa dayandığı hemen anlaşılıyor ve bu da öykülerinin etkisini ve inandırıcılığını artırıyor. Ve doğrusunu söylemek gerekirse öykülerin güzelliği ve gücü de bu sahicilik ve inandırıcılıktan geliyor. Efe’nin dili ve anlatımı bu sahiciliği eksiltmiyor ama daha da zengin bir dil ve anlatıma sahip olabildiği ölçüde çok daha güzel, çok daha etkileyici öyküler kaleme alacaktır.
1970’lerin ve 80’lerin dünyasına bizi götüren bu öyküler o dönemin zorlukları kadar güzelliklerini de gözümüzün önüne seriyor. Efe bu topraklarda öykünün de en güçlü olduğu o yılların insanlarını anlatırken kendi öykülerinde o güçlü öykülerden de esintiler veriyor.
Kitabın arka kapağında da denildiği gibi; “Efe’nin Dersim, Viyana, Bregenz, Feldkirch, Heidelberg, Berlin, Manheim gibi yaşadığı çok çeşitli coğrafyalardan ve çok farklı hayatlardan devşirdiği öyküler yaptığı kayıtlar 70’li, 80’li yılların kasetleri gibi… Çok ilginç sesler, görüntüler karşımıza gelirken kendimizi de o yılların dünyasının içinde buluyoruz; bütün yoksulluğu, yoksunluğu, çaresizlikleri ama aynı zamanda sevgisi, cesareti, dayanışması ve elbette bütün masumiyeti ve naifliğiyle… Bugünden, bugünün dünyasından ve Türkiye’sinden bakınca o günleri özlememek mümkün mü? Efe’nin öyküleri bu özlemi gideriyor.”
Ve 16 Nisan’dan sonra tekrar edebiyat ve sanattan daha çok konuşulacak bir Türkiye’nin yolunun da açılabileceğine ilişkin bir umut ve iyimserlik veriyor… (SÖ/AS)
* KASET– Göç ve Değişim Öyküleri, Cemalettin Efe, Pencere Yayınları, 256 sf., Mart 2017