Kentsel dönüşüm konusu son yıllarda etrafımızda olan, yayılan ve hızlanan bir olay. Eski binalar yıkılıyor, yerine yenileri yapılıyor. Kentsel dönüşümün asıl amacı da depreme dayanıklı bir İstanbul…
Peki ne kadar eminiz bu amaca uygun binalar yapıldığından? Penceremizden baktığımızda gördüğümüz apartmanların yenilendiği, yoksul mahallelerin yıkılıp yerine pahalı sitelerin yapıldığı bir şeye dönüşmüş olması normal mi? Kent planlaması oturmamış bir çevrede ne kadar başarılıdır kentsel dönüşüm? Hızla yan arsamızda beliren binalar bizi koruyabilecek midir depremin yıkıcılığından?
Aklımda bu sorularla penceremden çaprazımızda yıkılmakta olan apartmana bakarken hemen alt katımda oturan 95 yaşında bir mimarlık profesörü geldi aklıma, dedem Ruhi Kafescioğlu*. Kendisi 40’lı yıllardan beri Türkiye’deki kalkınma çalışmalarını yakından takip etmiş, Ankara’da ve Anadolu’da mühendis olarak çalışmış ardından da İstanbul Teknik Üniversitesinde 40 yıl boyunca hocalık yapmış hala da çalışmalarına devam ediyor. 2010 yılında YEM Yayın’dan çıkmış“Yüksek Mühendis Mektebi'nden İstanbul Teknik Üniversitesi'ne Bir Dönüşümün Öyküsü ve Anılar” adlı kitabında kendi gözünden mühendislik mektebinin İTÜ’ye dönüşümünü anlatıyor. Bu üretken üniversite hocasıyla kent planlaması ve kentsel dönüşüm temalı röportajı ilginize sunuyorum…
Kent planlaması ne zaman başladı? İstenen ve öngörülen şekilde yürüdü mü?
Şimdi kalkınan ülkelere bakıldığında homojen bir yerleşme görülür. Bir konuşma için Türkiye’deki illerin nüfuslarını eşit tabanlı silindirler olarak harita üzerine yerleştirmiştim. Gökdelen gibi çıkıyordu 3 büyük şehir, diğer şehirler neredeyse yükseltisiz görünüyordu. Ülke genelinde homojen gelir dağılımı ve homojen gelişmişlik yok demekti bu. İzmir, Ankara, Adana ve beş altı ilden sonrasının ekonomik durumu son derece belirsiz. Türkiye’nin nüfusunun yüzde yirmisi İstanbul’da yaşıyor. İstanbul’da inşaat sektörü yan sektörlere de iş açtığı için durmadan bu teşvik devam ediyor. Cebinde üç beş kuruşu olan mıknatıs demir tozunu çeker gibi büyük şehre çekiliyor. Orada iş bulamayan oranın üreticisi buraya tüketici olarak geliyor. Yozlaşan kentler yerine kasabalaşan köyler olsa, okullar, sağlık kurumları olsa göç yavaşlardı. O zamanlarda yapılan hesaplara göre İstanbul’da maksimum 15 milyonluk bir yerleşim mümkündü ve güneyine doğru genişlemeyle ilgili kesin bir planlama yapılmıştı. Şu anda bu planın tam tersi uygulanıyor. Kuzeye doğru gelişme sağlanıyor. İstanbul sınırsız bir çekim merkezi haline geliyor ve olması gerekenin tam tersi oluyor.
“Her gün 1,5 milyon insan karşıya geçiyor ve dönüyor”
Her inşaat yapana teşvik yerine memleketinde inşaat yapana teşvik olsa, doğduğu yerde karnını doyuran bir nüfus olsa… Bu ters politika ileride daha da ciddi sıkıntılar doğuracaktır. Örneğin ilk köprünün yapımına karşı çıkmıştık düşünenler ve mimarlar odası olarak çünküdaha şehrin anayerleşme planı, nazım planı henüz yapılmadan köprü yapılmasını desteklemiyorduk, gösteriler yaptık. Fakat o zamanki hükümet tarafından dikkate alınmadık. O zamanlar çok aktif, devletten tam bağımsız bir kurum olan Devlet Planlama Teşkilatı, devlete tavsiyelerde bulunan bir akademi gibi çalışırdı ve köprünün yapılmaması kararı almıştı. Avrupa fonları da devlet planlamaya göre hareket ederlerdi ve onların uygun bulmadıkları işlere kredi vermezdi. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel de Japonlarla anlaştı, onların da o dönem işe ihtiyacı vardı. Avrupalılar da iş kaçırmamak için Japonlara katıldılar. Köprü böyle yapıldı. Yoksa önce nazım plan yapılsaydı köprü ve etrafına kurulacak yerleşim ona göre yapılacaktı ve bugünkü günlük karmaşalar olmayacaktı. Her gün 1,5 milyon insan karşıya geçiyor ve geri dönüyor. Günlük kitle hareketi de büyük bir sıkıntı yaratıyor. Bu da kuralsız bir yapılanma, şaşkın bir yapılanma. İstanbul’u bence son derece kötü ve çözümsüz bir hale sokuyor. Üçüncü havaalanı projesi vardı mesela ama Kuzey’de değil Silivri’nin güneyinde bir yerde olmalıydı çünkü bu kadar nüfusa lazım üçüncü bir havaalanı.
Bir de İstanbul’da orman kalmaması durumu var tabii…
Evet, ona gelecektim ben de. Güneye doğru ilerleme kararı Kuzey Ormanlarına dokunmamaktı, bu yüzden yapılmıştı. Şimdi ikinci köprü yapıldı çevresi tamamen doldu. Üçüncü köprü öyle olmayacak diyorlar fakat mümkün değil, aynı şekilde dolacak etrafı.
Kent planlaması oturmamış İstanbul için tam oturmamış bir kentsel dönüşüm planı nasıl gidiyor?
Tek katlı, bir gecede üretilen yapılara gecekondu denirdi. Sonra gitgide genişlerdi mahalleler eklene eklene. Daha sonra üst üste kat çıkılan binalar da gecekondu mahallesinde yer almaya başladı böylece gelişti o bölgeler, elektrik, su gitti. Fakat bu mahallelerin altyapıları yavaş yavaş ihtiyaca göre oluştu. Mal sahipleri yüksek ranttan nasıl faydalanıyorlar? Yüksek rant nasıl oluyor? Soruların başında o geliyor. Çok büyük paralara yapılan lüks binalar yapılıyor o yerlere. Kat kat, bir sürü dairesi olan bu binaların ihtiyaçlarını o bölgenin mevcut altyapı sistemleri karşılayabilecek mi? Ayrıca orada yerleşik hayat kurmuş insanlara uygun çevre bırakılmıyor. Aile düzenleri, komşulukları, yerleşmiş işleri, çevre dokuları darmadağın olacak. O zaman doğan ranttan onlara ne kalacak?
Jeoloji mühendisleri odasının açıklamasına göre İstanbul’da kıyılarda ve Kadıköy’de yapılan binaların bölgelerinin yüzde 95’inin deprem riski yokmuş. Buradan rantsal bir bakış açısı olduğu çıkarımını yapmak zor değil. Öyleyse kentsel dönüşümde rantsal bakış açısının varlığı nasıl sonuçlar doğurur?
Birinci yanlışlık bu zaten. Şehrin hangi bölgesi ne kadar insan taşır bunlar bir planla belirlenmeden yapılmaması gerek. Mesela Fikirtepe bölgesi bir ada ve bir anda dönüşüme açılarak oraya şu anki nüfusun on katı kadar bir nüfus getirilecek. Kentsel dönüşüm kenti yenilemek, kent nasıl olursa daha yaşanabilir bir yer olur anlayışıyla yapılması gerekirken nasıl daha çok para getirir anlayışıyla yapılıyor. Değişim gereklidir fakat bunun belirli bir plan içine sokulması ve ona uygun yapılması gerekir. Büyük bir plan olmadan yapılan bölgesel değişimler yaratmak ana bünyenin işleyişini bozacaktır. Başka bir örnek de Bağdat Cadde’sinde Meteoroloji kurumuna ait arsaya yapılan 4 gökdelen, toplam 650 daireli. Her dairenin en az bir hatta bazılarının iki belki üç arabası olabileceğini düşünürsek, mahallede bir trafik problemi de başlamıştır herhalde.
Peki, inşaat odaklı ekonomik politikayla ekonomi sürekli büyür mü, ülke inşaat sektörüyle mi kalkınır?
Devlet inşaat sektörünü destekliyor çünkü inşaat istihdamı, emek yoğun istihdam demek. Değişik endüstri alanlarında kullanım var demek. Fakat bunları bir odakta toplamış olmanın zararı var. Yapılan binaların bugünün dünyasının ana problemleri çerçevesinde, şu anda etrafında düşünmemiz gereken inşaat yenilikleri ile donatılması gerekirken; örneğin minimum enerji tüketen, rahat yaşamı sağlayan binalar, bir binaya ne kadar daire sığdırılır bu düşünülerek yapılan binalar görüyoruz. Arka sokağımızda yapılmakta olan yeni binanın planını inceledim, karmaşık bir kat planı… O kadar olumsuzluğu bir araya getirmek için uğraşmak lazım… Mimarlık sanatkârlıktır. Fakat diğer sanat dallarına göre farkları vardır. Bir ressamın yaptığı resim beğenilmediği takdirde kayıp, boyalar ve tuval olabilir fakat bir mimarın yaptığı binanın iyi olmaması, kullanılacak tonlarca malzemenin, ülkenin malzemesinin yok olması, boşa harcanması demektir. Depremde yıkılmış ve güvenliksiz binalar, onu hem yapanların hem de onaylayanların yani hem o mimarın hem mühendislerin hem de devletin üzerine kalmış bir sorumluluktur. Artık proje tasdik mekanizması da öyle işlemiyor. Bu da çöpe gitmiş kaynaklar demektir, güvensizlik demektir. Ayrıca mimar şehrin bir noktasında kalıcı bir şey ortaya koyar. Mimari yapı onu görecek insanı rencide etmeyecek bir yapı olmalıdır. Çünkü herkes onu görecek, onun önünden geçecek ve onunla bir şey paylaşacak. İnşaat sektörü üzerine dayanmış ekonomi, gereksiz miktarda inşaat yapıldığında hem mimarı hem mühendisi hem de devlet kurumlarını itibarsızlaştırır. Gereken yerde gerekli biçimde ve boyutta inşaat yapılmalıdır. Gelişmiş ülkelerde ev olarak kullanılacak binaların çok yüksek yapılmamasına dikkat ediliyor hatta tekrar dikine değil yatay yapılar yapılmaya başlandı. Bizdeyse insan yerine rant birinci planda olduğundan işler rayından çıkıyor. Bugün Anadolu’nun bir kırsalında yaşayan insanlar neden 21. yy.’a yaraşır bir yaşam tarzı sürmüyorlar? Çünkü para getirmiyor, birileri para kazanamıyor. (İK/HK)
Prof. Ruhi Kafescioğlu hakkında |
1919 yılında Kayseri’de dünyaya geldi. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşına katılan ve 1923 yılında Atatürk ilkelerinin Anadolu’da yayılmasını sağlamak amacıyla Kırşehir Bölge Müfettişliğine atanan doktor bir babanın, biri inşaat mühendisi, biri kimya mühendisi olan üç oğlundan biridir. Ruhi Bey, İlkokulu Kayseri’de okudu. Ortaöğrenimini Sivas’ta Sivas Lisesinde tamamlamıştır. Yüksek öğrenimi için İstanbul’a giden Ruhi Kafesçioğlu, 1937'de İstanbul Yüksek Mühendis Mektebi’ne kaydoldu. 1943 yılında Yüksek Mühendis Mektebinden Yüksek- Mimar olarak mezun oldu. Dört sene serbest çalıştıktan sonra 1947’de Mimarlık Fakültesi Yapı II. Kürsüsünde asistan olarak göreve başladı.1955’de doçent, 1965’te aynı kürsüye profesör olarak atandı. Fakülteye geldiği günden beri geleneksel kırsal yapıları araştırma çalışmalarına başladı. Toprak yapıların iyileştirilmesi ve geliştirilmesiyle ilgili çeşitli çalışmalar sonunda ALKER adını verdiği alçı ve kireç katkılı kerpicin üretilmesini 1980 yılında TÜBİTAK projesi olarak gerçekleştirdi. O günden beri ALKER üretimi ve toprağa dayalı yapıların geliştirilmesi yönündeki çalışmalarını sürdürüyor. Yapı-Endüstri Merkezi'nin (YEM) kurucularından.. |