Yeni medya mimarisi: Gazeteci içinde mi yoksa dışlandı mı?
1980li yıllarda şirket evliliklerine ve çapraz mülkiyete dayanan medyadaki sahiplik sisteminin dönüşümü tüm dünyada farklı bir medya örgütlenmesinin de habercisiydi. Günümüzde ise gazetecilik mesleğinden gelenlerin yürüttüğü geleneksel medya sahipliğinin yerini büyük sermaye gruplarına bıraktığını görüyoruz. 1980li yıllardan itibaren temeli atılmaya başlanan yeni medya mimarisi 1990lı yıllarda olgunlaştı ve bugün bu yapının neredeyse bir gökdelen üzerine inşa edildiğini görüyoruz.
Yetenek sahibi kişilerin katıldığı küçük ölçekli üretim sürecinden teknoloji ile içli dışlı olan, üretim sürecinde ulus aşırı bağlantıların gerçekleştiği, örgütsüzlüğün hakim olduğu ve gazeteciliğin anlam değiştirdiği büyük ölçekli üretim sürecine geçildi. 1980lerde medyanın holdingleştiği 1990larda ise holdinglerin medyaya girdiği yeni düzende medyanın toplumsal işlevi geri plana itilerek; dev bir sanayi kompleksi olan medyanın şirket stratejileri ön plana çıktı. Dolayısıyla 1980ler medya düzeninin ilk kırılma noktası ve yeni medya mimarisinin de temelinin atıldığı dönem olarak değerlendirilebilir. Türkiye özelinde düşündüğümüzde ise 1980lerdeki ilk kırılma noktasının ardından temel iki kırılma noktası daha gerçekleşti: 1990da ilk özel televizyonun yayın hayatına başlaması ve 2001 yılında yaşanan ekonomik kriz.
Medyanın Yeni Yüzü
Yeni yapının müteahhitleri artık medya patronları
1980lerden başlayarak, 1990lara gelindiğinde medyadaki dönüşüm neredeyse tamamlanmıştı. Teknolojik yenilikler ve ticari baskılar sonucu finansman, içerik ve yayınlara erişim olmak üzere üç temel alanda yayıncılık yeni bir yapı kazandı. Bu yapının en büyük mimarı ise medyanın yeni sahipleri yani patronlarıydı. Dolayısıyla bugün artık tüm dünyada tecimsel yayıncılığın egemen olduğunu söylemek çok da yanlış olmasa gerek.
1980lerde başlayan ve 2000lere taşınan medya-holding bütünleşmesinin yapı taşları şöyle sıralanabilir: siyasi alan başta olmak üzere birçok alanda prestij sahibi olma ihtiyacı, promosyonla büyüme, kamu yayıncılığının tahtını elinden alan özel televizyonlar, ekonomik krizler, dağıtımda ve reklamda kartellerin oluşması ve sermaye gruplarının, sendikal hareketin tasfiyesine ilişkin ortak paydada buluşması.
Medyanın bu yapısal dönüşümü günümüzde sorgulayan, araştıran gazeteci tipi yerine medya patronun çıkarlarını kollayabilen, magazinel anlayışı yaygınlaştıran bir gazeteci istihdamını gündeme getirdi. Bu anlayış da, klasik gazetecilik formasyonuna sahip basın çalışanlarının giderek tasfiyesine yol açttı. Medya yöneticilerinin hanelerine pozitif anlamlar yüklenirken; bu durum, muhabir ve diğer çalışanlara da negatif bir özellik atfetti.
Medyanın Mimarsindeki Değişim Gazeteciyi Nereye Yerleştiriyor?
FEJS 2005 Yıllık Toplantısının, yalnız medyaya özgü olmayan bu yeni yapılanma anlayışında, dönüşen ve yeni yeni ortaya çıkan değerlerin, kabullerin, önceliklerin, ilişkiler sisteminin gazeteciyi nasıl etkilediğini sorgulamak ve çözüm önerileri üretmek gibi bir misyonu var.
Tüm bu gelişmelerden yola çıkarak; Yeni medya mimarisi tartışması ile yaşadığımız dönemin belirleyici özelliği olan ve bölge, kişi, kurum vs. farkı gözetmeksizin maruz kalınan küreselleşme olgusunun, önemli bir yönlendirici etkiye sahip medya kurumuna etkilerini ve sonuçlarını ve özellikle bu etki ve sonuçların gazetecilere nasıl yansıdığının tartışılmasını hedefliyoruz. Ayrıca medyanın bugün artık yalnızca medyadan ibaret olmayan yeni yapılanışını, bu yapı içerisinde dönüşen ve ortaya çıkan yeni değerler, kabuller, öncelikler, ilişkiler sistemini sorgulamak ve çözüm önerileri üretmek gibi bir misyon da edindik kendimize. Tüm bu tartışma noktaları ve medya tarifleri bağlamından yola çıkılarak çerçevelendirilen oturumlarda daha çok yaşanmış olaylar ele alınarak somut durumlar üzerinden tahliller yapılacaktır. Tüm bu tahlillerin sonucunda da ayrıca bir sonuç bildirgesinin sunulması hedeflenmektedir.
Tanımlamaya çalışacağımız yeni mimarinin tuğlaları ise şunlar:
Medya Sahipliğinde İdeolojik Oydaşma
Birçok işadamının çıkarlarını göz önünde bulundurarak girdiği medya sektörü , farklı sesleri barındırıyor gibi gözükse de patronlar yine de ortak çıkarları için birbirleriyle ideolojik anlamda buluşmaktadırlar.
Basın sektöründeki yoğunlaşma ve tekellerin oluşması, 19. yyın son çeyreğinden itibaren önce ABDde olmak üzere Avrupanın çeşitli ülkelerinde meydana gelmeye başladı. Günümüzde hızla yoğunlaşan bu tekelleşme sürecinin başlangıcı 1980lere kadar götürülebilir.
Ekonomik ve siyasal gelişmeler dünya medyasında büyük değişimlere sebep oldu. 1980lere kadar üretim sürecinin pek çok aşamasında uzman ya da yetenek sahibi olan elemanların ve de düşük düzeyde makineleşmenin söz konusu olduğu, geleneksel medya yapısının asıl amacı haber ve bilgi aktarımıydı. 1980 sonrasında ise, medya dışı sektördeki büyük sermaye gruplarına egemen olan, muhabiri ve diğer basın çalışanlarını baskı altında tutan, dev bir sanayi kompleksi olarak şirket stratejilerini ön plana koyan yeni medya sahipliği ortaya çıktı.
Bir güç/iktidar alanı olarak medya
İş çevrelerinin medya alanını seçmesinde; bu gücü silah olarak kullanıp, diğer sektörlerde etkinlik kazanmak ve kamu ihalelerini alabilme amacı söz konusu. Medyanın mülkiyet yapısındaki bu değişimler, sektörün son derece pahalı ve karmaşık hale gelmesini ve dolayısıyla geleneksel medya sahipliğinin bu sektörde tutunmasını olanaksız hale getirdi.
Bu gelişmeler sonucunda gazetecilikle hiç bir ilgisi bulunmayan ticaret ve sanayi burjuvazisinin kontrolüne giren medyada hem yatay hem dikey hem de çapraz tekelleşme söz konusu oldu. Bu anlamda birçok işadamının çıkarlarını göz önünde bulundurarak girdiği medya sektörü, farklı sesleri barındırıyor gibi gözükse de patronlar yine de ortak çıkarları için birbirleriyle ideolojik anlamda buluşmaktadırlar.
Yeni medya mimarisinin en önemli tuğlası: İdeolojik tekelleşme
Yeni medya mimarisi zincirinin ayrılmaz halkalarından biri olan ideolojik tekelleşme, bu mimarinin oluşmasında ve de oluşan bu yeni koşullarda gazetecinin yerinin belirlenmesinde çok önemli bir yere sahip. Bu nedenledir ki; Nisan ayında yapılacak FEJS 20. Yıllık Toplantısında ideolojik tekelleşme, konusu, oluşumu, gelişimi ve etkileri bakımından ele alınacaktır.
21.yyın Gazetecisi Kim?
Grup çıkarları, iktidar ve güç odaklarıyla bağlantılı, toplumsal sorumluluktan yoksun, mesleki dayanışma ruhundan uzak ve kişisel pazarlık yapan gazeteci tipi oluşturulmaya çalışılıyor.
Basının yaşadığı yapısal dönüşüm, sermayeye ve iktidarlara dayanma durumu; medyanın büyük bir sermaye ve iktidar gücü haline geldiği ortam, kaçınılmaz olarak gazetecinin kendisini de dönüştürdü. Halkın içinde yaşayan, onun sorunlarına duyarlı, entelektüel ve idealist gazeteci tipi artık arka planda kaldı. Bu mimari, yöneticiler ve muhabirlerle diğer basın çalışanları arasında kesin sınırların çizilmesini de beraberinde getirdi. Grup çıkarlarına bağlı, iktidar ve güç odaklarıyla bağlantılı, toplumsal sorumluluktan yoksun, mesleki dayanışma ruhundan uzak ve kişisel pazarlık yapan gazeteci tipi ise giderek medya ortamına hakim olmaya başladı. Medya kurumlarındaki yeni habercilik anlayışına uygun gazetecilerin istihdamı sadece Türkiyede değil, Yunanistan gibi birçok Avrupa ülkesinde de söz konusu.
Bugün medyadaki sahiplik sisteminin bir sonucu olarak yönetici konumunda bulunanların ya da bu kesim içerisinde söz söyleme yetkisine sahip kişilerin elit kesime ait oldukları varolan bir gerçek. Dolayısıyla bu kesimin, kendi sınıfsal çıkarlarını da yansıtarak ayrıcalıklı elitin, algılama, beklenti ve tutumlarını paylaşmaları doğal bir sonuç. Sistemin içine giren gazeteciler de bu değerleri içselleştiremeyip, ideolojik baskılara uyum sağlayamadıkları sürece başarılı olamamakta ve adeta doğal bir süreçmiş gibi elenmektedirler.
* Medyanın kazandığı endüstriyel yapıda gazeteci kimdir ve nasıl bir misyon yüklenmiştir?
* Muhalif bir gazeteci medyada ne kadar yer alabilir?
* Ticarileşen gazetecilik mesleğinin bir sonucu olan niteliksiz emek gücü, izleyicilerin de niteliksiz bir bilinçlenme sürecine girmelerine neden oluyor mu?
* Bugün bağımsız gazeteciler kimler ve kendilerini nasıl tanımlıyorlar?
* Yeni etik kodlar neler? Bu kodlar ülkeden ülkeye hatta bir ülkedeki gruplar arasında ne gibi farklılıklar gösteriyor? Medyadaki bu yapılanmada nasıl bir rol oynuyor? Bu süreç, gazetecileri nasıl etkiliyor?
* Miladı çok yeni olmayan bir kavram olan iliştirilmiş gazeteci (embedded journalist)? Çatışma içindeki medyada gazeteci nerede? Bu süreçte gazetecinin kimliği nasıl şekilleniyor ve nasıl bir misyon yükleniyor?
Tüm bu sorulardan ve çıkış noktasından hareketle gazetecilerin bugün medya kuruluşlarında nasıl varolduğu; ancak nasıl varolması gerektiği tartışılacaktır.
Gazetecilerin örgütsüzlügü
Bugün Türkiyede sendika denildiği zaman akıllara ilk olarak ücret sendikacılığı geliyor.
Basın çalışanlarının sorunları ile sendika arasındaki ilişki, özellikle medyanın mülkiyet yapısındaki değişimle birlikte yeni bir sürece girdi. Ve bu süreçte yaşanan dönüşüm çalışanların haklarını da çok ciddi şekilde etkiledi. Tekelleşmeyle birlikte basın çalışanlarının iş güvencesi ve editoryal bağımsızlığı iyice kısıtlandı ve sendikalaşması da fiilen etkisiz hale getirildi.
Avrupa ülkelerinde, örneğin Fransada, gazetecilerin mücadelesinin, basın sendikalarının hem kamuoyunun doğru bilgilendirilmesinde hem de diğer çalışanların haklarının elde edilmesinde dolayısıyla demokrasinin kurumsallaşmasında önemli katkı sağladığı bilinmekte. Avrupa ülkelerinde bu süreç, genelde aşağıdan yukarıya doğru yani işçi sınıfının tabandan mücadelesiyle oluşmuş ve gelişmişse de, Türkiyede farklı bir düzeyde seyir izlemiştir. Türkiyenin tarihsel ve sosyolojik yapısı, gelenekleri işçi sınıfının ve buna bağlı olarak basın çalışanlarının aşağıdan yukarıya doğru bir mücadelesi sözkonusu olmadığından dolayı yukarıdan aşağıya doğru ifade edilen devletin vesayeti altında ve izni ölçüsünde basına birtakım hakların verilmesi şeklinde gerçekleşmiştir denebilir.
Sendikal hareketsizlik
Basın çalışanlarının sorunlarının, mevcut sendikal yapıyla mı ya da aşağıdan yukarıya doğru bir mücadeleyi benimseyen bir sendikal hareketle mi azaltılabileceği veya koruyucu mevzuatın geliştirilmesini önceliğe alan ve tarihsel pratiği de göz önünde bulunduran yeni bir sendikal modelle mi çözümlenebileceği konusu tartışmanın odak noktasıdır.
Türkiye özelinden yola çıkarak Avrupa ülkelerindeki sendikaların tasfiyesini tartışırken hedeflenen, şu sorulara yanıt aramak olacaktır:
* Gazetecilerin kazanılmış haklarını koru(ya)mamalarının nedenleri neler? Kendileri mi, sahiplik sisteminin oluşturduğu koşullar mı yoksa eksik sınıf bilinci mi?
* Sendika denildiğinde sadece ücret sendikacılığının anlaşılması sendikanın tasfiyesinin bir nedeni olabilir mi?
* Basında sendikanın tasfiyesinden sonra medya çalışanlarının sorunları ne ölçüde arttı, ne boyutlara vardı?
* Sendikal dönemde ne gibi haklar vardı, sonrasında ne gibi kayıplar oldu?
* Medya mülkiyet yapısındaki değişim sonucu basın çalışanlarının hakları ne ölçüde etkilendi, istihdam biçimleri ngibi bir gelişim gösterdi?
Akademi ve medya
İletişim fakültelerinin mezun profili iki farklı nitelik arzediyor: Kimi iletişim fakülteleri medyayla kurduğu sıkı bağlar sonucu medya kuruluşlarınca aranılan iletişimci yetiştirirken; kimileri ise medyanın mevcut yapısına tepki üreterek daha akademik kaygılarla eğitim vermekte.
Avrupada ve dünyanın birçok ülkesinde teknolojinin gelişmesi ve iletişimin öneminin artması ve haberleşme gibi birçok ihtiyaç iletişim eğitimine ilişkin gereksinimini ve talebin artması dolayısıyla da istihdam fazlasını beraberinde getirdi. Tüm bunlar bugün Avrupada birçok ülkede iletişim eğitimine dair tartışmaların da kaynağı aslında.
Türkiyede iletişim fakülteleri, gerek kuruluşları sırasında tercih ettikleri eğitim politikaları gerekse de öğretim kadrolaşması ve yönetim süreci sonucu verdikleri eğitim açısından farklılık göstermekteler. Dolayısıyla bu farklılık, iletişim fakültelerinin mezun profilini iki farklı yöne sevketmekte: Kimi iletişim fakülteleri medya ile kurduğu sıkı bağlar sonucu medya kuruluşlarınca aranılan iletişimci yetiştirirken; kimileri ise medyanın mevcut yapısına tepki üreterek daha kuramsal kaygılarla eğitim vermekte. Bu başlığa dair temel soru ve sorunlar şöyle sıralanabilir:
* Türkiyedeki mevcut durum, Avrupa ülkelerinde nasıl bir seyir gösteriyor?
* İletişim fakültesi mezun profili ne olmalı? İletişim fakülteleri meslek eğitimi mi yoksa akademik eğitim mi vermeli?
* Üniversiteler, içinde yer aldıkları toplumun yeniden üretiminde işlevsel olan yani piyasanın taleplerini karşılayan mesleki bilgi ve becerileri üretmek ve aktarmakla sınırlı kalabilirler mi?
* İletişim fakülteleri çok yönlü eğitim mi; yoksa uzmanlaşmaya yönelik mi vermeli?
* Hangi sistem daha etkili: Akademik olarak bir gazetecilik eğitimi almak mı; yoksa başka bir alanda eğitim aldıktan sonra kurs ya da özel bir eğitim almak mı daha gerekli ve etkili?
* Medyanın günümüze dek gerçekleştirdiği yapılanmada akademinin etkisi nedir? Özellikle medyanın yeniden yapılanma sürecinde akademinin yeri nerede?
Yeni enformasyon teknolojileri: Gazetecilerin cenneti mi ; yoksa cehennemi mi ?
Yeni enformayon teknolojileri öylesine büyük bir hızla ve kendini belli etmeden gelip hayatımıza yerleşti ki bu yerleşmeyi takip etmek çok zor. Artık birçoğumuz evimize telefon hattı almaktansa cep telefonlarını kullanmayı tercih ediyoruz. Hatta bu durum öylesine gelişti ki artık cep telefonlarını sadece ev telefonları yerine değil, aynı zamanda haber, reklam vb. amaçlarla da kullanıyoruz. Bu işleyiş, iletişim araçlarının birbirleriyle eklemlenmelerini kolaylaştırarak, kendisine sıkı bir zemin hazırladı. Dolayısıyla bu süreç, bizlerin de başkalaşmasını, yabancılaşmasını beraberinde getirdi ve bugün birçoğumuz yaşadığımız dünyaya yabancı bir nevi öteki olarak dahil oluyoruz.
Mutluluk tablosu olarak yeni iletişim teknolojileri
Yeni iletişim teknolojilerinin bizleri, hayatımızı nasıl değiştirdi? sorusu, aslında öylesine kolay verilecek bir cevap olmasa da temelde ilk akla gelen yanıtlar şöyle farklılaşıyor: Bunlardan biri, yeni iletişim teknolojilerinin dünyayı küçültüp, zaman ve mekan kavramlarına farklı bir boyut kazandırdığı yönünde. Yeni enformasyon teknolojilerinin, yani medyanın sağladığı zaman ve mekan sınırsızlığı ile bilgiye, habere, iletiye daha kolay ulaşabildiğimiz ve bu durumun bir mutluluk tablosu sergilediği yönünde. Bu tablonun en büyük temsilcisi ise dünyanın küresel bir köy olduğunu savunan Marshall McLuhan. McLuhannın çizdiği tabloya göre, yeni iletişim teknolojileri, insanları eşit bir ortamda özgürleştiriyor. Yani bilginin herkes tarafından üretilebileceğini, kolayca ulaşılıp yararlanılabileceğini savunuyor.
İç karartıcı bir portfolyo...
Diğeri ise, iletişim teknolojilerine kötümser bakan bir bakış açısının sonucu. Dolayısıyla enformasyon teknolojileri mevcut eşitsiz iletişim akışını daha da pekiştirdiğini söylemek çok da yanlış olmasa gerek.
Teknolojiyi ithal eden gelişmekte olan ülkeler sadece teknolojiyi değil, aynı zamanda onun oluşturduğu hayat tarzını da beraberinde getirmekte ve küresel bir boyuta taşımakta. Dolayısıyla bu da medya emperyalizmini, daha da geniş tutacak olursak, kültür emperyalizmini de beraberinde getirmektedir.
Ulus devletler sözkonusu olduğunda medya emperyalizmi, kendini bir ülkenin diğer bir ülkeyle medya ilişkisinde dengeli bir alışveriş yerine bir tarafın diğeri üzerinde etken olarak gören bir egemenlik olarak değerlendirilebilir. Medya emperyalizmi ilişkisinde, egemenlik sağlayan taraf bu egemenliği ya ticari ve siyasal strateji olarak ihraç eder ya da bu egemenliği kasıtsız bir şekilde veya farkında olmadan ya da tam tersine bilinçli bir şekilde siyasal, ekonomik ve sosyal ilişkilerindeki egemen etkilerle yayar. Dolayısıyla medya içeriklerinin küresel güçlerin, tekellerin çıkarları doğrultusunda oluştuğunu dikkate aldığımızda medyanın ulus-devleti kemirerek yok eden bir araç olduğunu söyleyebiliriz.
Yeni iletişim teknolojileri bir imkan mı yoksa imkansızlık mı?
Yeni iletişim teknolojilerinin hayatımızdaki yerini ve etkilerini sorguladığımızda aslında üzerinde durmamız gereken eğer yeni enformasyon teknolojilerini bir imkan olarak değerlendiriyorsak bu imkanların kimler tarafından ne için ve nasıl kullanıldığını tespit etmek olmalı. Bunun yanında şu sorular da öyle sanıyoruz ki, sayısal bölünme, sayısal uçurum, sayısal ayrım ya da sayısal kopma olarak da nitelendirilen digital divideı çözümlememiz konusunda önümüzü açacaktır:
* Medya düzeninin dijital platforma taşınması mevcut sağlıksız yapının gerçekten iyileşmesini sağlayabilir mi? Yoksa tam da bu yüzden mevcut sağlıksız yapı daha da derinleşir mi? Ya da daha farklı bir söylemle dengesiz haber-ileti akışını derinleştirmez mi?
* Medyaya hakim olan kâr maksimizasyonu anlayışı ve sermayenin baskınlığı değişmedikçe alternatif seslerin kendine yer bulabilmesi mümkün mü?
* İzleyicinin müşteri olarak algılanması sonucu kişiye özel yayın yapma hizmetiyle karşımıza çıkan dijital sistem, toplumsal dengelerin bozulmasına yeni bir yol açarak yabancılaşmayı arttırabilir mi?
* Farklı sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapılarda sayısal bölünme nasıl farklılıklar gösteriyor? Ve farklılıkların seyrini her yeni iletişim teknolojisi nasıl etkiliyor?
* Alternatif bir ses oluşturmayı çıkış noktalarından biri olarak gösteren yeni enformasyon teknolojileri bu misyonunu yerine getiriyor mu yoksa tam tersine bu yapıyı eritebilecek bir oluşum olarak mı değerlendirmeliyiz? (EK)