Kadıköy Tiyatroları Platformu bu sene 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nü yayınladıkları bildiri ve hazırladıkları bir video ile kutluyor.
Platform tarafından yapılan açıklamada, koronavirüs salgınının Türkiye sınırlarına giriş yapmasıyla ilk iptal edilen etkinliklerin tiyatro oyunları olduğu, hemen ardından da salonların belirsiz bir süre boyunca kapatıldığı vurgulandı:
"Pandemi yaşanmasaydı bugün tiyatrocular İstanbul'un dört bir tarafından kostümleri, aksesuarları, ellerinde kuklaları, çalgılarıyla, kimi kırmızı burnuyla kimi tahta bacak üstünde gelip Kadıköy'de rıhtımdaki miting alanında kitlesel bir kutlama yapacaklardı. Tıpkı uzun süre önce Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde kutlandığı gibi.
Tiyatrocular da diğer emekçi kesimler gibi hükümetten sağlık tedbirlerinde sermayeyi değil, insanı merkeze koyan önlemler uygulamalarını, işsiz kalan tüm emekçi kesimler gibi tiyatrocuların da ekonomik tedbirlerle sosyal devlet ilkesi gereğince desteklenmesini talep etti. Etmeyi sürdürüyor."
Bildiriyi Platform adına yönetmen Kemal Aydoğan kaleme aldı:
"27 Mart Tiyatro Gününün mevsim olarak doğanın uyanışının da ilk günlerine denk gelmesi, baharın coşkusunun bedenlerimize yayılmasını da müjdeler. Sorunlarla uğraşacak güç de yeni yaşamlar kuracak enerji de bedenlerimizin potansiyellerinden dışarı doğru hareket etmek isteğindedir bu dönemde. Bu yıl da yine kutlama hazırlıklarını konuşmuş, dertlerimizi kamuoyuyla paylaşmak üzere bir takım hazırlıklara başlamıştık. Ancak hepimizi evlere hapseden korona virüsünün hayatımıza hızlı girişiyle belki de ilk kez birlikte kutlayamayacak bir 27 Mart'ta tiyatrocular ve seyirciler.
Sınır tanımayan korona virüsünün dünyanın üzerinde pasaportsuz, kimliksiz, ülkeler, milletler üzerindeki bu seyahati dünyanın hem küçüklüğünü hem de birbirine ne kadar sıkı sıkıya bağlı olduğunu somut olarak gösterdi. Şimdi daha iyi anlıyoruz Shakespeare'nin 'bütün dünya bir oyun sahnesidir' derken kastettiği dünyayla nasıl bir mekanı kastettiğini. Dünyanın yek vücut varlığınının içinde, o yek vücutluğu oluşturan tüm bedenlerin sesi, gözü, kulağı, derisi, dili olan bir tiyatroyu algılamamıza bir salgın hastalığın sebep olması da "kaderin cilvesi" veya "feleğin oyunu" olmalı.
Şimdi dışarı çıkamamak neredeyse tüm dünya olarak ortak deneyimimiz oldu. Salgın öncesinde de dışarı çıkaramadığımız, bedenimizin içinde hapsolan seslerimiz vardı. Muhtelif nedenlerle dışarı çıkamayan bu sesleri dışarı çıkarmanın imkanını tiyatroda buluyorduk. Bu sesin dışarı çıkmasını engelleyen egemene rağmen özgürleşmenin, eşitliğin, dayanışmanın, direnişin kadim seslerinden biri olarak belliyorduk tiyatroyu. Tiyatro; halktan, ezilenlerden, hakları gasp edilmişlerden, ötekileştirilmişlerden alır sesinin gücünü. İnsanın yok sayıldığı, görmezden gelindiği bir yerde ve zamanda "buradayız" diye bağırabilmenin mekanıdır tiyatro.
Peki, tiyatronun altın çağından mı geçiyoruz gerçekten? Bunu söylemek imkansız, hele şimdi korona virüsünün yarattığı tahribattan sonra bu tanıma karşı iyice temkinli yaklaşmak gerek. Çünkü, altın çağ tanımını yapanlar o altınları çıkarırken ölen, telef olan yüz binlerce emekçiyi, Afrikalıyı, kadını, çocuğun acısını örtmek, unutturmak için bu tanımın arkasına saklanmaya çalışıyor olabilirler. Bu tanım yutulmaması gereken bir zoka olabilir. Zira bu altın püsküllü zokayla tiyatro yapan da tiyatronun asli unsuru olan seyirci de avlanabilirler. Egemen olan topluluğun refahının önüne kendi çıkarlarını tarih boyunca koymuştur, altın çağ budur. Bize düşen altın çağ söylemine yenik düşmeyenlerin tiyatrosunu kurmak; eşit, özgür bir dünyanın hayalini gerçekleştirmeye çalışan ezilenlerin, hor görülenlerin, aşağılananların tiyatrosunu...
Velhasılı kelam ne ilk ne de son kez çalkalanıyor dünya; ne ilk ne son kez egemen örtüyor güneşi altınıyla; ne ilk ne son kez yeni bir hayat için yürüyor halklar; ne ilk ne son kez yeniden diriliyor tiyatro." (AÖ)