Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndne ihraç edilen Prof. Dr. Yüksel Taşkın'ın Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde 33. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
11 Ocak 2016 tarihli metni imzaladığım sırada Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde profesör kadrosundaydım. Ölçüsüz, hakkaniyetsiz ve mesnetsiz saldırılara uğradık. 7 Şubat 2017 tarihli 686 sayılı KHK ile barış talebinde bulunan bir bildiri imzaladığım için çok sevdiğim mesleğimden ve çok sevdiğim öğrencilerimden koparıldım.
KHK ile atıldıktan sonra geçimimi yurt içerisinde sağlamam imkânsız hale getirildi. Pasaportuma el konulmuş olduğu için yurt dışında kazandığım bursu değerlendirmem mümkün olamıyor.
Birçok üniversitenin soruşturma dahi açmaya gerek görmediği, bazı üniversitelerin uyarı veya kınamayla geçiştirdiği bir imza nedeniyle, KHK ile mesleğinizden edilmek, hangi evrensel adalet ilkesiyle uyumludur?
Mensubu olmakla gurur duyduğum bölümümüzde öğrenciler arasında kavga etmeden fikir tartışması yürütülebilmesi ve hoşgörü kültürünün oluşması için çok çabaladım. Şiddet kültürünü bölümümüze sokmadık. On beş yıl çalıştığım bölümde bir kez bile siyasi nedenlerle öğrencilerimizin seslerini yükselterek tartıştıklarına, kavga ettiklerine şahit olmadım. Öğrencilerimizin farklılıklarına rağmen medeni ilişkiler kurabilmeleri, biz yetişkinlere ders olmalıdır.
Benim Türkiye hayalim de budur:
Gönül köprüleriyle birbirine bağlı, barış içerisinde yaşayan, müreffeh ve huzurlu bir toplum. Bildiriye imza atma gerekçem de budur. Sonuçta imzacılara makam, mevki vaat edildiği yoktu. Tam tersi, ölçüsüz bedeller ödedik, ödemeye de devam ediyoruz...
Hayatı boyunca, siyasi hedeflere ulaşmak için şiddetin araç olarak kullanılmasına karşı çıkmış, öğrencilere bu değerleri aktarmak için çabalamış birisine “terör propagandası” suçu isnat etmek, sadece tutarsızlık değil, çok büyük haksızlıktır da...
Bizler sadece demokratik bir ülkenin haysiyetli insanları olarak yaşamak istiyoruz, o kadar.
Ben ve benim gibi Barış Bildirisini imzalayan çok sayıda insan, anayasanın güvence altına aldığı ifade özgürlüğümüzü ve eleştiri sorumluluğumuzu kullandığımız için ölçüsüz, adaletle bağdaşmayan bedeller ödüyoruz.
Elbette bu haksızlıklara karşı hukuka saygı ve adalet ilkelerine bağlılık içerisinde sabırla ve inatla mücadele edeceğiz. Elbette kamuoyunu bu haksızlıklarla ilgili bilgilendirme çabalarımızdan vazgeçmeyeceğiz.
Asla yılgınlığa kapılmıyoruz çünkü verdiğimiz mücadele bu ülkeyi düşünce suçu ayıbından kurtarma mücadelesidir. Bu sadece kendimiz için verilen bir hak mücadelesi değildir. Elde ettiğimiz her kazanım, bu ülkede ifade özgürlüğünün zeminini güçlendirecek.
Bu ülke düşünce suçluları üretmeye devam ediyor. Bir ara düşünce suçu utancını aştığımıza inanmış, ülkem adına mutlu olmuştum. Bugün geldiğimiz noktada mevcut içtihatlara, uluslararası anlaşmalara, anayasa mahkemesi kararlarına rağmen hala basit ifade özgürlüğü meselelerini alıp düşünce suçuna çeviriyoruz.
Düşünce hele hele şiddet davet etmeyen, tam tersi barış olsun diye taşın altına elini sokan, sorumluluk hisseden aydınların düşüncesi suç olabilir mi?
Suç olduğu iddia edilen şey, kendi hukukumuzun şüpheye yer bırakmayacak şekilde hak olarak tanımladığı bir beyandır:
T.C. Anayasası 74. Maddesi "dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakkı”yla bu tür tasarrufları güvence altına almış bulunmaktadır. Ayrıca böyle bir tasarrufun "ifade ve görüş açıklama özgürlüğü” kapsamında da hem T.C. Anayasası (Madde 25 ve 26) hem de Türkiye'nin taraf olduğu çeşitli uluslararası hukuk metinleriyle (örneğin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi (AİHS) garanti altına alındığı bilinmektedir.
Gönül ister ki bu apaçık gerçeklik, kendi adalet mekanizmamız içerisinde hızla değerlendirilsin ve sorun çözülsün. Ülkemizin başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere kendi hukuk kurumlarının özgürlüğü genişletici içtihatlarıyla zaten çözülmüş bir meselede mevcudun gerisine düşmeyeceğimizi umut etmek isterim.
Barış bildirisinin suç değil temel haklar kapsamında değerlendirilmesi gerektiğinin en önemli göstergelerinden birisi, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a açılan bir tazminat davasında, Cumhurbaşkanımızın avukatı Ahmet Özel’in yaptığı savunmada başvurduğu aşağıdaki gerekçedir ki, aynen katılıyoruz:
“Düşünce özgürlüğü, demokrasinin temel ilkesidir. AİHM’e göre ifade özgürlüğü, devletin veya nüfusun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgi ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir. Bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz.”
Şimdi lütfen bu aynen paylaştığımız değerlendirmeyi aklımızda tutarak bize yöneltilen suçlamayı anımsayalım:
Yargılandığımız, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 7/2 maddesi şu şekildedir:
" Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."
Bir barış bildirisi imzalayarak yukarıda tanımlanan bir suçu nasıl işlemiş olabiliriz? Barış bildirisinde hiçbir örgütün adı geçmiyor. Adını anmadığımız bir şeyin propagandasını nasıl yapmış olabiliriz? Bildirinin hiçbir yerinde bir şiddet çağrısı, cebir ve şiddeti meşru gösterecek bir vurgu, tehdit içeren herhangi bir söz bulunmuyor. Aksine tüm bunların olmaması için insani bir gayret söz konusu. Bildirimizin içeriği hiçbir koşulda TMK 7/2 maddesinde tarif edilen duruma uymuyor.
İddianamede "Beşe Hozat adlı bir kişinin talimatıyla böyle bir bildiri imzaladığımız" söyleniyor. Bu şahsın adını ilk kez bu vesileyle öğrendim. Bu şahısla talimat ilişkisine girilebilecek ortak bir aidiyet dünyam, ortak bir kurumsal alan mevcut değildir. Siyasi anlayışımda talimat değil, tartışma, ikna ve özgür irade öne çıkan değerlerdir. Üstelik vicdanımdan başka bir talimat kaynağım da yoktur.
Kısaca hiçbir şekilde delillendirilemeyen, havada kalan bu iddiayı dikkate almamanızı diliyorum.
Çözüm süreci devam etseydi birileri belki barışı savunduğumuz için “Cumhurbaşkanından talimat aldığımızı” dahi iddia edebilirdi. Mevcut iktidar Çözüm Süreci’ni sürdürürken, onlara karşı olanların kullandıkları dil ve suçlamalar, şimdi bize karşı yöneltiliyor.
Üstelik biz sabit kaldık, aynı değerleri savunmaya devam ediyoruz. Suçumuz ilkeli olmak mıdır?
Başka koşullar altında yargılanmayacağımız bir meselede, mevcut koşullar altında yargılanmamız bile meselenin siyasetin gölgesine bırakılmaması gerektiğinin en önemli göstergesidir.
İmzacılara “talimat aldılar” isnadı yapanların görmedikleri gerçek şudur:
İmzacılar son derece heterojen, çok farklı bireylerden oluşuyor. Tek ortak tarafları barış talebidir. Aynı siyasi partiyi geçtim aynı demekte dahi yan yana bulunmaları çok zor olan bu insanlar, “kurşun asker gibi” bir talimatla yan yana nasıl gelebilirler? Bu inandırıcılıktan uzak bir iddiadır.
İmza atma gerekçem de vicdani, insani bir tercihtir. Aydın olma sorumluluğuyla alakalıdır.
Fakat aydınların yargılarının mutlak haklı olduğuna asla inanmadım. Asla kendimize yanılmazlık atfetmiyoruz. Başkaları bizden taban tabana zıt değerlendirmelerde bulunabilirler. Bildirimizdeki tezlere karşı bildiriler de yayınlayabilirler.
Kamuoyu da bu tartışmalara bakarak temel meselelerde kararını verir. Demokrasiyi zengin kılan da bu tartışma özgürlüğüdür.
Bir vatandaş olarak 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra güneydoğu illerimizde yoğunluklu olarak Kürt vatandaşlarımızın yaşadığı yerleşim birimlerinde giderek büyüyen şiddet ortamından endişeye kapıldım. Özellikle sivil can kayıplarına yönelik haberlerden dolayı hem üzüldüm hem de nispeten rahat hayatımdan dolayı suçlu hissettim.
Aynı ülkenin doğusunda yaşanan acıların batısında yankı bulamaması, asıl bizi bir toplum veya millet olmaktan uzaklaştıracak olan şeydir.
Tam da bu nedenle Çözüm Süreci’ne destek vermiştim. Hatırlanacak olursa Çözüm Süreci 2014 Temmuz'unda çıkarılan bir kanunla yasal bir zemin de kazanmıştır.
Böyle bir deneyime sahipken yeni bir çatışma ortamının doğması vatandaş olarak bizleri umutsuzluğa sevk etmişti. Böyle bir ortamda meşru muhatap ve siyasi irade sahibi hükümet ve yöneticilere yönelik bir barış çağrısı yapmak benim için vicdani ve akılcı bir karardı.
İmzamın bundan öteye bir gerekçesi yoktur ve yukarıda vurguladığım gibi anayasal bir hak ve yurttaş sorumluluğunun yerine getirilmesinden ibarettir.
İddianamede, bir imza metni olmadığı için şahsımla ilişkisini kavramakta zorlandığım 10 Mart tarihli basın açıklaması üzerinden bu suçu işlemeye devam ettiğim iddia edilmektedir. Bu basın açıklaması bir suç teşkil etmemekle birlikte, katılım göstermediğim bir açıklamanın bana yöneltilen ithamlara eklenmesinin hukuk mantığına aykırı olduğunu düşünüyorum.
İddianamede bildirinin İngilizce çevirisine yer verilerek o çeviride bulunan bazı ifadeler, aleyhte delil olarak sunulmuştur. Benim tarafımdan imzalanan metin Türkçe’dir ve kamuoyuna açıklanan metin de budur. Kimin tarafından çevrildiğini bilmediğim ve altında imzam olmayan bir metnin aleyhime suç delili olarak gösterilmesi, olsa olsa bir hukuk garabeti olarak nitelenebilir.
Bildiri internet ortamında bana ulaştı. Herhangi bir suç unsuru içermediğini gördüğüm ve ülkede barış ve huzurun oluşmasına katkı yapacağını düşündüğüm için yine internet ortamında onaylayarak iletmiş bulundum.
Yukarıda aktardığım gerekçelerden yola çıkarak terör örgütü propagandası iddiasını reddediyor ve heyetinizden beraatımı talep ediyorum. Mahkemenizce aksi düşünülecek olursa lehime hükümlerin uygulanmasını diliyorum. (YT/BK)
* Fotoğraf: Damla Sandal, 16 Şubat 2017, bianet