Toplumsal Tarih dergisi 20 Temmuz 20016’da ilan edilen Olağanüstü Hal döneminde çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle üniversitelerden ihraç edilen akademisyenleri Mart ayı sayısının kapağına taşıdı.
Dergi üniversitelerde yaşanan tasfiyeler, bunu hazırlayan siyasi ortam ve mevcut hukuksuzluğa karşı büyüyen muhalefet dalgası üzerine geçmişten günümüze yaşananları, Prof. Dr. Taner Timur, Prof. Dr. Füsun Üstel, Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, Doç. Dr. Hülya Dinçer ve Yrd. Doç. Dr. Görkem Doğan’la konuştu.
Yuvarlak masa toplantısı şeklinde yapılan söyleşinin girişini ve Prof. Dr. Taner Timur’un bölümünü yayınlıyoruz. Bu uzun soluklu ve önemli söyleşinin tamamını Toplumsal tarih dergisinde okuyabilirsiniz.
***
Cumhuriyet tarihi boyunca 1933’te Darülfünun reformu, 1948'de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi tasfiyesi, 1956 tasfiyesi, 1960’ta 147’ler olayı, 1971'de 12 Mart tasfiyesi, 1980’de 1402'likler ve 1997’de 28 Şubat taziyeleriyle iktidarlar akademiyi hedef aldı; her defasında üniversitenin kendini yeniden inşa etmesi için sarf edilen emeğin bedelini Türkiye'nin akademisyenleri ve geleceği ödedi. Bugün de mevcut KHK’larla üniversitelerden atılmanın ölçüsü kalmamış, tasfiyelerin idari ve siyasi bir tercihle kurgulandığı anlaşılmış durumda.
Taner Timur: Önce Hülya Dinçer'in sunumu üzerine aklıma gelen bir şeyi söyleyeyim. OHAL Yasası, ilk maddesinde OHAL ilanı için iki neden belirtiyor. Birincisi salgın hastalık, zelzele, sel gibi tabii afetler; ikincisi ise anayasal düzeni, yani hukuki yapıyı sarsıcı olayların cereyanı. Bizde OHAL ikinci şıkka göre ilan edildi; fakat biraz önce Hülya Dinçer uygulamanın ne kadar hukuksuz olduğunu anlatırken, "Yoksa" diye düşündüm; "yoksa bizde OHAL ikinci nedene göre mi ilan edildi?" Gerçekten de artık bizde her KHK bir tabii afet, beklenmedik bir zelzele ya da bir sel felaketi etkisi yapıyor. Bu tespitten sonra hayli gerilere dönerek kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Akademi sorununu tarihimizde yerine oturtmak için tek parti dönemine kadar gitmeyeceğim; çokpartili hayatımızla sınırlı kalacağım. Daha öncesi için kısaca şunu söyleyeyim; 1933 yasası amacı itibariyle bir tasfiye yasası değildi; bir kuruluş ve yeniden yapılanma kanunu idi, çok farklı şartların ürünüydü. Oysa 1948'de DTCF’den başlayarak 1956'da, sonra 1960'ta, 1971'de, 1980'de, defalarca üniversitelerde tasfiyeye tanık olduk. Sanırım bunların ortak bir nedeni olup olmadığı ve bu süreç içerisinde bugünkü tasfiyelerin nereye oturduğu hakkında konuşmamız lazım.
1956’da ben Ankara Siyasal'da öğrenciydim. Dekan Turhan Feyzioğlu, 4 Aralık kuruluş yıldönümü konuşmasında bugünkü şartlarda bile masumane görünebilecek bazı şeyler söylemiş ve ertesi gün de bakanlık emrine alınmıştı; yani amiyane tabiriyle “kızağa çekilmiş”ti. Nedeni o sırada çok düzeyli bir muhalefet yapan Forum dergisiydi ve bunun sonucu olarak birçok Forum'cu öğretim üyesi de istifa etti.
Feyzioğlu konuşmasında iktidarı kızdıracak iki şey söylemişti: Birincisi, Milli Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Demirci Efe’nin bir sözünü naklederek demişti ki “Bir ülke ya ilimle ya zulümle idare edilir. Bizde ilim yoktu, ne yapalım, biz de zulme başvurduk!” İkinci olarak da, öğrencilerine hitaben, “Nabza göre şerbet vermeyin” diye bir öğüt verdi. Arkadan vekâlet emri ve istifalar geldi. Oysa 1957 seçimlerinden sonra baskılar daha da arttı ve Menderes “Üniversite’nin çanlarına ot tıkamak”tan söz etmeye başladı. Özel bir hınç duyduğu Mülkiye’yi de Konya’ya süreceğini söylüyordu. Bilindiği gibi dört sene sonra da darbe oldu ve neredeyse tüm üniversite gençliğinin 27 Mayıs’ı alkışlarla karşılamasında bütün bu baskı ve tehditlerin büyük rolü vardı.
Biz —ki ben de o sırada asistan olarak akademik kariyere ilk adımımı atmıştım— Siyasal Bilgiler kadroları olarak 27 Mayısçılarla çok olumlu ilişkiler içindeydik; çünkü son yıllarda hakikaten bir diktatörlüğe gidiş kanısı içindeydik. O günlerde yaşanan kutuplaşma bugünkünden de büyüktü; tek parti dönemine, İnönü’ye intikam duygularının yarattığı müthiş bir gerginlik vardı. İşin tuhafı ciddi bir fikri muhtevası olmayan bir gerginlikti bu! DP’li vekillerin çoğunlukta olduğu bir Tahkikat Komisyonu, donatıldığı yargı yetkileriyle adeta muhalefeti yok etme potansiyeli taşıyordu. Üstelik buna kararlı da görünüyorlardı. 27 Mayıs bu koşullarda gerçekleşti. Ne var ki 27 Mayısçılar, “İktidarı DP’den aldık, CHP’ye verdik” gibi bir duruma düşmek de istemiyorlardı. Bu psikoloji içinde büyük reform hayalleri kurmaya başladılar. Temel referansları Grigory Petrov'un Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı eseriydi; “Adliye’den geçeceğiz, Babıâli’den geçeceğiz” derken, “üniversite”den de geçtiler. Ve bir sabah kalktık ki 147 öğretim üyesi sorgusuz sualsiz üniversiteden atılmış! Büyük bir prestij kaybı oldu Milli Birlik Komitesi için... Ne var ki 27 Mayıs'ta üniversiteye düşmanlık değil de bir reform fikri vardı. “Biz bu reformu kimlerle yapabiliriz?” diye düşünmüşler ve üniversite içinden güvendikleri isimlere sorarak tasfiye listeleri hazırlamışlardı. Temel kriterleri güya “yetenek” idi. Amaçları ise üniversiteyi cezalandırmak değil, sözüm ona “ıslah etmek” idi. Oysa muhbirliğin, rekabetin, husumetin rol oynadığı bu tasfiye felaket oldu ve 27 Mayıs’ın müthiş itibar kaybına neden oldu. Nitekim Milli Birlikçilerin kendileri de sonradan yaptıklarına pişman oldular. Bugünkünün tamamen tersine -okuldan atılanları geri almasalar da— devlette çalışmalarına da engel olmadılar; hatta birçoğuna bu konuda yardımcı oldular.
Gelelim 1971'e. O bir felaketti, 1961’e karşı yapıldı. 1961 Anayasasının Türkiye’ye bol geldiği, lüks olduğu söyleniyordu açıkça. Bu anayasa üniversite özerkliğini, özgür sendikacılığı, grev hakkını, TRT özerkliğini, Anayasa Mahkemesi'ni vb getirmişti. 27 Mayıs’ın beyin kadrosu içinde Muammer Aksoy, Bahri Savcı, Turan Güneş, Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal gibi isimler vardı; sonradan "sol Kemalist" olarak anılacak kişilerdi bunlar.
Oysa daha sonra 27 Mayıs’ın çoğu küçük rütbeli subaylarından korkan komutanlar, tedbirlerini alarak, sonradan haklı olarak “vesayet rejimi” denecek olan bir sistem kurdular. Bu vesayet rejiminin üç tane “kırmızı çizgisi” vardı: Birincisi bölücüler, Kürtçüler; İkincisi mürteciler, yobazlar; Üçüncüsü de komünistler. 1971 tutuklamalarında bu üçünden komünistler ağır bastı, ama uygulamada komünist ve Kürtçüyseniz o çok daha büyük bir felaketti. Tabii hem komünist hem Kürtçü olunmaz, ama darbecilerin ve polisin kafasında bu böyleydi; Kürtlere yakın bir parti, “Kürt hakları” diyen insanlar hemen Kürtçü olarak damgalanıyordu. 1980’i ben Türkiye'de yaşamadım, fakat orada da bu üç kırmızı çizgi söz konusuydu. Fransa’daydım, ilk istifa edenlerden biri oldum; fakat tabii gelişmeleri dikkatle izliyordum. Yurtdışında düzenlenen, 12 Eylül’e karşı birçok demokratik etkinliğe katıldım. 12 Eylül darbesi YÖK’ü de içeren yeni anayasası ve sistemli tasfiyeleriyle üniversite için felaket oldu. Son günlerde bu konuda ayrıntılı yayınlar yapıldığı için fazla ayrıntıya gerek görmüyorum.
Özet olarak, bütün darbelerde komünist, mürteci ve Kürtçü araması söz konusuydu ve uygulayıcılar bunları çok da geniş tuttular. Tiyatro kulüpleri bile “gizli komünist partisi” muamelesi görüyor, örneğin baskılara karşı çıkan demokrat, sosyal demokrat birçok arkadaşımız tutuklanıyordu. Hatta işkence görüyorlardı.
Gelelim bugüne. Bugünkü tasfiyeler daha öncekilerden önemli bir noktada ayrılıyor. 1923’te Türkiye, hilafeti, saltanatı lağvedip laik bir cumhuriyet kurarak gerçek bir devrim yaşadı. Oysa bunun temellerine aykırı bir girişim var bugün. Böylece adım adım, üniversiteleri küçümseyen ve artık açıkça medreselere özlem ifade edilen bir noktaya geldik. Temel fark burada. Örneğin geçen mayıs ayında Cumhurbaşkanı İmam Hatiplilere hitap eden konuşmasında medreselerin kapatılmasının “büyük bir kayıp” olduğunu söylüyordu. Bugün tasfiye edilenler daha çok siyaset bilimci hukukçu, sosyolog, felsefeci ya da felsefeyle ilahiyat arasında birleşim kurmaya çalışan, açık fikirli ileri ilahiyatçılar. Kısaca, çağdaş zihniyetle modern yöntemle bilim yapan değerli öğretim üyeleri. Şu sırada cehaletle beslenen, meseleye ancak dinci kalıplar içinde yaklaşan insanların bakabileceği yerden bakılan bir ortam da yaşıyoruz. Bunun yönetim şeklide ne yazık ki ancak ötekileştirme, başkalaştırma, dışlama ve bunların hukuki ifadesi olan tasfiye yöntemleri olabiliyor. Bugünkü tasfiyeler 1971 ve 1980 tasfiyelerinden farklı; şimdi daha toptancı, daha totaliter bir bakış söz konusu. Bunun nereye kadar gidebileceği ayrı bir mesele, ama varılan noktanın hakikaten çağdaş bilime, kültürel kazanımlarımıza ve birikimimize tamamen ters ve yıkıcı olduğunu düşünüyorum.
Oysa gidişi daha totaliter boyutlara ulaştırmak için bugünkü iktidarın ne gücü ne de yeterli kadroları bulunuyor. Umut verici olan da bu! Bununla beraber kinci ve intikamcı tavırları ülkedeki kutuplaşmayı daha da artırıyor; gerginliği tırmandırıyor. Göründüğü kadarıyla tahribat bitmiş değil, gidebileceği yere kadar da gideceğe benziyor. Ve sonra da bir noktada durarak, geçmişte sık sık görüldüğü gibi, bumerang etkisi yapabilecek. Şahsen bunun vahim bir olasılık teşkil ettiğini düşünüyorum. Buna da ancak —küskün ve çekingen AKP’lileri de içine alacak- geniş bir "demokrasi cephesi’’nin "Dur!” diyebileceği kanısındayım. (HK/AS)
Taner Timur hakkında |
Tarihçi, yazar. 1935 Sivas doğumlu. 1958 yılında AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı fakültede asistan olarak görev alan Taner Timur, 1968 yılında doçentliğe, 1979 yılında profesörlüğe yükseldi. 12 Eylül askeri darbesinden sonra görevinden istifa ederek çalışmalarını Paris'te sürdürdü. Eylül 1992'de eski görevine döndü. 2002 yılına kadar bu görevini sürdürdü. |
Toplumsal Tarih Dergisinin Mart sayında neler var? |
Mart sayısının toplumsal cinsiyet konulu yazılarında Abdülmecit Mutaf, kadınlar ile erkekler arasında her dönemin meselesi olan ayrımcılığı Osmanlı döneminde suç ve ceza etrafında inceliyor; devletin, kolluk kuvvetlerinin ve mahallelinin kadınlara nasıl önyargıyla yaklaştığına bakıyor. Hanife Ulu, I. Dünya Savaşı sırasında toplumsal rolleri dönüşen kadınların hükümetle doğrudan iletişim kurduğu telgraflardan örnekler sunuyor. Neşe Gurallar, Mualla Eyüboğlu Anhegger’in kimliğinde, yaşamını toplumsal sorumluluk bilinciyle sürdürmüş olan bir kadın mimarı tanıtıyor. I. Dünya Savaşı’na ilişkin sayfalarda Sacit Kutlu ve Bilge Karbi, Viyana’dan askeri destek amacıyla Kafkasya Cephesi’ne gönderilen kayak ekibinin bölgedeki farklı faaliyetlerini anlatıyor. Cemal Can Tarımcıoğlu savaşın bir başka yüzüne, askerlerin kendi aralarında ilan ettiği ateşkes vakitlerine hatıralar ve mektuplar eşliğinde ışık tutuyor. Yüksel Özgen, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin önemli karakteri İshak Sükûti’nin biyografisine, Arnavutluk Devlet Arşivi’nden edindiği ve ilk kez yayımlanan mektuplar aracılığıyla katkıda bulunuyor. Evren Dayar, 19. yüzyıl sonunda Antalya’da iskân edilen Girit göçmenlerinin kentte karşı karşıya kaldığı sorunları, yerliler ile göçmenler arasında yaşanan çatışmaları anlatıyor. Çağdaş Görücü, laiklik konusunda CHP içinde 1950’lerde yaşanan görüş ayrılıklarını mercek altına alıyor. Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi tarafından hazırlanan “Gözden Kaçanlar” dizisi, Ayşe Ercan’ın Şeyh Süleyman Mescidi hakkındaki yazısıyla devam ediyor. Edhem Eldem, L’Illustration’un 20 Mart 1920 tarihli nüshasından, Kardinal Dubois’nın Galatasaray Lisesi’ni ziyaretini anlatan makaleyi aktarıyor. Emel Seyhan “Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce Bu Ay” ile dergiye katkıda bulunmaya devam ediyor. |