Avrupa Birliği’nde (AB), 2025 baharından bu yana benzeri görülmemiş savunma harcamaları gelişmeleri yaşanıyor. Devasa bütçe artışları, AB üyesi ülkelerin koordineli tedarik planları, savunma sanayisinde yeniliklerin teşviki ve ortak askerî yeteneklerin geliştirilmesi gibi adımlar planlanıyor. Önce Ukrayna’da, sonra Filistin’de yaşanan savaş ve ardından AB’deki silahlanma gelişmeleri nedeniyle Almanya’nın birçok kentinde, “Barış için biraz dur ve düşün” sloganıyla insanlar bir araya gelmeye başladı. Bu insanlar, çoğunlukla gençliklerinde Almanya’da, 1960’lardan itibaren geleneksel olarak her yıl tekrarlanan Ostermarsch (Paskalya Yürüyüşü)[1] adı altında organize edilen barış gösterilerinin katılımcılarından oluşuyor.
“Barış için biraz dur ve düşün” gösterilerinden biri de 26 Temmuz 2025’te Bavyera Eyaleti’ndeki Erlangen kentinde, yine aynı sloganla yapıldı. Toplantıda, gösterinin organizatörlerinden Agnes Neuwirth alttaki konuşma metnini okudu ve hem gösteriye katılanlara hem de yoldan geçenlere “Barış için biraz dur ve düşün” çağrısını yaptı.[2]
Barış isteyen insanların var olduğunu gösteren, savaşların yarattığı kolektif travmayı hatırlatan, savaşların normalleştirilmemesini talep eden, geçmişin deneyimleri ile bugünün mücadeleleri arasında köprü kuran Agnes Neuwirth’in konuşmasını bianet okuyucularıyla da paylaşmak istedim.
Barışa sesimizi verelim
Bugün yine burada sizlerle birlikte, barış için sesimizi duyurmak için bulunuyorum. Burada olmanız ve hatta buradan geçenlerin de durup bizi dinlemesi ne güzel!
Savaşa hayır! Bu nedenle, nerede olursa olsun barış destekçilerinin olması ve oldukları her yerde kamuya bunu izhar etmeleri ve güçleri elverdiğince de barışa katkıda bulunmaları gereklidir.
Bertha von Suttner’ın barış romanı Silahları Bırakın’daki bu sözlerle sizleri selamlıyorum!
Bertha von Suttner, yorulmak bilmeyen bir barış aktivisti, bir pasifist, bir barış araştırmacısı ve yazardı. Hayatı boyunca silahsızlanmanın ve barışın tutkulu bir savunucusuydu. 1905 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan ilk kadındı.
8 Mayıs 1945’te İkinci Dünya Savaşı sona erdi. Aradan, pek de uzun bir zaman sayılamayacak 80 yıl geçti. 60 milyon insan bu savaşta hayatını kaybetti, birçoğu ülkesinden oldu. Birçoğu da hem bedensel hem de ruhsal yaralar aldı.
Annemin, babamın, büyükanne ve büyükbabamın korkunç ve acı dolu bu zamanlara dair hikâyeleri halen kulaklarımda. Şimdi bu meydanda onlar da düşüncelerimle ve benimle birlikte burada. Çünkü onların yaşadıkları, hikâyeleri ve geliştirdikleri pasifist tutumlarıyla birlikte ruhsal yaraları da bende derin izler bıraktı.
Size dedemden bahsetmek istiyorum. Her iki dünya savaşını da yaşadı. Ben daha küçük bir çocukken, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi bölüğünden hayatta kalan tek kişinin nasıl kendisi olduğunu, bir ağaç gövdesinin onu ölümcül kurşunlardan nasıl kurtardığını bana defalarca anlatırdı. Bölüğündeki tüm arkadaşları ölmüştü. İkinci Dünya Savaşı sırasında cephede görev alamayacak kadar yaşlıydı ve ancak yaralıların taşınmasına yardım edebiliyordu. Büyük acılar, ölümler, çığlıklar... Bunlara dayanamıyordu.
Babam askere alındığında 16 yaşındaydı; torunumun bugün olduğundan biraz daha büyüktü.
Babam savaştan döndüğünde artık evi yoktu, çünkü Nürnberg’de ailesinin oturduğu bina bombalanmış, ailesi çevredeki köylere gönderilmişti. O da oralarda, kendi ülkesinde mülteci olarak yaşadı.
Annem, 15 yaşındayken askerlerin cinsel istismarına uğramıştı.
Bunlar, benden önceki nesillerin yaşadıklarının sadece küçük bir kısmı. Çoğunuzun buna benzer hikâyeleri ailelerinden duyduğunu tahmin ediyorum.
Savaş, çoğu zaman farkında olmadan çocuklara ve torunlara aktarılan derin fiziksel ve psikolojik yaralar bırakır. Biliyoruz ki kuşaktan kuşağa geçen travmanın çok büyük etkisi vardır. Büyükannem ve büyükbabamın, anne ve babamın yaşadığı travmatik deneyimler – ister konuşulmuş, isterse susulmuş olsun – ailemin tüm üyelerince hissediliyordu. Bu deneyimler, beni ve hayat yolumu şekillendirdi. Bugün burada bulunmamın sebeplerinden biri de bu deneyimlerdir.
1959 yılında doğdum ve barış içindeki bir zaman sürecinde büyüdüm; bombalar, sığınaklar, siren sesleri olmadan. Bundan dolayı çok ama çok şükran duyuyorum.
Geleneksel Paskalya Barış Yürüyüşleri ve “Bir daha asla savaş olmasın”, “Silahlar olmadan, barışı inşa edelim”, “Barışa bir şans ver” gibi ifadeler boş şeyler değildir. Bunlar, büyürken edindiğim fikirler, annemin, babamın, dedelerimin mirası olan düşüncelerdi. “Barışı koruyun!” çağrısıydı.
Willy Brandt, “Barış her şey değildir, ama her şey de barış olmadan bir hiçtir,” demişti. Kendime soruyorum, barış arzuları, barış talepleri nereye gitti?

Siyaset, bir zamanlar savunduğu değerlere ihanet ediyor. Şu anda tarihten bihaber bir iktidarla karşı karşıyayız.
Kendime soruyorum: Siyasetçilerimiz ne tür insanlar? Bay Merz, Bay Pistorius, Bay Kiesewetter, Bayan Strack-Zimmermann ve diğerleri… Onlar da savaş sonrası kuşağından geliyorlar... Bu siyasetçiler nasıl büyüdüler? Bunların savaş tecrübesi olan ana babaları, dedeleri, nineleri yok muydu? İkinci Dünya Savaşı’nın ve diğer savaşların dehşetini öğrenmediler mi? Bu kişiler hangi bölgede yaşıyorlar? Ülkenin savaş gücünü arttırması gerektiğini yüksek sesle nasıl talep edebiliyorlar? Askerî ve silahlanma harcamalarını büyük ölçüde nasıl artırabiliyorlar?
Nasıl oluyor da gençlerin orduya katılması için reklam yapan posterler asılabiliyor? Nasıl oluyor da askerlik hizmetinin yeniden mecburi hizmet hâline getirilmesi düşünülüyor?
Federal Parlamento’nun Mart 2011’de askerlik hizmetini kaldırma kararı alması, benimle birlikte birçok kişi için de çok mutlu bir gündü. Şu anda, “Barış istiyorsan savaşa hazır ol” prensibiyle silahlanıyoruz. Almanya’nın askerî harcamalarında eşi benzeri görülmemiş bir artış yaşanıyor. Almanya artık Batı Avrupa’da en fazla askerî harcama yapan ülke konumunda.
Savaşların, askerî ve silah harcamalarının muhasebesini yapan İsveç merkezli Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü’nün (SIPRI) verilerine göre Almanya, askerî harcamalarda küresel dördüncü sırada yer alıyor. ABD yüzde 37 ile ilk sırada, onu yüzde 12 ile Çin, yüzde 5,5 ile Rusya ve yüzde 3,3 ile Almanya takip ediyor. SIPRI’nin verileri, Almanya, Büyük Britanya, Fransa ve İtalya’nın birlikte yaptıkları askerî harcamaların, Rusya’ya göre 1,8 kat daha fazla olduğunu da gösteriyor.
Ama tanklar çocuklarımızı eğitmiyor, füzeler yaşlılara ve yoksullara bakmıyor, savaş uçakları altyapımızı yenilemiyor…
Ben bir pasifistim ve savaşın bir siyaset aracı olarak kullanılmasını reddediyorum. Çünkü savaş insanlık mefhumunun topyekûn kaybıdır; aklın teslimiyeti, ruhların vahşileşmesi ve kalplerin ölümüdür.
Ödediğim vergilerin savaş, silah sevkiyatı ve yeniden silahlanma için kullanılmasını kabul etmiyorum. Barış kapasitemizi güçlendirmemizi, barış ve insanlık için ayağa kalkmamızı istiyorum.
Ne yazık ki şu anda bunu yapmak, toplumsal kabul görmüyor. Barıştan yana olanlar çoğu zaman çok tuhaf kategorilere yerleştiriliyor. Bu kategorilerin burada isimlerini bile anmak istemiyorum ama bu kategoriler birçok insanın sessiz kalmasına yol açıyor.
Biz, barış isteyenler, çoğuz. Buna inanıyorum çünkü bunu birçok sohbette tekrar tekrar fark ediyorum.
Daha fazla duyulur ve görünür olmamız, kendimizi özgür, yaratıcı ve bağımsız düşünürler olarak göstermemiz önemlidir.
Sorumlu ve cesur davranmak, gerekirse akıntıya karşı yüzmek, önemlidir. Alışılmış yapıların dışına çıkıp, yeni, yaratıcı çözümler geliştirmek, kalıpların dışına çıkmak önemlidir. Kendi içimizde, ailelerimizde, küçük topluluklarımızda barışı yaratmamız ve barışı yaşamamız önemlidir. Barış kendi evimizde başlar.
Bugün burada sizinle birlikteyim çünkü tüm dünyada insanlık, empati, yaratıcılık, uzlaşma adalarının yaratılmasına katkıda bulunabileceğimize inanıyorum.
Olanlara alışmayalım, bizi korkutmalarına izin vermeyelim, başka tarafa bakmayalım. Harekete geçelim. Şefkat saikiyle, sevgi saikiyle harekete geçelim. Hayalperestler gibi değil, giderek güçlenen ve kendini fark ettiren yaşanmış pratiklerle, harekete geçelim.
Her geçen gün daha fazla şehirde barış için toplantılar yapılıyor. Barışçıl geleceği inşa edenler, herhangi bir yerlerdeki kahramanlar değil, bunlar biziz, hepimiziz. Evet, hepimiziz. Yani her birimiz! Birlikte yeni bir anlatı örebilir ve yeni gerçeklikler yaratabiliriz.
Barışa sesimizi verelim.
Sözlerimi, Albert Schweitzer’in şu cümlesiyle bitirmek istiyorum:
“Ben yaşamak isteyen hayatın ortasında, yaşamak isteyen hayatın ta kendisiyim.”
Dipnotlar:
[1] Paskalya Yürüyüşleri, Almanya ordusunun nükleer silahlarla donatılmasına ve genel olarak savaş ve silahlanmaya karşı her yıl farklı bir güncel konuyla (örneğin, ABD’nin Almanya’daki nükleer başlıklı füzelerine, genel olarak nükleer silahlara karşı protestolara, silahsızlanmaya, NATO müdahalelerine veya Irak veya Afganistan savaşları askerî operasyonlara karşı gibi) ve çok geniş katılımla yapılmaktaydı.
Barış, adalet ve insan hakları konularının dile geldiği bu yürüyüşlere, barış yanlısı insanlar, kilise grupları, sendikalar, sol ve alternatif gruplar ve ilerleyen zaman içinde de iklim aktivistleri de katılmaktaydı. Günümüzde eskisi kadar büyük katılımlı olmasa da, şiddet karşıtı protestoların ve barış için ortak çabanın sembolü olarak görüldüğü için, hâlâ Almanya’nın birçok şehrinde Paskalya Yürüyüşleri düzenlenmektedir.
[2] Meral Akkent, Agnes Neuwirth’in konuşma metninin Almancadan Türkçeye çevirdi.
(MA/VC)