İstanbul Üniversitesi'nden Doç. Dr. Murat Birdal’ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 34. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Bugün burada yüzlerce akademisyen meslektaşım ile birlikte imza attığımız Barış Bildirisi nedeniyle yargılanıyoruz. Metnin açıklanmasından bu yana geçen yaklaşık iki yıllık süre içerisinde pek çok akademisyen meslekten uzaklaştırıldı.
İmzalar akademinin hükümet nezdinde rahatsızlık uyandıran muhaliflerden arındırılmasının bir aracı haline getirildi. Yaşanılan süreç hali hazırda dünyada akademik özgürlüklerin tartışılması açısından sıkça başvurulan başlıca örneklerden biri haline gelmiş durumda.*
İddianamede söz konusu bildiride “gerçeklerin” çarpıtıldığı vurgulanmakta ve alternatif bir gerçeklik ortaya konmaktadır. Devlet mekanizması yapısı gereği mevcut sistemi sürdürülebilir kılmak ve dolayısıyla da statükoyu korumak amacıyla hareket eder. Bu anlamda iktidar sahipleri açısından gerçekler ancak ve ancak statükoya hizmet ettiği ya da zarar vermediği sürece değer taşır.
Bunun aksine hizmet edenler ise ya göz ardı ya da ters yüz edilir. Devlet bürokrasisi ve siyasetçilerin aksine bilim adamının varlık sebebi iste üstü örtülmeye çalışılan bu gerçekleri bulup çıkarmaktır. Bu nedenle akademi ve siyasi iktidarın karşı karşıya geldiği örnekler ülkemize özgü olmadığı gibi hiçbir dönemle de sınırlanamaz.
Ne var ki, siyasi iktidara dönük eleştirilerin terör destekçiliği olarak sınıflandırılması ancak otoriter rejimlerde rastlanan bir durumdur.
Hakkımızda hazırlanan iddianamede suçlamalara dayanak oluşturmak amacıyla tarihsel bir özet çıkarılmış ama bu gelişim süreci içerisinde dava konusu olan imza metnine dayanak oluşturan birçok olayı göz ardı edilmiştir.
Unutulmamalıdır ki, bahsedilen dönemde çok sayıda sivil hayatını kaybetmiş, kimi yerleşimler tümüyle ortadan kaldırılmış, pek çok insan evlerini terk etmek zorunda kalmıştır.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) tarafından hazırlanan raporda 2015 Temmuz’u ile 2016 Aralık ayları arasında gerçekleştirilen operasyonlarda 800’e yakını güvenlik gücü, 1200'ü yerel halktan (sivil ve militanlar) olmak üzere toplam 2 bin kişinin hayatını kaybettiği, 335 bin ile yarım milyon arasındaki kişinin yerinden edildiği belirtilmektedir.
Aynı raporda Şırnak’ın Cizre ilçesinde 2016 yılı başında erkek, kadın ve çocuk, yaklaşık 189 kişinin aç, susuz, elektriksiz ve tıbbi hizmetten mahrum bir şekilde haftalarca bodrum katlarında mahsur kaldığı, ardından açılan top ateşi sonucu çıkan yangında yanarak can verdiklerine işaret edilmektedir.
Operasyonların sürdüğü dönemde pek çok trajik gelişme kamuoyuna yansımıştır. Cizre’de evinin önünde vurulan ve cansız bedeni buzdolabında bekletilen 10 yaşındaki Cemile Çağırga’nın ya da kucağında bebeğiyle vurulan Zeynep Taşkın’ın hikayeleri bugün dahi hafızalardan silinmeyen çarpıcı örnekler arasında sayılabilir.
İşte farklı siyasi görüşlere sahip pek çok akademisyeni bir araya getirmiş olan imza metninin bu denli yoğun ilgi görmesinin nedeni de operasyonların ardında yatan bu büyük insani dramdır.
Yoksa bunca akademisyenin Bese Hozat’ın beyanatı doğrultusunda hareket ederek bu metne imza attığı savı en tarafgir aklın dahi ikna olmakta zorlanacağı bir iddiadır.
İddianamede silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasının yapıldığı öne sürülmektedir.
Ne var ki, soruşturmaya konu olan metinde şiddeti teşvik edecek herhangi bir ifade olmadığı gibi savcılık da bu iddiasına dayanak oluşturacak şekilde doğrudan alıntılara başvurmamıştır.
Yaklaşık 20 yıldır köşe yazarlığı yapan bir akademisyen olarak cebir ve şiddetin bir siyaset aracı olarak kullanımına dönük karşı tutumumu her dönemde kamuoyunda açıkça ifade ettim. İddianameye konu olan dönemde de tutumum farklı olmamıştır.
11 Eylül 2015 tarihinde Evrensel gazetesinde yayımlanan “İstikrarsızlıktan iktidar çıkarmak” başlıklı köşe yazımda o dönemde yaşanan çatışma süreci ve terör eylemlerinin toplum genelinde bir korku ortamı yaratarak demokratik siyaset kanallarının tıkanmasında büyük pay sahibi olduğunu ve siyasi iktidarın otoriterleşme sürecine katkı sunacağını belirtmiştim.
Kalıcı bir barış arayışına zemin yaratmak için ateşkes ilanının gerekliliğine vurgu yapmıştım.
Zaman yaşanan şiddet eylemlerinin sonuçlarına dair öngörümü haklı çıkarmıştır. Terör ortamı iki seçim arasında hükümete büyük güç kazandırmış, basından akademiye pek çok alanda muhalifleri sindirmek için olanak yaratmıştır. Hal böyleyken, şiddet eylemlerini savunmam ve övmem söz konusu olamayacağı gibi aksine karşı tutumum da yazılarımla sabittir.
İddianamede metnin Bese Hozat’ın “Aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın” şeklindeki açıklamasına müteakip olarak imzaya açıldığı belirtilmektedir. Bu iddianın tek dayanağı açıklamanın imza metninden önceki bir tarihte gerçekleşmiş olmasıdır.
Metinde öz yönetimlere dönük herhangi bir ibare bulunmadığı gibi öz yönetim ilanı da dahil olmak üzere örgütün politikalarına dönük olumlayıcı herhangi bir ifade de yer almamaktadır.
İddianamede imza metninin İngilizce versiyonunun tercümesine de yer verilmiştir. Burada Türkçe versiyonuyla dikkat çeken farklılık olarak ilk paragrafta kullanılan Kürdistan ibaresi vurgulanmaktadır.
Oysa ki, savcılığın tercümesinde yer alan Kürdistan ifadesi metnin orijinalinde bulunmamaktadır. Metinde yer alan “Kurdish provinces” ifadesinin tam karşılığı “Kürt illeri” şeklindedir.
Savcılık önce hatalı çeviriyle suç unsuru yaratmaya çabalamış sonrasında da kendi kullandığı ifadeyi örgüt ile bağlantılandırarak iddiasına dayanak oluşturmuştur. Kürdistan ifadesi Latin harfleri kullanan tüm dillerde aynı şekilde yazılmaktadır.
Hal böyleyken savcılığın bu iddiasını basit bir çeviri hatası olarak görmek zorlaşmaktadır. Unutulmamalıdır ki, metinde yapılan tahrifat imzacılara isnat edilen suçun temel dayanak noktalarından birini oluşturmaktadır.
Yine iddianamede benzer bir eyleme herhangi başka bir ülkenin hukuk sisteminin de müsaade etmeyeceği öne sürülmektedir.
Şöyle denmektedir: “Örneğin bir akademisyen El-Kaide veya DAEŞ ile mücadele eden Amerika Birleşik Devletleri’ni ya da Avrupa Birliği ülkelerinden herhangi birini bu örgüte karşı “katliam” yapmakla itham edemez. Buna ilgili ülkelerin hukuk sistemleri asla izin vermez”.
Buradaki “örgüte karşı katliam” nitelendirmesi savcılığa ait olup, metinin altını çizdiği konu sivil halka dönük hak ihlalleridir. Bu iddiaya uluslararası dayanak yaratmak açısından böylesi bir çarpıtma zorunludur. Zira terörizmle savaş söylemi altında gerçekleştirilen operasyonlarda yaşanan sivillere yönelik hak ihlalleri konusunda uluslararası literatürde pek çok yayın bulunmaktadır.
Ne var ki, adı geçen devletlerin hiçbiri bu yayınları terör örgütü propagandası olarak suçlamaya kalkışmamıştır. Terörle mücadelede sivil halka dönük hak ihlallerine dikkat çekip eleştirmek ile terör ve şiddet içeren eylemleri meşru göstermek arasındaki fark göz ardı edilmemelidir.
Sonuç olarak, bu metne imza atmaktaki amacım çatışmaların sürdüğü bir süreçte kolluk gücü, bürokrat ve siyasetçilerin yanlışlık ve ihmallerini ortaya koymak, uzun yıllardır ülkemizin en öncelikli sorunu haline gelen bir meselenin siyaset mekanizması yoluyla çözümüne çağrıda bulunmaktır.
Bu çabaya kulak verilmesi birlikte yaşam olanaklarının güçlendirilmesi ve bölgede kalıcı bir barış ortamının tesis edilmesi açısından önemlidir.
Aksine, bu yöndeki çabaların cezalandırılması ise toplumda birlik ve bütünlüğün, birlikte yaşam olanaklarının zayıflatılması pahasına insan hakları ihlallerinde sorumluluğu bulunan siyasetçiler, bürokratlar ve kamu personelinin korunmasına hizmet edecek, yeni ihlallerin kapısını açacaktır.
Diyeceklerim bundan ibarettir. (MB/TP)
* Butler, J. (2017). Academic Freedom and the Critical Task of the University. Globalizations, 1-5