Özelleştirme Değil Piyasalaştırma
Özelleştirmeye ilişkin farklı görüşler
Bu söyleme karşı bir grubun iddiası ise, yalnızca ekonomik açıdan devlete yük olan ve stratejik bir üretim yapılmayan KİT'lerin satışının kabul edilebileceği, ancak, enerji, Telekom gibi stratejik sektörlerin asla özelleştirilmemesi gerektiği; özelleştirme planına alınan KİT'lerde sürecin, bir sosyal plan eşliğinde yürütülmesinin şart olduğu şeklindeydi.
Özelleştirme tartışmalarında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) savunduğu görüş ise, bunun ideolojik bir uygulama ve küreselleşme sürecinin bir parçası olduğu, bu olguya karşıt veya yandaş durulamayacağı yönündeydi. DİSK özelleştirmenin giderek hayatın her alanına yayılacağını, yalnızca sanayi sektöründe değil hizmet alanında da yapılacağını öngördü.
Bugün gelinen noktada, gerek ülke yönetimlerinin ve gerekse özelleştirmeden çıkar sağlayacak işveren örgütlenmelerinin artık başlangıçtaki argümanlarını pek kullanmadıklarına ve limanlar, hazine arazileri, ormanlar, madenler, hatta kamu hizmeti veren Devlet Demir Yolları, belediyelere ait şehir içi ulaşım sistemlerinin bile özelleştirilmesini savunduklarını ve belki daha da önemlisi artık taleplerini geçerli mazeretlerle meşrulaştırmaya bile ihtiyaç duymadıklarını görüyoruz.
Diğer yandan, uluslararası ticaret müzakerelerine yeni yeni girmeye başlayan "özelleştirme değil, piyasalaştırma" vb. kavramlar kafaların daha da karışmasına ve neyin savunulup, neye karşı çıkılacağına ilişkin bocalamaların yaşanmasına yol açmaktadır. Örneğin, Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS), Dünya Ticaret Örgütü'ne (DTÖ) üye devletlere özelleştirmeyi şart koşmamakta ve isteyen devletlerin istedikleri kamu hizmetlerini kendi uhdelerinde tutmaya devam edebilecekleri ama bu hizmetlerin mutlaka piyasa koşullarında, rekabete açık bir şekilde verilmesi gerektiğini hükme bağlamaktadır.
Böyle bir durumda, özelleştirme karşıtlarından bir bölümünce savunulan, "devletin bütünlüğü", "hükümranlık hakları", "ancak ve yalnızca merkezi otorite tarafından verilen hizmetlerin sosyal nitelikte olabileceği" gibi pek çok "ulusal" argüman geçerliliğini kaybetmektedir. Zira, söz konusu hizmet üretimi devlet, yani merkezi otorite tarafından yapılmaya devam edilecek ve devletin bütünlüğü zarar görmemiş olacaktır.
Fakat, kamusal mal ve hizmet üretiminin piyasalaştırılması koşulu irdelendiğinde ortaya çıkan manzara, merkezi otoritenin pekala anti-sosyal de olabileceğini ortaya koymakta ve bir grup özelleştirme karşıtını savunmasız bırakmaktadır. Eğitim, sağlık, kültür vb. temel hizmetler başta olmak üzere pek çok kamusal hizmetin üreticilerinin iş güvencesinden mahrum, yeni değişen iş yasası hükümlerine tabi koşullarda, geçici, kısmi süreli, çağrı üzerine, ödünç iş ilişkisi içinde, ilan edilecek performans ölçütlerine göre çalışabilir durumda kalabilmek için birbirleriyle yarış etmek zorunda kalacakları; üretilen hizmetlerin ülke halkına serbest piyasa ölçütlerine göre ve rekabetçi fiyatlarla satılacağı, devletin hizmet üreten birimlerinin artık toplumsal fayda ekseninde değil kar amacıyla çalışan birer işletmeye dönüştürüleceği bir sistemin, özelleştirme anlamına gelmese de sonuçları itibarıyla çalışan ve yoksul kesimler için yaşamı daha da zorlaştıracağı kesindir.
Özelleştirmenin mağdurları
Bu bağlamda gerek özelleştirme fakat gerekse piyasalaştırma kavramlarının ideolojik olduğu ve işletmelerin karlılığını arttırma adına esas olarak çalışanları hedef aldığı bir kez daha doğrulanmış olmaktadır. Bu saldırıların genel itibarıyla halka yansıyan bölümü için tek ve topyekun bir yanıt üretmek mümkün değildir. Zira halk, farklı çıkar gruplarından oluşan bir kavramdır.
Elbette bu çıkar gruplarından bir bölümü özelleştirme ve piyasalaştırmadan nemalanıp ya da zarar görmezken, ezici çoğunluğunu işçi, memur, emekli gibi alt gelir gruplarının oluşturduğu bir bölümü, hem artacak işsizliğin işyerlerinde yarattığı ekstra basınç, hem de temel kamusal hizmetleri için dar bütçelerinden ayırmak zorunda kalacakları büyük miktarlar yüzünden daha da yoksullaşacaktır.
Gerek dünyada gerekse ülkemizdeki liberaller devlet elindeki "rekabete açık sektörler"in özel sektör işletmeleriyle aynı koşullarda çalışmasını isterken, özel sektör tarafından da üretilmekte olan her türlü mal ve hizmet sektörünün rekabete açık olarak tanımlanması gerektiğini iddia etmektedirler. Hal böyle olunca da tütün ve içki üreten TEKEL'in karşısına Philip Morris vb; TÜPRAŞ'ın karşısına TOTAL, SHELL, BP; Milli Eğitim'in karşısına var olan bütün özel okullar; Kamusal Sağlık Hizmetlerinin karşısına bütün özel hastane ve sağlık şirketleri; MTA'nın karşısına Eurogold Şirketi konmakta ve kamunun sayılan bu alanlarda yarattığı istihdama farklı ve daha avantajlı koşullar sunmasının, iş güvencesi sağlamasının, yeni İş Yasası'nın getirdiği esnek ve performansa dayalı çalışmayı uygulamamasının sayılan şirketlerin rekabet gücüne zarar verdiğini ve daha yüksek karla ticaret yapmalarını engellediğini ileri sürmektedirler.
Özelleştirme ve piyasalaştırmayı sosyal planla elele yürütme önerilerine gelince, özellikle Avrupa'da bir dönem işe yaramış olan bu argümanın bugün -adı öyle konsa bile- dünyanın hiçbir coğrafyasında uygulanmadığını biliyoruz. Öte yandan, söz konusu sosyal planın uygulanması halinde hem özelleştirme hem de piyasalaştırmanın şirketler için anlamını kaybedip, değersizleşeceğini, sosyal olanın işverenlere bir maliyet olarak yansıması dolayısıyla temel hedefin, yani kar oranlarını arttırma çabalarının sonuçsuz kalacağını kabul etmemiz gerek.
Gelinen noktada, emekçilerin mücadelesine şekil vermesi gereken en temel hedef, kayıplar karşısında topyekün örgütlenerek, üretimden gelen gücünü pekiştirmek ve sermaye sınıfının boy hedefi olan tüm diğer işçi ve memur gruplarıyla güç birliğine gitmek olacaktır.(NK)
* Birleşik Metal-İş Sendikası'nın çalışmasında ara başlık ve vurgular Bianet'e aittir.