Bu kitabı yazma amacınız neydi?
Son 20-25 yılın revaçta olan feminist teorileriyle bir hesaplaşma, bunların içlerinden geçerek, yer yer bir bölümünden de beslenen Marksist-feminist bir çerçeve oluşturmak, daha da doğrusu böyle bir çerçeve için belli ipuçları yakalamaktı amacım. Esas olarak da yeniden üretim kavramını, ev emeğini (tam da Marksizm yeniden üretimi sosyal teorinin dışına atmışken) teorinin merkezine çekmek ve bu alana da sömürü, el koyma, vb. kavramlarla bakılabileceğini göstermek. Bu anlamda bir Marksizm-feminizm sentezine ya da bunun ipuçlarına ulaştığımı düşünüyorum. Bir politika önerisi, bütünlüklü bir politik tez, öncelikli bir politik özne önerisi yok bu kitapta. Ama feminist politikayı değerlendirecek belli ilkeler çıkarılabilir bu çalışmadan. Örneğin; nasıl bir feminist özne anlayışı, yani "kadınlar" dediğimiz şeye nasıl yaklaşmak... Burada farklılıkçı teorilerden kendimi ayırmaya çalıştım. Yani kadınları erkeklerden farklılıkları içinde ele alıp kadınların özellikleri denilen şeylerden pozitif bir kadın kimliği oluşturup bu kimlik üzerinden bir politik özneye varmak değildi amacım.. Buna karşılık toplumsal cinsiyet kavramını öne çıkardım. Bunu, bir toplumsal ilişkiler bütününün önemli, merkezi ilkelerinden biri olarak düşündüm. Kavramı kullanırken kadınların bir toplumsal grup olduğu düşüncesine dayandım. Toplumsal cinsiyet düzenini; erkeklerin egemen, kadınların tabi olduğu iki toplumsal grup arasındaki ilişki olarak düşündüm. Feminizmin öznesi olan kadınların, maddi hayatta temelleri olan bir ezilmeye dayalı bir özne olduğunu öne sürdüm.
Feminist eleştirinin özel ile kamusal arasında kurduğu bağlantıların politikadaki karşılığı nedir? Feminist eleştiriden özel alanda yaşanan çeşitli sorun ya da deneyimlerin kamusal tartışmaya dahil edilmesini mi anlamak gerekir?
Özel alan-kamusal alan arasındaki bağlantıya iki düzeyde bakmak gerekir. İlki, feminist eleştiri düzeyi. Özel alanda olup biten şeyleri, feminist eleştiri yeniden adlandırıyor. Doğalmış gibi algılanan bazı şeyleri; yani kadın vericidir, şefkatlidir; erkek sahiplenicidir, dışarıda çalıştığı için basınç altındadır ve refleks olarak şiddet uygular gibi doğallaştırıcı açıklamalarda öne sürülen şeyleri yeniden kavramlaştırır. Kadınlar tarafından sevgi karşılığı yapılıyor gibi duran şeye ev emeği der; erkeğin fevri davranışları gibi duran şeye sistematik erkek şiddeti der... Ortaya taciz, tecavüz, ev emeğine el koyma gibi yeni bilimsel feminist kategoriler çıkar. Özel alanda olan bitenin kamusal alana çekilip buralarda yeni adıyla politik mücadele konusu haline gelmesi, tartışmaya açılmasıdır. Nitekim Türkiye'de feministlerin sokağa ilk çıkışlarında dayak bu söylediklerimin bir örneğini oluşturmuştur. Bugüne geldiğimizde, örneğin namus cinayetinin TCK'ya müdahale edilmesine yol açacak bir konu haline gelmesi, özel alanın feminist eleştiriye tabi tutulması sürecinin bir parçasıdır. İkinci düzlem, özel ile kamusal alan arasında feminist eleştirinin kurduğu bu bağlantıyı daha politik düzeyde kurmaktır. Yani özel alandaki adını koyduğumuz karşılıksız ev emeğini, evlilik içi tecavüzü vb. ortadan kaldırmaya yönelik politikalar önermeye başlamak... Kamusal alanı ve özel alanı yeniden yapılandırmak için birtakım önlemler almak.... Örneğin, ev içinde karşılıksız emekle gerçekleştirilen "bakım" gibi çok önemli bir şey var; hastaların, yaşlıların, çocukların, kendilerine bakamayacak durumda olanların bakımı... Bu işle ilgili öneriler getirmek, örneğin devletin kaliteli, ucuz bakım merkezleri olması ve bu merkezlerin cinsiyetçilikten arındırılmış, eşitlikçi, katılımcı, yani hizmet alanların ve yakınlarının da müdahil olduğu yöntemlerle yönetilmesi gerektiğini öne sürmek bu tür önlemleri önermeye başlamaktır.
Yakınlarımızın tamamen kamusal alanda bakımını duygusal olarak kabul edebilir miyiz?
Bakımın tümünün kamusal alana taşınmasından yana değilim kesinlikle. Bu mümkün de değil, istenir bir şey de değil. İnsanın yakınlarına bakması duygusal olarak çok doyurucu olabilecek bir şey. Ama kadınların ve erkeklerin bunu eşit koşullarda yapmalarını sağlamak gerekir. Bunu sağlamak için de bir yandan insanların bu tür kurumlara ihtiyacı var, devletler bunu önüne koymak zorunda. Ayrıca bakım işinin değerinin artırılması gerekir. Yani, bakım hizmeti verenlerin emeğinin nitelikli emek sayılması, eğitimlerinin önemsenmesi; ama devletin desteğiyle de bu hizmetlerin çok ucuz ya da parasız olması. Bakımın görünür emek haline gelmesi için kadınların evde yaptıkları işlerin emeklilik sigortasıyla, boşanmada tazminatla karşılanması gibi önlemler alınmalı. Bir de doğrudan ekonomi politikasıyla ilgili önlemleri sayabiliriz. Kar amacı güden ekonominin giderek ortadan kalkması gerekir. Böyle bir ekonomide kaliteli ve ucuz olarak sağlanamaz bakım hizmeti. Hem kadınların hem erkeklerin işgünlerinin kısalması gerekir ki, erkeklerle ev içinde işbölümü eşitlikçi sağlanabilsin. Ayrıca işgücü piyasasının yeniden yapılandırılması gerekir. Yani kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık, kota uygulamaları... Tüm bunların dışında çekirdek ailenin ötesinde bir ufuk getirmek gerekiyor. Ebeveynliğin sadece biyolojik anne babadan, cinselliğinse heteroseksüellikten ibaret olmadığını yeniden tahayyülümüze dahil etmek gerekiyor.
Toplumsal cinsiyet yüklü bir özel/kamusal ayrımının ve buna bağlı olarak toplumsal cinsiyetin ortadan kalkması, feminist hareketin nihai hedefi. Bu uzun vadeli hedefin aşamalarını düşününce bugün gelinen nokta neresi?
Namus cinayetleri, tecavüz, ensest; bugün yasalar tartışılırken gündeme gelebilen şeyler. Medeni kanunda mal rejiminin değişmesi, eşcinsellerle ilgili ayrımcılığa karşı bir duyarlılık gibi şeyler, hep feminizmin bu uzun vadeli yolda kat ettiği aşamalar...
Bu tartışmaların gündeme gelmesi güzel, ama bu durumun Avrupa Birliği süreciyle bağlantılandırılması da mümkün herhalde. Söz konusu olan, kadın hareketinin başarısı mı, AB sürecinin etkisi mi?
Daha önce feminist hareketlerin olmadığı yerlerde AB sürecinin sonuçlarına baktığımızda çok az şey yapılabildiğini görüyoruz; Çekoslavakya, Polonya mesela. Kağıt üstünde AB müktesebatı geçiriliyor, ama pratikte çok az sonuç alınıyor. İkili bir süreç işledi Türkiye'de: feminizmin de kazanımları; AB sürecinin de etkileri. Söz AB'den açılmışken söylemeden geçemeyeceğim; sözünü ettiğim önlemler hep hukuksal düzlemde. Tartışmaya açtık, kavramların yeni adlarını koyduk, bir hukuksal tartışma noktasına geldik; ama burada sıkıştık. Toplumsal, ekonomik, kamusal yeniden yapılandırılma perspektifimiz yok. Bu tür hukuksal önlemler açısından AB tabii ki kolaylaştırıcı bir etkendir. Kapitalizmin dinamiklerinden birisi olan eşitleyicilik; bütün kadınları işgücü piyasasına çekmeyi ve orada ücretli işçiler olarak erkeklerle hukuksal anlamda eşit yurttaşlar haline getirmeyi bir eğilim olarak barındırır. Soyut olarak bakıldığında, kapitalizm kadınları özgürleştirir denebilirdi. Ama kapitalizmin diğer eğilimi, çeşitli baskı ve eşitsizlikleri kullanıp yeniden üretmesidir; patriarka da bunlardan biri. Bugün kapitalizmin bu eğiliminin küreselleşme bağlamında çok baskın olduğu bir dönemdeyiz. Örneğin, kadınlar söz konusu olduğunda enformel sektör, kadınların piyasayla bütünleşmesinin yolu haline gelmiştir. Enformel sektörden kastım, eve iş alma, ücret karşılığı ev işçiliği yapma, komşu ya da aile atölyelerinde çalışma... Kadınlar aile içi ilişkileri dolayısıyla ücretli emekle bütünleşirler, kadın oldukları için işe alınırlar ve kadınların ezilmişlik konumunun işveren için sunduğu imkanlar kullanılır. AB sürecine girişte bazı kadınlar; üst veya orta sınıf, meslek sahibi kadınlar bunlar; kapitalizmin bu eşitleyici dinamiğinden daha çok yararlanacaklar. Onlar açısından AB müktesebatı kazanım olacak. Ama göçlerin kadınları savurduğu, fuhuşun bir dünya ekonomisi haline geldiği, ücretli ev işçiliğinin çok yaygınlaştığı bir dünyada bazı kadınların da bu piyasayla bütünleşmesinde patriarkanın ağır baskısı artacaktır. Dolayısıyla AB, kadınlar arasındaki bölünmeyi derinleştirme potansiyeli taşır. Bunlar bizi gelecek kurtuluşumuzdan uzaklaştıran dinamiklerdir.
Özel alanın politikleştirilmesi için medyanın oluşturduğu "kamusallık" uygun bir ortam mıdır? Medyada, özellikle son dönem kadın programlarını göz önünde bulundurursak, sadece şiddet ve aşağılanma yüklü olayların duyurulması ve malzeme durumuna getirilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye'de feministler, "Özel olanın politikasını yapmak gerekir" dediklerinde, dünya kapitalizmi şöyle bir noktaya gelmişti: Bir özel alan patlaması yaşanıyordu; ifşa, içini dökme, mahremiyeti sergileme kültürü zaten her tarafı sarmıştı. Bu bağlamda medya da çok önemli bir işleve kavuşmuştu. Şimdi medya aracılığıyla özel olanın ortaya dökülmesi, kamusal tartışmaya sunulması, özel alanın politikleştirilmesini sekteye uğratıyor. Burada medya, pasif tüketiciler konumundaki seyircilere röntgencilik etmeleri için malzeme sunuyor bir anlamda. Dolayısıyla kadınların özel olanı gerçekten politikleştirmelerinin koşulları değildi bunlar. Buna rağmen örneğin; namus cinayetlerinin bu kadar gündeme gelmesi, evlilik içi tecavüz, kadınların ev içi karşılıksız emeği, genel olarak taciz ve kadınlara yönelik şiddetin tartışma konusu olması başarılmış şeylerdir. Medya, kadınları aşağılamaya devam ediyor ve üstelik bunu kadınlar için yapılmış programlarda kadınlara yaptırıyor. Buna karşı tek yapılabilecek şey, feminist politikanın radikal yanlarının üzerine tavizsiz bir biçimde gitmek. Yani, toplumsal dönüşümleri, özel hayatı dönüştürecek yaklaşımları gündemde tutmak. Ailenin ya da çift ilişkisinin mutlaklaştırılmaması, ev emeğinin kadınların omuzlarına yüklenmemesi gibi şeylerin eleştirisinin hep gündemde tutulması...
Özel alanın politikliği konusunda 80'lerin feminizmiyle 90'larınki arasındaki en belirgin farklılıklar neler? Kitapta da sözünü ettiğiniz 90'larda yaşanan yenilgiler nelerdi ve feminist hareketin çizgisini nasıl etkiledi?
80'lerde biz özel olan politiktir sloganını çok ciddiye aldık ve özel yaşamlarımızı, bu alanda kimlerle neleri paylaştığımızı, erkeklerle neler yaşadığımızı, çocuklarımızı nasıl büyüttüğümüzü, dış koşulların imkan verdiği ölçüde ve dar bir çevrede de olsa, sorgulamaya başladık. Kimimiz boşandı, kimimiz çocuklarını kadın arkadaşlarıyla paylaşım içinde büyütmeye çaba gösterdi, kimimiz ev hayatında daha dayanışmacı biçimler bulmaya çalıştı. Bunun yanı sıra kampanyalarımızda da kendimizi dönüştürmeye çalıştık ve bunlar bize güç veriyordu. Örneğin cinsel taciz kampanyasında, evde istemediğimiz sevişmelere hayır demeyi, sokakta taciz gördüğümüzde ses çıkarmayı öğrendik, hatta peş peşe politik bir şekilde boşanma davaları açtık. Bütün bunlar radikal şeylerdi. Sonra bütün toplumsal muhalefet hareketleri gibi feminizm de nefesini yitirdi, sönümlenmeye, ütopyasından vazgeçmeye başladı. Hareketliliğin sönümlenmesi, bizi dönüştürmeye çalıştığımız eski hayatlara çekti. Atomize olduk ve yenilgi dönemlerinde baskın hale gelen ideolojilerin etkisine girdik. Çünkü insanlar, bu düzen içinde, politik bir kolektivite olmaksızın özel yaşamlarını değiştiremezler. Yenilgi dönemlerinin bireyselliği, bireysel seçişleri yücelten ideolojilerini yüceltmeye başladık. Bireysel hayatlarımıza saplanmışlığı bir erdem haline getirdik. Çift ilişkilerimize, meslek hayatlarımıza, çocuk doğurmaya ve o çocukları babalarıyla birlikte büyütmeye döndük. "Özel olan politiktir", bir anlamda, "Bireysel seçişlerin fetişleştirilmesi"ne dönüşmeye başladı.
Neden feminizm radikal politikalarla sesini duyurmak yerine radikalliğini düşünsel düzleme sıkıştırdı ve politik olabildiği ölçüde radikalliğini yitirdi?
Radikalliğin düşünsel düzleme sıkışmasından söz ederken yapıbozumcu bir politika anlayışını kast ediyorum: "Kadın" öznesini dağıtmayı, yerinden etmeyi önüne koyan; toplumsal cinsiyet, egemenlik, baskı, hiyerarşi gibi kategorileri yıkarak, dağıtarak, anlamları çoklaştırmayı, söylemleri açık uçlu ve tamamlanmamış kılmayı önüne koyan, retorikte, söylemde radikal yaklaşımları... Oysa bu tür yaklaşımlarla, dilde, söylemde son derece yıkıcı olunsa da politikada adım atmak olanaksız. Çünkü bir kolektif olarak davranacak, ortak talepler, politikalar öne sürecek özneleri, kapalı uçlu, tamamlanmış ve dolayısıyla da dışlayıcı oldukları gerekçesiyle reddeder bu yaklaşımlar. "Kadınlar" diye bir toplumsal grup ya da bir özne yoktur, çeşitli kadınlar vardır ve bunlar hep birbirlerinden farklıdır. Biz diyemeyiz, başka kadınlar hakkında konuşamayız... Benden farklı olanla dayanışabileceğim ve bunun benim kurtuluşum için önemli olduğu, böylece ufkumuzun dışında kalır giderek. Örneğin, "İffetli kadın olmak istemiyorum" diye bir sloganımız vardı bizim. Bu, TCK'nin 438'inci maddesine karşı sürdürdüğümüz kampanyada ortaya çıkmıştı. TCK'nin 438'inci maddesi; fahişeler üzerinde uygulanacak şiddet meşrulaştırılıyor ve ev kadınlarına 'sokağa çıkmayın, siz de fahişe olursunuz, size de tecavüz ederlerse bu da meşru olur' anlamına geliyordu. Kısacası sadece fahişeleri ezdiği düşünülen bir uygulama aslında ev kadınlarını da eziyordu. Bunu ortaya çıkarmak, politikanın radikalliğidir; fahişelerle ev kadınlarının dayanışmasıdır... Ama ezilmişlikte ortaklık ve buna dayalı bir dayanışma anlayışı, yapıbozumcu bir yaklaşımla savunulamazdı. Bunun doğrudan olmasa da dolaylı etkilerine maruz kaldık biz de yer yer. Buna karşılık eşitlikçi yaklaşımlar; Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler lobiciliği, kadınları güçlendirme politikaları, pozitif ayrımcılık, kotalar gibi önlemlerle işgücü piyasasında kadınların da erkeklerin yanında yer almalarını sağlayan politikalar, gerçek politikalardı ve çok somut kazanımlara yol açtı ve açmakta bu politikalar. Ama bütün kadınların özgürleşmesini sağlayan önlemlere yol açma, kadınların çoğunluğunun daha güvenli ve özgür yaşamalarının önünü açma anlamında radikal oldukları söylenebilir mi? Bu konuda kuşkuluyum.
Kitabınızda, 1988-90 Kaktüs dergisi döneminde kadınlar arası hiyerarşilere teoride yer açmanıza rağmen pratikte bunlardan soyutlanmış bir kadın mücadelesi tanımladığınıza dair bir özeleştiriniz var. Kadın politikasını bütün kadınların şiddet gibi genel sorunlarına indirgediğinizi söylüyorsunuz. Bunu da feminist politikanın başka toplumsal hareketler, özellikle sosyalist hareket karşısında özerkliğini koruyabilmek için savunuyorsunuz. Ta ki Kürt feministlerin uyarılarına kadar... Kürt kadın hareketi genel Kürt hareketinden ne kadar bağımsız düşünülebilir? Feminist politikanın Kürt hareketi karşısındaki özerkliği ne kadar tehlikeye düşer?
Geçmişte sanki Kürt, işçi, siyah olmanın dışında bir kadınlık alanı varmış gibi davrandık. Bugün şunu artık çok iyi görüyorum ki, Kürt kadınlar kendi kadınlıklarını hep Kürt kadınlar olarak yaşıyorlar. Bu bizim için çok önemli bir uyarı.Yalnızca üst ya da orta sınıftan, hakim ulusal, etnik gruptan, ırktan kadınlar, kadınlık sorunlarını bir tür arınmış, soyutlanmış kadınlık hali olarak yaşarlar. Ama bu kadınlar dünyadaki kadınların küçük bir azınlığını oluşturur. Ama bu, böyle bakarsak kadın kurtuluş hareketini, bir ulusal kurtuluş hareketinin ya da başka bir hareketin dümen suyuna sokarız anlamına gelmiyor. Kürt kadınlarının ne kadar özenli olduğuyla ilgili bir şey bu. Eğer birincil amaçları kendi ulusal hareketlerine güç kazandırmaksa, tabii ki feminist politikaları tabi kılacaklardır.
Konuya biraz açık uçlu bakıyorsunuz. Bugünkü duruma dair net bir tahliliniz yok mu?
Zaman zaman karma Kürt gruplarındaki kadınların yeterli özeni göstermediğini düşünüyorum. Kürt kadınların, erkek egemenliğini, patriyarkanın baskısını ancak Kürt kadınların ezilmişliği olarak yaşamaları, kadın mücadelesini Kürt ulusal hareketinin önderliğiyle şu ya da bu biçimde bağlantılandırmayı gerektirmez. Yer yer tam da bu doğrultuda şeyler yapılıyor oysa.
Cinsel özgürlük, cinsel şiddet ve cinsel iktidara yönelik eleştiriden koparılarak elde edilmeye çalışıldı. Neden tam olarak başarılamadı sorgulayan bir cinsel özgürlük?
Kapitalizmle feminizmin çatışan dinamikleri söz konusu burada. 1960'larda tüketim kültürü iyice yaygınlaştı. Metalaşma artık her şeyi sardı. Cinsellikte metalaşma da çok boyutlandı, bir sanayi haline geldi. Cinselliğin, metalaşması için bazı geleneksel baskılardan kurtulması gerekir. Cinselliğini satacak olan insanın cinsel olarak özgür olması gerekir. Kadınların birey olarak cinselliğini istediği gibi kullanabilme yönünde özgürleşmesi, metalaşmayla el ele gitti. Feminizm ise erkeklerle cinselliği, bu cinselliğin nasıl baskıyla iç içe yaşandığını sorguluyordu. Feminizm bir hareket olarak etkili olduğu sürece cinselliğin metalaşmasına karşı bir direnç oluşturdu belki. Gittikçe feminizmin geri çekilmesi ve kapitalizmin bu dinamiğinin güçlenmesiyle bir "cinsel devrim"e dönüştü mesele. Bu kavramın kendisi çok problemli; çünkü bu kadınlarla erkekler arasında hiçbir ayırım yapmayan, erkek şiddetinden tümüyle soyutlanmış bir kavram. Oysa feminizmin direncinin, kadınların güç birliğinin ve dayanışma kanallarının olmadığı yerde; toplumda bu yönde anlamlı bir kurumsallaşmanın, erkek şiddetine karşı bilinçlerde bir donanımın olmadığı durumda, cinsel özgürlükçülük her tür erkek saldırganlığının mubah olduğu, estetize edildiği, kadınların son derece savunmasız bırakıldığı bir noktaya geliyor. Bugün dünya ölçeğinde yayılmış olan fuhuş ağı, her türlü değerin küçümsenmesi anlamında bir liberallik ya da özgürlükçülüğü, çocukların ve kadınların örselenmesinde seferber ediyor.
Kitapta, "Kadının dönüşümü için anahtar: eğitim" anlayışı ile erkek egemenliğini bir toplumsal ilişkiler bütünü değil, 'kadının geri kalmışlığı' olarak gören bir yaklaşımdan söz ediyorsunuz. Kadın, çağdaş olan erkeğe doğru yaklaştırılmak isteniyor. Bu doğrultuda "Haydi Kızlar Okula" kampanyasına nasıl bakmalı? Sistemin devamlılığını sağlaması bir yana, kız çocukların okula gidemediği için pek çok fırsatı kaçırdığı da bir gerçek...
"Çağdaşlaştırma", toplumsal cinsiyet düzenini gizlemek açısından çok tehlikeli bir perspektif. Çünkü, çağdaş bir erkek egemenliği biçimi altında yaşayan büyük bir kadın grubu var Türkiye'de. Kadınların ev emeğinin karşılıksız emek olarak, işgücününse ucuz ve güvencesiz işlerde kullanıldığı, kadınlara yönelik şiddetin yaygın olduğu, bedenlerinin, kimliklerinin baskı ve denetim altında tutulduğu bir çağdaş biçim. Kapitalist patriarkanın kadınları soktuğu bir cendere... "Çağdaşlaştırma" söyleminde sanki böyle birşey yokmuş gibi davranılıyor. Ancak kız çocuklarla oğlan çocukları arasında eğitime ulaşma fırsatları açısından öyle büyük bir eşitsizlik var ki, kızlara özel kampanyaları ben anlamlı buluyorum ve eleştirmiyorum. Önemli olan, çağdaşlık kavramından kurtularak bunu yapmak. Çünkü, çağdaşlık adı altında biz, kendimiz gibi olmayan kadınları küçümsüyoruz. Örtünmek isteyen kadınları dışlamaya kalkışıyoruz; büyük ailelerde yaşayan, yoksulluğa ve ulusal baskıya karşı savunma refleksleriyle çok çocuk yapan kadınları küçümsüyoruz. Bu kadınları eğiterek bize benzetmekse amaç, o kadınları bir başka tip erkek egemenliğine hazırlamaya soyunuyoruzdur.
Sadece kadın olmanın mecliste kadın çıkar ve sorunlarını temsil etmek anlamına gelmediğini biliyoruz artık. Feminist politikaların meclise taşınması gerekliliği ve bağımsız olan siyasinin de etkinliğinin az olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, kota, feminist program ve pozitif ayrımcılığı benimsemiş partilerden meclise girmenin etkili bir yol olduğunu söylüyorsunuz. Bunun olabilirlik ölçüsü ve bugünkü mecliste ya da meclis dışındaki partilerde geçerliliği nedir?
Kota ve pozitif ayrımcılıkla feminist taleplere yer veren programları birbirinden ayırmak gerekiyor. Yani kota ve pozitif ayrımcılık uygulayan her partinin kadın adayları desteklenir diye bir şey yok. Kitaptaki yazıdan biraz farklı bir vurgu yapmak istiyorum. Orada karma örgütlere biraz daha şans vermişim, bağımsız kadın adayları gerçekçi bulmamışım, ütopik bulmuşum. Gerçekten de bağımsız feminist adaylar çok zor çıkıyor ve mecliste varoluyorlar. Ama karma örgütlerle ilgili olarak, yaşadığım deneyimler beni karamsarlaştırdı. Öte yandan bugünün meclisinde bağımsız feminist aday olsa ne olur, feminist taleplere yer veren bir karma örgüt olsa ne olur? Açıkçası, kadınların siyasette yer almalarını başlı başına bir mücadele konusu haline getirmek, problemli bir şey. Başka mücadelelerle birlikte ancak bizi bir yere götürebilecek mücadele bu. Parlamenter politika artık o kadar içi boşalmış hale geldi ki, dolması için kadınları başka feminist mücadelelerle birlikte, bu mücadelelerin bir sonucu olarak meclise yönlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Meclis dışı siyaseti güçlendirmek gerekir. (MT/BB)