Hasan: Bir mekan olmasının ötesini, orada bir yaşamı hiç düşünmemiştim
Hapishane televizyonda ve sinemada izlediğimiz filmlerden çok farklı. Ben, hapishaneye girmeden önce nasıl bir şey olduğunu bildiğimi sanıyordum. Tel örgüler, demir kapılar, parmaklıklar, taş duvarlar... vardı kafamda yalnızca.
Filmlerde gördüğümün ötesini hiç düşünmemiştim. Bir mekan olmasının ötesini, orada bir yaşamı hiç düşünmemiştim. Oysa, "içeri"de durum çok farklı.
Hapishanede sadece idareciler, gardiyanlar ve kolluk kuvvetleri değil, diğer mahkumlarda senin için engel olabiliyorlar.
Hapishaneyi bir mekan bir kurum olarak biliyoruz; ama, içerideki tutsakları unutuyoruz.
Tutsaklık yaşamış olan arkadaşlarımız, deneyimlerini anlatırken, sık sık hapishaneye ait kavramlar, tanımlar kullanıyorlar. Bizlere de öncelikle, hapishane jargonunun belli başlı tanımlarını tanıttılar.
Koğuş, havalandırma, malta, mazgal, sayım, kapı altı, revir, hücre, müşahede, sayım,üst araması, zemin araması, ziyaret, revir, yemek...
Kaynak yerlerine tutunamamış boyalar. Yine paslı...
Sabah 05:30. Ring aracındayım. Ring aracı, eski bir minibüs. Şoför koltuğunun arkasından, demir bir levha İle kapatılmış siyaha boyalı sacın üzerinde tek bir delik bile yok. Ne ses ne ışık geçmiyor öte yana.
Demir levhanın, kaynak yerlerinden boyalan sökülmüş. Pas çıkmış. Bizim durduğumuz yer tam üç adım. Sonrasında aynı demir sacdan bir duvar daha var. Yine siyah. Yine kaynak yerlerine tutunamamış boyalar. Yine paslı...
Bunun ortasında bir kapı var. Arka tarafından üç kez sürgüleniyor kapı. Genişliği yarım metreden az. Benim kadar zayıf olmayan mahkumlar yan dönerek geçebiliyorlar kapıdan. Kapının üzerinde hava delikleri var.
Bir çiviyle ya da ince bir matkap ucuyla açılmış on-on beş delik. Kapının arkasında askerler oturuyor. Hepsinin bellerinde kundaklıklar. Silahları kucaklarında.
Ring aracındayız. Ring aracı, tenekeden bir kutu. Önde şoförün koltuğu ve astsubayın oturması için bir koltuk. Arkada altı asker için. Kalan yer mahkumların. Havalandırma falan yok. Dört tane küçük pencere var sadece. Uzunlamasına ikiye kesilmiş, bir kitap büyüklüğünde pencereler. Dışarıdan parmaklıklı, içeriden çift kat cam. Yine de oturakların üzerine çıkıp dışarıyı seyredebiliyorsun. Tabii, yanındaki arkadaşın da seyretmek isterse...
Sevk yapılırken, ring aracına bindirilmeden önce, tüm mahkumların üzerleri aranır. Sonra 'Sevk zinciri!' takılır kelepçe. Ama polislerin bellerinde ya da filmlerde gördüklerimizden değil. İki üç milimetre inceliğinde çelik tel defalarca iç içe, üst üste sarılmış düğümlenmiş.
Her bir halka bir öncekine eklenerek örülmüş. Normal zincirden daha esnek, çok daha sağlam. Sıradan kelepçeden daha sıkı, daha güvenli... Zincirin ortalarında ve bir ucunda çelik halkalar var.
Bileğe sarılan zincir bir halkadan geçiriliyor, sonra bir kez daha sarılıyor... Kalan kısmı iki defa yanındaki arkadaşının bileğine sarılıyor ve zincire bir asma takılıyor. Bileğe sarılırken, araya bir parmak sığacak kadar boşluk bırakılması yeterliymiş.
Bütün yolculuğu -tuvalet molası dahil- bileğindeki zincir ve zinciri paylaştığın diğer mahkumla geçirmek zorundasın. Boş bulunup elini alnına götürürsen onun eli de geliyor senînkiyle. Ya da bileğini bir an rahatlatmak için oynatsan, zincir arkadaşının tenine oturuyor.
Ring aracının koltukları sökülmüş. Pencerenin altına ancak 2-3 kişinin oturabileceği oturaklar yapılmış. Bu isim tam anlamıyla oturmuş yerine. Oturak! Çünkü, biraz uzun oturmak ya da uzanmak mümkün değil. Hem oturaklar çok dar hem de yanındaki arkadaşına kelepçelisin; sadece oturabilirsin...
Otur! Köşede ağzı açık bir mazot teknesi var. Arabada dayanılmaz bir mazot kokusu. Trakya'da haziran sonu. Hava, gölgede bilmem kaç derece sıcak. Her tarafı kapalı teneke bir kutunun içindesin. İçerisi mazot kokuyor.
Saat öğleye yaklaştıkça artıyor sıcaklık, artıyor koku. Dayanamıyorum, kusacağım... Kustum! Sevk zincirinin diğer halkasını paylaştığım arkadaşım Ahmet, zincirsîz eliyle pet şişeden su döküyor. Yüzümü yıkıyorum. Ağzımı çalkalayıp bir poşete tükürüyorum. Kustuğum yere biraz su döküp gazete ve poşetlerle kapatıyorum üzerini.
Askerler demir paravandaki deliklerden sesleniyorlar: "Lan oğlum sizinle mi uğraşacağız". Niye kustunuz arabanın içine. İnmeden önce kendiniz yıkayacaksınız orayı... Ve küfürler...
Ahmet bir şeyler söylüyor askerlere, ben konuşmuyorum.
Bir süre sonra mola veriliyor. Kustuğum yere bir iki şişe su döküp fırçayla akıtıyorum. Tuvalete gidiyoruz. Birimiz işerken, diğerimiz tuvalet kabininin dışında durmaya çalışıyor, arkasını dönüyor.
Zincirsiz ellerimizle yüzümüzü yıkıyoruz. Askerler yemek yiyor. Biz de bisküvi, meyve suyu aldırıyoruz. Tuvaletten dönüşte araca binerken en arkada ben varım.
Bir asker yanındakine beni gösterip "İşte bu" diyor." "Hadi ya!" diyor öteki. Ring aracının sürgüleri kapatılırken askerin dişlerinin arasından "ibne" dediğini duyuyorum... Bu, benim!
Pek çok kişinin bildiği, hissettiği, anladığı ama kimsenin "ibne"liği yakıştıramadığı ben. Gardiyanlardan ya da tutuklandığım gün nöbetçi olan arkadaşlarından duymuşlardır bu askerler.
Onlar için belki ilkti böyle bir karşılaşma. Ama ben, ikinci askerin "hadi ya!" dediği o şeyle, o benzetememe, o yakıştıramama haliyle hep karşılaşacaktım.
"Nasıl yani, şimdi sen erkeklerle mi yattın? "
Cezaevindeyken, bir buçuk yıl önce ayrıldığım örgüte yeniden katıldım. Örgüt, "duyumla sınırlı olsa da, biliyordu gey olduğumu. Yaklaşık bir yıl önce Kaos'ta birlikte çalıştığımız bir arkadaş, cezaevindeki okul arkadaşlarını ziyarete gittiğinde, onlara birlikte çalıştığımızdan söz etmiş.
'Dışarı'da küpe takıp, saçlarımı uzattığımı da biliyordu örgüt. Örgüte yeniden katılabilmek için yaptığım özeleştiriyi anlattım onlara. Dışarıda eşcinsel arkadaşlıklarımın ve ilişkilerimin olduğunu, bir eşcinsel gurubunda yer aldığımı söyledim. Örgütteki "en eski"lerden bir "abi" sormuştu ilk soruyu: "Nasıl yani, şimdi sen erkeklerle mi yattın?"
Oldukça basit ve kısa bir cevabı olan bu soru için, on dakikadan fazla ter akıttım; "aslında...", "yani...", "şey...", "ben şimdi..." ve benzenlerle başlayan ve yarım kalan cümleler kurdum. Sonra alçak sesle "evet" dedim. Kafamı önüme eğdim.
Cezaevine girdiğimde bıyıklarım doğru dürüst çıkmıyordu. Daha sık tıraş olursam çabuk çıkacaklarını biliyordum. Bıyık bırakmak istediğimi sorumlu arkadaşlardan birine söyledim sevindi ve izin verdi, "Bıyık bırakmak için izin almak" pek çok insana garip, anlaşılmaz gelebilir.
Aslında mekanın ve oluşumun zihniyeti düşünüldüğünde, gayet anlaşılır bir durumdu bu; gizliliğin önemli olduğu bir örgüttesiniz. Yeri geldiğinde tanınmamak için kılık değiştirmeniz gerekebilir.
Cezaevi gibi 24 saat denetimin olduğu bir yerde, daha sonra 'gerektiğinde' kullanılabilecek bir tiple bulunmak, bir lükstü. Cezaevinde kaldığım süre boyunca, ara sıra kesiyordum bıyıklarımı ama en çok bir iki ay sonra yeniden uzatmaya başlıyordum.
Koyu kahverengi saçlarımın aksine sarıya çalan, gür ve bence çok güzel bıyıklarım vardı (ki hala var). Önceleri sadece "eşcinsel olmadığım" anlaşılsın diye bıyık bırakıyordum. Ama sonra hoşuma gitti. Seviyordum bıyıklarımı (ki hala seviyorum).
Örgütte sadece yönetici ve sorumlu arkadaşlar biliyorlardı "eskiden eşcinsel" olduğumu. Ve erkeksi davrandığım, üstelik bıyıklı olduğum için, diğer arkadaşlar bazen şüphelenseler de, bazı hareketlerimi, ellerimi, konuşma tarzımı kadınsı bulsalar da, asla yakıştırmıyorlardı eşcinselliği. Zaten ne zaman eşcinsellerden ya da eşcinsellikten konu açılsa, birkaç küfürle konu kapatılırdı.
Keza gardiyanlar ya da ara sıra görüştüğüm adli mahkumlar da cesaret edemiyorlardı ibne olma olasılığımı düşünmeye (ya da en azından dile getirmeye). "Siyasi abi"ydim ne de olsa.
Üstelik bir avuç bıyığım vardı. Bir iki defa, malta işgali vb. eylemler sırasında adli tutuklular ile uzun uzun birlikte olma, sohbet etme imkanımız oldu. Yine böyle bir eylemin olduğu bir gün müşahedede "sübyan"lardan biri, kendisini döverek cinsel ilişkiye zorlayan bir tutukluyu öldürmüştü.
Diğer tüm adliler 13-14 yaşındaki bu çocuğa, cezaevinde kimseye göstermedikleri bir saygı gösteriyorlardı. Gardiyanlarda aynı şekilde çocuğa "saygı" duyuyor, yeri gelince "kıyak" yapıyorlardı. Oysa gardiyanlar özellikle üç dört tanesi sübyanları çok "severlerdi".
Açıkçası, bu olayda adamın eşcinsel olup olmaması benim için hiç de önemli değildi, çocuğa tecavüz etmek istemişti. Çocuk da bu şiddet karşısında kişisel savunma hakkını kullanmıştı bence de... (çocuk kendisini döven ve ilişkiye zorlayan adamın penisini kesmiş. Cezaevinde "acil" bile olsa hastaneye götürülmek saatler sürdüğü için adam kan kaybından ölmüş...)
Adlilerin ve gardiyanların bu çocuğu kahraman ilan edip saygı göstermelerinde İki yüzlülük vardı. Çünkü, sadece görüntüsünden, kıyafetinden, saçından başından dolayı "ibne olduğunu düşündükleri insanları dışlıyor, hakaret ediyor, hatta dövüyorlardı. Ve sübyanları onlar da çok "severlerdi"...
Bu olaydaki gibi bir ikiyüzlülük de, bize karşı ya da özellikle bana karşı davranışlarında vardı. Sadece "siyasi" olduğumuz için abartılı, şişirilmiş, yapay bir saygı gösteriyorlardı.
Onlar için önemli olan "siyasi" olmamız da değildi. Önemli olan, "güç" olmamızdı ve onlar güce tapıyorlardı.
Gardiyanların bizim siyasi olmamızdan örgüt olmamızdan kaynaklı korkuları, bizi tanımaya başladıklarında, daha çok güvene dayalı bir ilişkiye dönüştü. "Temiz" adamlar olduğumuzu düşünüyorlardı bizi tanıyanlar.
Kendimiz için bir şey istememiş, tecavüz ya da hırsızlık yapmamıştık. Bir de hep okuyorduk ya... Çoğu, okuyan adamdan zarar gelmeyeceğine inanıyordu. Doğal olarak, yaptıkları iş ve emrinde oldukları sistemin tamamen karşısında olsak da, gardiyanlarla kişisel hiçbir sorunumuz yoktu. "Tutsak"tık sonuçta ve gardiyanlar tutsak olduğumuz için bize biraz da acıyorlardı.
"Ben siyasiydim, o da gardiyan"
Yaklaşık iki yıl, bir gardiyanla sadece gözlerimizle konuştuk. Malta'dan geçerken, sayım için koğuşa geldiklerinde, her gece koğuşta yaptıkları "zemin araması"nda ya da mazgala gelip çay-şeker istediğinde göz göze geliyorduk.
İkimiz de anlıyorduk birbirimizi, hoşlanıyorduk birbirimizden. İkimiz de birbirimizin gözlerine bakıyor, susuyorduk... O da ben de gözlerimizle anlattıklarımızı dile getiremezdik.
Ben siyasiydim, örgütüm vardı. O gardiyandı... Belki de sadece, bıyığım olduğu için cesaret edememiştir konuşmaya. Bıyığım, gözleriyle anlattıklarını dile dökmesini engellemiştir.
"En çok özlediğim şey, 'karanlık'tı"
Her cezaevinin kuralı, uygulayan kişilere göre değişiyor. Cezaevinde en çok özlediğim şey, "karanlık"tı. Bir şey yapmak istediğinde, yapabileceğin tek şey; "istediğin şeyi yapamayacağını kabul etmek"ti.
Haftada bir ya da iki kere, kentten alışveriş yapabiliyorduk. Ben örgüt koğuşunda yaşadım. Altı yıl elime para değmedi. Komüncü vardı. Bütün paralar onda birikirdi, bütün harcamaları o yapardı. Siyasilerin bütün mektuplarının kopyası saklanıyordu.
Her gece üç-dört gibi gardiyanlar ellerinde çekiçlerle "zemin araması" yaparlardı. Eğer açık bir eşcinselsen ve altı kişilik koğuşta biriyle beraber olmuşsan; diğer beş kişi ile de beraber olmak zorundasındır.
Mahpushanede, adlî bîr suçla eşcinsel olarak bulunmak, örgütlü bir eşcinsel olarak bulunmak, açık olmak, gizli olmak, travesti ya da transseksüel olmak, bir tutsağın hayatını oldukça değiştirebiliyor.
Hücre (F tipi) cezaevleri açıldığında, "hayata dönüş" adlı katliamdan sonra saçlarımız bıyıklarımız zorla kesildi. Asker ve gardiyan güruhu, tek tek üzerimize saldırıp çırılçıplak soydular.
Saç-sakal üç numara tıraş ettiler. Hücrede yeniden uzattım bıyığımı. Dışarı çıktığımda da bıyıklıydım, hala bıyıklıyım. Bıyığımı benim kadar ailem de seviyor. Ben,' hoşuma gittiği ve yakıştığını düşündüğüm için bırakıyorum bıyığımı.
Ailem ise, "erkeklik" nişanı olduğu için seviyor. Galiba, "Eh ne de olsa onca yıl cezaevinde kaldı, düzelmiştir" diye geçiriyorlar akıllarından. Açıkçası, ailemin bana gey sıfatını konduramaması, su an için hiç de rahatsız edici değil.
Bir süre daha açılmayı düşünmüyorum çünkü. Ama bazen gey arkadaşlarımın, özellikle yeni tanıştığım geylerin bana "geyliği kondurama-maları" tuhaf geliyor. Bir kaç kez Kaos GL Kültür Merkezinde de yaşadım bunu.
Geçen yıl, Kaos GL' nin sempozyumunda kayıt masasında duruyordum. Sempozyuma gelen insanların büyük bir kısmı sempozyumla ilgili soruların ; yanında, benimle ilgili sorular soruyorlardı.
"Şey, siz de gey misiniz?" en sık duyduğum soruydu herhalde. Bu da rahatsız etmişti beni. Heteroseksist sistemin, medyanın insanların kafalarında yarattığı eşcinsel şablonları var. Eşcinsellere ait bilgilen, medyanın ve hetero arkadaşlarının verdikleriyle sınırlı olan insanlar, hep bir şablon İçinde düşünüyorlar bizi, özellikle bir erkek eşcinselse.
"Kadınsı olur, kırıtır ve yeterli parayı denkleştirirse (ki bunun için de önüne gelenle yatar) ameliyatla kadın olur" gibi bir anlayış bu. Böyle düşünen bir çok insan tanıdım, tanıyorum.
Bu şablona uymayanları, eşcinsellerin bulunduğu mekanlarda tanışsalar dahi yadırgıyorlar. Sanırım toplumun kafasındaki şablonları yıkmanın bir yolu, bizim kendi kafamızdaki şablonları parçalamaktan geçiyor.
Gece, saat 24:30. İki adım yüksekliğindeki demir kapı açılıyor, ring aracı geniş bir avluya giriyor ve sevk yolculuğu bitiyor.
Buse: "Ne kadınlar koğuşu ne erkekler koğuşu"
Ben hapishaneye düştüğümde şoke oldum. Beni ne bekliyor? Ne yapmalıyım? Ne yapmamalıyım? Bu sorular kemirdi kafamı günlerce. Demir kapıların sesini duyunca ürperdim. İlk önce, aranmam sorun oldu. Ben bir travestiyim. Onlara göre, ne kadınım ne erkeğim. Beni kim arayacak?
Kadın gardiyanlar mı erkek gardiyanlar mı, askerler mi..? Sonra hapishane doktorunun aramasına izin verdim. Transseksüel olduğum için, diğer tutukluların yanma göndermediler beni. Kocaman bir koğuşta yalnızdım.
İlk gün çok zor geçiyor, "Ben burada ne yapacağım?" diyorsun. Hapishanenin gerçekliğini o zaman anlıyorsun. Yıkanmaktan bile korkuyorsun. Cezaevinin kuralları nelerdir? Bilmiyorsun. Sabah, öğle, akşam sayım var. Sayıma katılmak zorundasın. Kuralları yaşadıkça öğreniyorsun.
Hapishaneye girdikten üç dört gün sonra gardiyanların taciziyle karşılaştım. Erkek arkadaşımın kaldığı karşı koğuşun mazgalını kapattılar. Beni yukarıya, televizyon seyretmeye çağırdılar, hayır, dedim.
Ertesi gün erkek arkadaşıma söyledim. Onların koğuş sayımını vermemeye başladı. Başgardiyan gelip, yaşanan olayı unutmamı, konuyu kapatırsak orada rahat edeceğimizi, susmamız gerektiğini, susmazsak başka cezaevine nakledileceğimizi söylediler. Bir İki gün sonra, Sungurlu Cezaevine nakledildik. Yeni bir cezaevi, yine aynı sorunlar.
Bana "dönme" dediler, erkek arkadaşımın yanında beni tacız ettiler. Ben yeni cezaevinde müdüre yaşadıklarımı anlattım. İki gün sonra hastaneye kontrole gittim. Müdür bey beni nasıl arayacaklarını sordu.
En sonunda, cezaevinin doktorunun aramasına karar verdik. Aynı sorunlar: ne kadınlar koğuşu ne erkekler koğuşu...
Beni "müşahede" denilen bir yere koydular. Betonun üstünde kirli, süngerden bir yatak... Oraya atıldığım gün, beraber tutuklandığımız arkadaşımın yan hücrede olduğunu gördüm.
Onunla konuşabiliyordum. Hastane işlemleri yapıldı. Doktor, eliyle transseksüel olup olmadığımı kontrol etmek istedi. Ben de reddettim. Sonra jandarma zoruyla arandım. Doktor, transseksüel olmadığımı söyledi. Tartışma yeniden başladı.
Kadın koğuşu mu erkek koğuşu mu, nereye koyulacaktım?
On beş gün boyunca yemek yemedim. Sonra savcı geldi. Hapishanede insan olduğunuzu unutuyorsunuz. Savcı "Neyin var kızım?" diyor, ben sürekli ağlıyordum. Üç gün sonra beni başka bir koğuşa koydular. Koğuşta televizyon ve kitap vardı. Yan tarafım gene erkekler koğuşuydu.
Ailem ziyaretime geliyordu ama beni sertçe eleştirip bu olanları cinsel kimliğime bağlıyordu. Ben bir yandan onlar aracılığıyla Kaos GL'ye ulaşmak istiyordum.
Kaos GL ne yapabilir bilmiyordum Ama en azından şikayetlerim dergide yayınlanabilirdi. (BA)
* "Tutsak eşcinseller- İçerde olmak" KAOS GL dergisinin Yaz 2005, 25. sayısında yayımlandı. Dergide ayrıca yer alan yazıların arasında "Mehmet Barış'ı seviyor", "Tırnak içinde eşcinsel", "23 ülkede eşcinselliğe idam cezası var" da yer alıyor.