Necmiye Alpay'ın İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Özgür Gündem davasında yaptığı savunmayı yayınlıyoruz.
***
Öncelikle bu davada dört aydır tutuklu bulunuşumun bir tür yargısız infaz niteliği taşıdığını söylemek istiyorum. Neden “yargısız” dediğimi olgularla açıklamaya çalışacağım. Olgular, iddianamedeki suçlamaların da temelsizliğini ortaya koymaktadır.
Benim Özgür Gündem Gazetesi ile olan somut ilişkim gazetenin basın özgürlüğünü desteklemek amacıyla katıldığım iki ayrı Voltaire ediminden ibarettir. İlke şudur: “Düşünceleriniz Voltaire bu sözü 250 yıl önce söylemişti. O vakitten beri, düşünce özgürlüğü ne zaman tehlikeye düşse, ne zaman yazarlar ve basın yargılanmaya başlansa Voltaire edimleri devreye giriyor. Ülkemizde Voltaire davaları 1990’ların ortalarında başlamıştı. İlk kez, Yaşar Kemal’in Der Spiegel’de yayımlanan bir yazısı aleyhine DGM’de dava açıldığında, o sıralar yargılanmakta olan yazılar bir kitapta toplanarak bini aşkın kişinin “yayıncı” sıfatıyla verdiği imzalarla mahkemeye gidilmişti. Aradan geçen yirmi küsur yılda bu ilkeye dayalı edimler çeşitli biçim, içerik ve boyutlar alarak devam etti. Bu uğurda hapis cezası alanlar da oldu. Ayrıntılar için “Türkiye’de Düşünce Özgürlüğü (1995-2015)” adlı kitaba bakılabilir. ‘Yayın Danışma Kurulu’nda adımın yer almasını kabul etmek benim Özgür Gündem’de katıldığım iki Voltaire ediminden ilkiydi. Amacım gazetenin özgürlüğüne destek olmaktı. Aynı amaçla, Mayıs 2016’da düzenlenen “24 saatlik nöbetçi genel yayın yönetmenliği” kampanyasına katıldım ve katılımcılardan istendiği üzere, konuyla ilgili bir yazı yazdım ( 5 Haziran 2016). Her iki sıfatla da, bırakınız silahlı örgütü, gazetenin kendi yapılanması içinde bile fiili bir görev, yetki ya da sorumluluk üstlenmiş değilim. Bu tür şekli ‘danışmanlık’lara pek çok yayında rastlayabilirsiniz. ‘Danışma Kurulu’ üyeliğimden ötürü, bu davaya kadar hakkımda herhangi bir soruşturma açılmadı, gazete aleyhine açılan sayısız davanın hiçbirine dahil edilmedim. Böyle olması da normaldir, çünkü kanunda (Basın Kanunu Md.11) danışman ya da yayın yönetmeni gibi sıfatların… Cezai sorumluluk doğurması için öngörülen şartlar bizim olayımızda gerçekleşmemişt Durum buyken, “konjonktür” nedeniyle olmalı, son aylarda her iki sıfat için de dava açıldı. Önce, “24 saatliğine nöbetçi genel yayın yönetmenliği” kampanyasına katılımım hakkında İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan ve tutuksuz yargılandığım davada TMK 7/2 /terör örgütü propagandası) suçu yöneltildi. Bu suçlama, kendi imzamı taşıyan yazıyla değil, yayımlanmaların Daha sonra açılan halihazırda davada ise, hiçbir somut delile dayanmayan bir kararla en ağır suçlamalar yöneltilerek tutuklandım. Yukarıda “yargısız infaz” derken, aşağıda açıklayacağım gibi, var olmayan delillere dayalı tutuklama ve ret kararlarından söz ediyorum. Tutuklama kararını veren İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği karar metninde: 1) TCK 302 ve 214. Maddelerde öngörülen suçlara yönelik “kuvvetli şüphe” iddiasına dayanak olarak “toplanan deliller” diyor. Oysa benimle ilgili toplanmış tek delil yok, zaten olamaz da. 2) Tutuklama kararı, “şüphelinin yakalanmasına ilişkin (…) tutanak içerikleri” diyor. Oysa ben yakalanmış değilim; dosyada adımın geçtiğinden haberdar olur olmaz sayın savcıya gidip ifade verdim (ve aynı gün tutuklandım). Yakalanmış olmadığımdan, bir yakalama tutanağı, dolayısıyla içeriği de yok. 3) Aynı paragrafta, Özgür Gündem gazetesinde haberler yoluyla terör örgütü propagandası yapıldığı iddia ediliyor. Bu suç eğer gerçekse bile benimle bir ilgisi olamaz, çünkü gazete içerisinde herhangi karar yetkim, amir konumum, fiili ya da hukuki bir sorumluluğum olmadı. Olabileceğine dair dosyada delil de yok. Basın Kanunu 11. Maddeye göre, gazetelerin yapılanmasında dört sıfat var ki, bunların gazete içeriğinde sorumlu tutulabilmeleri için, ‘sorumlu müdür’ü yönetiyor olmaları gerekir. 11. Madde tam olarak “yayın yönetmeni, genel yayın yönetmeni, editör, basın danışmanı gibi sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkili sorumlu olur” diyor. Ben ise Özgür Gündem’de her iki sıfatımı da yalnızca şeklen taşıdım, sorumlu müdürü yönetmedim, herhangi bir yönetim işiyle veya fiili işle yetkilendirilmedim, yetkili olmadım. Ve dosyada, yetkili olduğuma dair bir kanıt yoktur, zaten olamazdı. Gerçek bir yargı sürecinde bu yokluklara rağmen tutuklama kararı verilmeyeceği herhalde açıktır. İddianameye gelince. Buradaki temel sorun, sayın savcının iddialarının izlenime dayalı, deliller –varsayılan suç bağlantılarına ilişkin kişisel kanıtlar- açısından boş olması ve ’gazete’ kavramı ile basın özgürlüğü kavramını bütünlüğüyle yok saymasıdır. Bu dava kamu adına açıldı ve merkezinde bir gazete var. Suçlanan zemin bir gazetedir. Ne var ki, daha ilk cümleden itibaren bakış açısı gazeteden kaydırılıp silahlı örgüte çevriliyor ve orayı merkez haline getiriliyor. Ve bunu kişisel olarak benimle ilgili hiçbir veri ortaya koymadan yapıyor. Bu nokta İddianame’nin benimle hiçbir ilgisinin olamayacağı noktadır. Ben gazetenin gazete olma yönüyle ilgiliyim. Öyle görünüyor ki, tutukluluğa itiraz makamları ve sayın savcı bu yönü, basın ve ifade özgürlüğünü hiç hesaba katmadıkları gibi, sanıkların tek tek özgül konumlarını da delillere dayandırmak gereğini dikkate almamışlardır. Bunun yerine İddianame’de, merkezinde silahlı örgütün, eylemlerinin ve yöneticilerinin yer aldığı bir tümdengelim şeması görüyoruz. Bu merkez hakkında sayfalar dolusu ansiklopedik, korkutucu bilgiler verilmiş. Bu sayfalara bir göz atmak bile insanı bir önyargıya ve ön yargıya yöneltebilir. Buna karşılık, iddia edilen örgütsel bağlar kişiler açısında tek tek gösterilmiş olmadığından, şema gerçeklik kazanmıyor. “Örgüt bağı, örgüt üyeliği, örgüt adına hareket” gibi iddialar, bir ast-üst ilişkisini, hiyerarşiyi, görev-yetki-sorumluluk bağını somut olarak göstermek zorundadır. Sayın savcı Özgür Gündem için bu tür bağların var olduğu iddiasının yalnızca gazetede yer verilen haberlerle kanıtlandığını varsaymış gibidir. Bir kez bile toplanmamış bir “Danışma Kurulu”nun bir kez bile danışılmamış bir üyesi olarak, “terör örgütü” üyesi ve propagandacısı sayılmayı hukuk skandalı saymamak herhalde mümkün değildir. Sayın savcı, İddianame’nin “Deliller” bölümünde “nüfus ve kayıt örnekleri”ni delil olarak göstermekten, 4. Sayfada “gazete yetkilileri hakkında TCK’nın 302/1, 314/2, 220/1,2,8 ve 3713 sayılı yasanın 7/2 maddeleri uyarınca re’sen soruşturma başlatıldı” diyerek, hem ‘gazete yetkilisi eşittir terör örgütü üyesi’ denklemini kurmaktan, hem de tüm sanıkları “yetkili” saymaktan, ayrıca hakkımızda her anlamıyla en ağır cezaları talep etmekten kaçınmamıştır. İddianamenin benimle ilgili bölümünde (s. 11) şöyle bir ibare var: “…bilerek Yayın Danışma Kurulu Üyesi olarak yer almasının örgütün nihai amacını desteklediği, örgüt adına hareket ettiğinin kanıt olduğu”… Aynı ibare diğer sanıklar için de tekrarlanıyor. Sayın savcı, hiçbir reel ve kişisel delil bulamadığı, göstermediği ve benim bilmeme olanak bulunmayan ‘örgütsel bağlantı’yı “bilerek” hareket ettiğimi iddia ediyor. Bu ima, kendisinin gerçekten de, silahlı örgüt ile gazeteyi bir ve aynı şey olarak gördüğünün kanıtıdır. Tıpkı “ele geçirilen” terimini kullanarak suç aleti saydığı kitaplar gibi, gazete ve dergiler de artık silahların yanı sıra korkutucu nesneler sınıfına dahil olmaya adaydır. Sayın savcının bir hukukçu olarak, silahlı örgüt ve terör eylemleri ile basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü savunuculuğu arasındaki mesafenin bir temel hak ve özgürlükler meselesi olduğunu dikkate alması gerekirdi. Bu nokta bugün özellikle önem taşıyor, çünkü yangını söndürmeye çalışanların da ateşe atılmak istendiği bir konjonktürle karşı karşıyayız. Kişisel olarak, şiddetin, terörün ve çatışmaların son bulması için, toplumsal barışın tesisi için çaba gösteren Barış Vakfı’ndan başka hiçbir örgütün üyesi, ya da, hukuk dışı bir salahiyetle kullanılan terimle söyleyecek olursam, ‘iltisaklı’sı değilim. Bütün çabam, her sesin ve herkesin susturulduğu tehlikeli bir teksesliliğe sürüklenmekten kurtulmamız içindir. Özgür Gündem’de kanun önünde sorumlu sayılabileceğim tek veri “24 saatliğine nöbetçi genel yayın yönetmenliği” kampanyasına katıldığım 5 Haziran 2016 tarihli nüshada yayımlanan “Kendi özgürlüğünü kendisi yaratan gazete” başlıklı yazımdır. Sayın savcı gibi ben de bu yazıyı izlenimlerime dayanarak yazmıştım ve tıpkı ‘danışman’lığım ve ‘nöbetçi genel yayın yönetmeni’ sıfatım gibi bu yazım da basın ve ifade özgürlüğünün savunulmasına yöneliktir. Yargılandığım diğer davanın savcısı benim yazımı suç delili saymamıştı. Halihazırdaki davanın sayın savıcısı ise İddianame’nin 11. Sayfasında “Özgür Gündem gazetesinin savunuculuğunu yaparak gazetenin geçmişini sahiplendiğimi” ileri sürüyor. Oysa yazımın gerek başlığından, herekse bütününden anlaşılacağı üzere sahiplendiğim husus, gazetenin geçmişi ya da içeriği değil, bir gazete olarak teslim edilmesi gereken basın ve ifade özgürlüğüdür. Sayın savcı, silahlı örgüt ile gazeteyi bir ve aynı şey olarak gördüğünden olmalı, yazımdan alıntıladığı şu cümleyi suç delili olarak gösterebilmektedir: “Özgür Gündem geleneği, kirli savaşın önde gelen kurbanlarındandır.” Yazının bütünü gibi burada da gazeteyi ve daha önce kapatılan seleflerini kastettiğim apaçıktır. Benim odağımda gazete var, basın var. Terör örgütü propagandası ya da silahlı örgüt savunusu ile basın ve ifade özgürlüğünü savunmanın daha fazla birbirine karıştırılmayacağını umuyorum. Bu konuda Burcu Karakaş’ın deneyimli gazetecilerle konuşmalar yaparak hazırladığı “90’lı Yıllarda Gazetecilik” adlı kitabın ibretle dolu içeriğini kaynak gösteriyorum. Ülkemizin yangından kurtulmak için tüm yurttaşlarının özgür ve yapıcı sesine ihtiyacı var. Sırayla herkesin ve her sesin susturulduğu bir sürecin ne anlama gelebildiğini bize tarih gösteriyor. Bu açıdan, Voltaire tavrının temel ve hayati olduğuna inanıyorum. Bütün Voltaire’lerle ve çözüm çabalarına tanık olduğum herkesle, çabaları ölçüsünde gurur duyuyorum. Suçsuzum, tahliye edilmemi ve beraatimi talep ediyorum. (NA/EA/BK)