Bilgi için Prof. Dr. Haluk Ülman, Prof. Dr. Ahmet Yücekök ve Prof. Dr. Akile Gürsoy'a da gönderilen yazıda 1996'dan bu yana Yeditepe Üniversitesi'nin çeşitli bölümlerinde ders veren Prof. Dr. Aktar istifasına yol açan gelişmeleri sıralıyor.
"Bir üniversite serüveni" örneği olarak Aktar'ın mektubundan bölümler yayımlıyoruz.
"1996 yılında Yeditepe Üniversitesi, Kartal'da bir iş hanında kurulduğu günden beri üniversitenizin çeşitli bölümlerinde part-time olarak sosyoloji, siyaset bilimi dersleri verdim ve öğrenci yetiştirdim.
Sadece 2000 yılının sonbahar döneminde ABD'de Michigan Üniversitesi'nde 'Misafir Öğretim Üyesi' olarak bulunduğum için bir dönem derslerime ara verdim.
Son günlerde üniversitenizin yönetiminde izlediğim bazı değişiklikler nedeniyle artık üniversitenizde ders vermekten vazgeçmiş bulunuyorum. Bu mektupta size ve üniversitenizde birlikte çalıştığım bazı bölüm başkanlarına bu kararımın nedenlerini açıklamak istiyorum.
İlk olarak, bu yılın başında Ekim ayında ders vermek üzere üniversitenize geldiğimde kapıda üniformalı güvenlik görevlisi sayısında ciddi bir artış olduğunu gözlemledim. Bunlardan biri arabamın arka kapısını açtı ve üniversitenizin yaklaşık 50 cm. boyundaki 'sticker'ini arabamın arka camına benden izin almadan yapıştırdı.
'Ne oluyor?' diye sorduğumda, 'Hocam, bunu takmanız şart!' cevabını aldım. Benim arabamın ön camında zaten full-time olarak çalıştığım Marmara Üniversitesinin 'sticker'i vardı.
Dolayısıyla, mesleğimin ne olduğu ve üniversitenize ders vermek üzere geldiğim ortadaydı. 'Uyumsuz olmamak' adına sesimi çıkarmadım, ama tavır çok kötüydü. Yönetim bizlerin araçlarını kullanarak üniversitenin reklamını yapıyordu anlaşılan. Daha sonra basından bu 'sticker'i takmak istemeyen bir hocanın istifa ettiğini öğrendim.
Yaklaşık bir ay önce, yine ders vermek üzere geldiğimde aynı üniformalı adamlar yine 'sticker' diye tutturdular. 'Arka camda var!' dediğimde ise, 'Hayır, şimdi kırmızı 'sticker' alacaksınız. Yoksa, sizi içeri alamayız' dediler.
'Saçmalamayın, benim öğrencilerim bekliyor' deyip içeri girdim. Sinirlenmiştim, durumu öğrencilere anlattım ve geciktiğim için özür diledim. Onlar da 'sticker'in kolaylıkla alındığını ve aslında takmak zorunda olmadığımı, hüviyet gibi gösterip içeri girebileceğimi söylediler.
Ders yılının bitmesine bir hafta vardı, yine 'uyumsuz olmamak' adına ben de bir tane 'sticker' edindim. Kendi üniversitemin 'sticker'i ile Kemal Alemdaroğlu'nun garnizona çevirdiği İstanbul Üniversitesine bile girebiliyordum ama haftada bir kez ders verdiğim ve para aldığım üniversiteye giremiyordum. Durum çok tuhaftı.
Ondan sonraki hafta kapıya geldiğimde, yine güvenlik görevlileri 'sticker' diye tutturdular ve torpido gözünden çıkarıp yeni 'sticker'i gösterdim. 'Onu ön camın sol tarafına yapıştırmanız lazım' dediklerinde artık tepem atmıştı ve kendilerinin anlayacağı dilden okkalı bir cevap verdim.
'Hocam biz sizi içeri alsak bile sizi otoparka sokmazlar ki' dediler. Ben içeri girdim ve otoparkların girişine bariyer konduğunu ve her bariyerin başına bir güvenlik görevlisi dikildiğini gördüm.
Yine 'sticker'i gösterdim ve 'onu ön camın sol tarafına yapıştırmanız lazım' cevabını aldığımda otoparkı boş vererek gazladım ve ders vereceğim binanın önüne kadar arabayı sürdüm. Arkamdan bir güvenlik görevlisi ordusu düdük çalarak koşturup duruyordu. Potansiyel suçlu muamelesi görüyordum, aslında traji-komik bir durumdu.
Binanın önüne arabamı park ettim ve anahtarı uzatıp, 'ben daha fazla sizinle uğraşamam. Öğrencilerim bekliyor. Buyrun anahtarları ve bu arabayı park edin' dedim. Onlar da kendilerine amirlerinin böyle emir verdiğini, kendilerinin 'emir kulu' olduklarını ve benim de onların işlerini zorlaştırdığımı söyleyip otoriter örgüt yapılarında bol miktarda rastlanan 'Bekçi Mürteza' mantığı içinde durumu izah etmeye çalıştılar.
Ben de onlara, 'siz amirinize benden selam söyleyin, üniversitenin ormana bakan sınıra da mayın döşesin ve oradaki dikenli tellere elektrik versin! Kapıyı böyle pek sıkı tutuyorsunuz ama ormandan da istenmeyen şahıslar içeri girebilir' dedim. Birden yaptığım espriyi ciddiye aldıklarını gördüm, içim karardı. Neyse, onlar arabayı mecburen park ettiler, ben de girip son dersimi yaptım.
Ders bittikten sonra imza atmak üzere fakülte sekreterliğine gittiğimde, sekreter hanım benim nüfus kayıtlarımı istedi. 'Şimdi, bu da nereden çıktı?' diye sorduğumda 'size kimlik kartı vereceğiz' cevabını aldım.
Kendilerine nüfus kağıdımın, ehliyetimin ve Marmara Üniversitesi akademik kimlik kartımın bulunduğunu ve daha fazla kimlik kartı sahibi olmak istemediğimi söylediğimde ise, 'ama hocam kimlik kartı çıkarmazsanız ve bunu boynunuza asmazsanız üniversiteye giremeyebilirsiniz' cevabını aldığımda ise artık durum kafamda netleşmişti.
Üniversite yönetimi tuhaf bir 'güvenlik' anlayışının arkasına saklanarak öğretim üyelerini belli bir kalıba dökmeye çalışıyordu. Bundan sonra artık topluca marş söylemeler, bayrak törenleri veya üniversite rektörlüğün önündeki meydanda elinde pamuk olan emekli belediyecilerin her sabah 'sakal tıraşı kontrolü' yapmalarına kadar uzanan aşamalar gündeme gelebilirdi. (lütfen gülmeyin, 12 Eylül'ün heyheyli günlerinde Çapa Tıp Fakültesinde cerrahlara pamukla sabahları sakal tıraşı kontrolü yapıldığını gözlerimle gördüm).
Ayrıca, bu yaka kartı da ne oluyordu? Genelkurmay binasında yaka kartı mecburi olabilirdi. Çünkü orada askeri sırlar muhafaza ediliyordu. Veya NASA'nın binalarında böyle bir uygulama anlaşılabilirdi, çünkü orada stratejik değeri olan uzay araştırmaları yapılıyordu.
Ama doğru dürüst kütüphanesi bile olmayan Yeditepe Üniversitesi'nin yabancı gözlerden saklayacak nesi olabilirdi? (lütfen, vakıf üniversitelerinin araştırma ve kütüphane konusuna önem vermek zorunda olmadığını söylemeyin.
Boş bir vaktinizde Koç Üniversitesinin kütüphanesini gezin veya Bilgi Üniversitesinin dünyadaki elektronik bilgi bankalarına ulaşım imkanlarına göz atın. Ayrıca, Bilkent Üniversitesinin yıllık kütüphane bütçesinin 1,500,000 Dolar olduğunu size hatırlatırım. Dikkat edin, saydıklarımın hepsi vakıf üniversitesidir)
Sekreterin odasında bunları düşünürken birden üniversitenizin bastırdığı 'Social Life at Yeditepe' kitapçığı gözüme ilişti. Lüks kağıda basılmış, içinde şık fotoğraflar bulunan bir kitapçık. Kapalı Çarşı'daki halı tezgahtarlarının kullandığı kötü İngilizce ile kaleme alınmış bu kitapçığın ilk üç sayfasına baktığımda yine kafamdan kaynar sular boşandı ve bu kitapçığı hazırlayanlar adına benim yüzüm kızardı.
Sayın Ahmet Serpil, bilmem farkında mısınız ama kitapçıkta üniversitenizin bölümleri herhalde zorluk derecesine göre, HARD (Kimya Mühedisliği, Tıp, Dişçilik vs.), MEDIUM (Hukuk, İşletme, İktisat vs.) ve SOFT (Felsefe, Antropoloji, Tarih vb.) bölümler olarak üçe ayrılmış. Bir üniversite yönetiminin kendi kurumundaki öğrenci ve öğretim üyelerini bu şekilde ayrıma tabi tutmasının hem son derece yanlış, hem de utanç verici olduğunu düşünüyorum.
Çok merak ediyorum, acaba bunu hazırlayan zihniyet MEDIUM olarak adlandırdığı hukuk bölümünde öğrenci okutmak için yılda 6,500 Dolar ödeyen ailelerin yüzüne nasıl bakar? Yani, bu kadar para ödeyen bir ailenin evladına 'orta karar' bir hukuk eğitimi mi verilmektedir?
Acaba, bunu hazırlayan zihniyet SOFT bölüm olarak sınıflandırılan Felsefe bölümünde okutulan kitapların bir sayfasını okuyup, anlayıp, açıklayabilecek donanıma sahip midir? Veya çocuğunu tarih bölümüne yazdıran bir aileye, 'burası zaten SOFT bir bölümdür, biz çocuğunuzu fazla üzmeden mezun ederiz?' mesajı mı verilmek istenmektedir?
Bu kitapçık üniversite yönetiminin kendi kurumuna nasıl baktığını çok güzel anlatıyordu. Üniversitenin yüzme havuzu, fitness ve güzellik merkezinde cilt bakımı görüntüleriyle, yüzme havuzu, berber ve müsamere yapan öğrenci fotoğrafları ile bezenmiş olan kitapçıkta en çok dikkatimi çeken şey kurumun vermeye çalıştığı son derece 'steril' ve 'hijyenik' görüntü oldu.
Evet, içinde yaşadığı toplum ile hiçbir ilişkisi olmayan ve dolayısıyla öğrenciyi hayata hazırlamak yerine nizam, intizam ve zart-zurt'un egemen olduğu otoriter bir yapıyı hedefleyen, 'social life' bakımından çok hoş, fakat 'academic life' açısından durumu şüpheli bir kurum vardı karşımda.
Sekreterlikten çıkıp öğretim üyeleri yemekhanesine gittim. Birkaç aydan beri orada 'steril' görüntüyü muhafaza etmek adına sigara içilmesi de yasaklanmıştı. Birlikte yemek yediğim arkadaşlara Yeditepe Üniversitesindeki güvenlik takıntısının bende yaratmış olduğu hissiyatı özetledim.
Bu işlerin 'steril' ve 'hijyenik' bir hava yaratmak amacıyla yapıldığını sandığımı anlatırken, yaşlı bir hocamız 'çok haklısın, geçen hafta iki tane şoförü bıyıklarını kesmedi diye işten atmışlar' deyince birden her yerde karşımıza çıkan 'alaturka çağdaşlık anlayışı' burada da bütün çıplaklığı ile karşıma serildi.
Bu zihniyeti çok iyi biliyordum: Bir şoförün iyi ve dikkatli araba kullanıyor olması pek önemli değildi, yeter ki çağdaş [bıyıksız] bir görüntüye sahip olsun. Bir hocanın iyi ders anlatması veya bilimsel yetkinliği önemli değildi, yeter ki boynuna kimlik kartı assın ve arabasına 'sticker' yapıştırsın.
Üniversitenin granit kaplı koridorları, sensor ile çalışan tuvaletleri önemliydi, ama kütüphane gibi akademik kaliteye ilişkin şeyler olmasa da olurdu. Önemli olan görüntüyü kurtarmaktı. Her binanın önünde zırt-vırt öten güvenlik kapıları, ellerindeki telsizler ile birbirine 'sayın 1 numara hukuk binasından çıktılar' gibi anonslar yapan güvenlikçiler ile ulaşılması gereken hedef yukarıda anlatmaya çalıştığım garabetin 'ciddi bir görüntü makyajı ile' örtülmesinden ibaretti. (Bu güvenlik görevlileri 'sayın 1 numara' derken kimden bahsediyorlar acaba?) Artık meseleyi anlamıştım.
Yemek esnasında başka bir öğretim üyesi de üniversitenin idari işlerine bakan kişilerin emekli belediye zabıta müdürlerinden oluştuğunu, onların da geldikleri kurumun normlarını burada uygulamak istediklerini anlatmıştı. Yemekten sonra, aynı günde üst üste gelerek beni rahatsız eden meseleleri sizinle görüşmek üzere makamınıza geldim. Maalesef yerinizde yoktunuz.
Sizin yerinize, yardımcınız Prof. Dr. Atilla Dicle'ye durumu anlattım. Üniversitenizin idare amirleri ile 'sticker' işlerini konuşup onları muhatap almak istemediğimi, akademik kökenli bir yönetici olduğu için kendisine geldiğimi anlattım.
Atilla Bey beni dinlerken üzüntüsünü gizlemedi ve bu konuda çok şikayetler aldığını söyledi. Son olarak da 'keşke bunları Ahmet Serpil Bey'e anlatsanız' dedi. Mesajı almıştım, bu tuhaf durumu olumlu yönde değiştirecek yetkisinin olmadığını kibarca söylüyordu sayın rektör yardımcısı.
Otoparka gidip arabamı bulduğumda bir sürpriz ile karşılaştım: Benim arabamı park eden güvenlik görevlisi densizliğin son haddine ulaşıp kırmızı 'sticker'i torpido gözünden çıkarıp arabamın ön camının sol tarafına yapıştırmıştı.
Hemen 'sticker'leri söküp çöpe attım ve oradan uzaklaştım. Akşam durumu Prof. Dr. Akile Gürsoy'a anlattım ve artık Yeditepe Üniversitesi'nde ders vermemin mümkün olmadığını söyledim. (AA/NM)