1980’lerden başlayarak, Türkiye’de İkinci Dalga Feminist Hareket kapsamında politik mücadelenin belli başlı konuları aile, ev içi emek, çalışma alanındaki eşitsizlikler ile cinsel haklar ve üreme haklarını da içeren kadınların kendi bedenleri üzerinde söz sahibi olma hakkı oldu; feministler kendi yaşamları ve deneyimlerinden hareketle, bu alanlarda süregiden toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikleri gün yüzüne çıkardılar.
Son döneme kadar yaşlılık feminist politik mücadelenin konularından biri olmadı; çünkü hepimiz gençtik, şimdi ise yaşlanıyoruz. Yine, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin anlaşılması bakımından kesişimselliğin yöntemsel olarak popüler olduğu bir zaman dilimi içerisindeyiz.
Aynı zamanda, bu dönem, içinde yaşadığımız kapitalist toplumsal düzenin kitleleri daha derinden yoksullaştırdığı bir dönem. Gün geçtikçe daha çok yoksullaşıyoruz. Düşündük ki yaşlanırken ve yoksullaşırken bu konu hakkındaki akademik birikimimizi ve deneyimlerimizi sizlerle paylaşalım, tartışmaya açalım.
Patriarkal kapitalizmin toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesine saldırısının yükseldiği bu dönemde, Türkiye kadın hareketi siyasal etki alanını yaşlı kadınları da kapsayacak şekilde genişletsin; hayat hikâyeleri birbirine benzeyen/benzemeyen yaşlı kadınlar için daha çok politika üretsin ve mücadeleyi yükseltsin.
Kime yaşlı denir?
Kısa cevap: 65 yaş üstü insanlara. “İnsanlar 64 yaşında genç de niye 65 yaşında birden yaşlanıyor?” diye merak edeniniz olabilir.
Ne de olsa “yaşlandım” dediğimizde “estağfurullah” diye karşılık aldığımız bir toplumda yaşıyoruz. Aslında yaşlanma ekonomik, politik ve sosyal olarak kurgulanan bir kavram.
Örneğin, emeklilik yaşı gibi ekonomi-politik kararları da yansıtır. Yaşlanma ve uzun süreli bakıma ilişkin geleneksel literatür, sınıf ve sosyal statü, cinsiyet açısından tüm farklılıkların yaşamın belirli bir noktasında aniden ortadan kalktığını ve nüfusun bakım ihtiyaçları açısından homojen bir grup olan yaşlılar hâline geldiğini varsayar.
Biz feministler ise, insan eli ve aklıyla inşa edilmiş tüm hiyerarşilerde olduğu gibi, yaşlanmanın ve yaşlı bakımı sürecinin nasıl deneyimlendiğini ve üretildiğini de tüm eşitsizlikleri ve güç ilişkileriyle birlikte anlamaya çalışırız.
Bu anlama eylemi, eşitsizlikleri ve hiyerarşileri ortadan kaldırmak için verilecek mücadelenin başlangıç noktasını oluşturur. Burada kullandığımız 65 yaş ve üzeri grup, resmi olarak tanımlanan yaşlı nüfusu ifade ediyor olsa da toplumsal cinsiyet yaklaşımı bu yaş sınırının da çeşitlilik gösterdiğini vurgular.
Yaşlılık alanında son zamanlarda STK’lar tarafından yapılmış iki değerli çalışma bu konuya ışık tutuyor. 17 Mayıs Derneği ayrımcılık ve ekonomik zorluklarla baş etmek durumunda kalan LGBTİ+’lerin erken yaşlandığından hareketle yaşlı grubu 40 yaş ve üzeri olarak tanımlıyor (17 Mayıs Derneği, 2022). Kadın İşçi ise, 50 yaş üstü kadınların ücretli emek alanında karşılaştıkları ayrımcılıkları inceledikleri araştırmada, 50 yaş üstüne odaklandıkları hâlde kadınların erkeklerden farklı olarak 40 yaşından itibaren yaş ayrımcılığına maruz kalmaya başladığını saptıyor (Kadın İşçi, 2024).
Neden yoksullaşma?
Bu yıl gerçekleşen Birleşmiş Milletler Kadının Statüsü Komisyonunun 68'inci oturumunda, yoksulluk, kadın yoksulluğu ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği tartışmaya açılan başat konulardı.
Kurumların ve ayrılan finansmanın toplumsal cinsiyet perspektifinden güçlendirilmesi yoluyla toplumsal cinsiyet eşitliğine ulaşılmasının hızlandırılması ve tüm kadınların ve kız çocuklarının güçlendirilmesi hedefi tartışıldı. Söz konusu hedeflere ulaşmak için sosyal koruma sistemleri, kamu hizmetlerine erişim ve sürdürülebilir altyapının sağlanması gerektiği vurgulandı.
Kadın yoksulluğu yeni ortaya çıkan bir mesele değil, BM nezdinde de ilk kez bu yıl gündeme getirilmedi. 1975 yılında Birinci Dünya Kadın Koalisyonu, yoksulluk konusunu ele almak üzere örgütlenmişti.
Ancak uzun geçmişe rağmen, BM gibi uluslararası örgütler ve hükümetler tarafından toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yönelik muğlak bazı taahhütler verilmesi haricinde ilerleme kaydedilmedi.
Kavramsal açıdan geniş yoksulluk tanımları ve ölçüm yöntemleri geliştirildi, ancak, yoksullukla mücadelede araç olarak geliştirilen bu ölçütler meseleyi temel nedenlerinden uzaklaştıran amaç hâline dönüştü. Sosyal politikalar ve resmi istatistikler de bu sınırlılıkla üretildi.
Resmi istatistikler, genellikle toplumsal hiyerarşilerin ve güç ilişkilerinin yarattığı eşitsizlikleri örtbas etmek ya da normalleştirmek için araç olarak kullanılır.
Kullanılan kavramlar, ölçümler bu araçsallaşmayı yansıtır. Yine de o istatistikler eksik gedik de olsalar yaşlılarla ilgili olarak bizim için anlamlı bilgiler içerirler. Şimdi istatistiklerin ve onlardan üretilen ölçümlerin neye hizmet ettiğini ve bu ölçümlerin ortaya koyduğu kavramlaştırmaları elimizden geldiği kadar açıklayarak eksik ve yanlılıklarıyla yaşlı kadın yoksulluğu bağlamında toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine işaret eden istatistikleri sergileyeceğiz.
Resmi rakamlarla Türkiye'de yaşlı nüfus, 2000 yılında 4 milyon 350 bin 190 kişi olarak toplam nüfusun %6,7’si iken, 2023'te 8 milyon 722 bin 806 kişi olarak toplam nüfusun yaklaşık onda birine yükselmiştir.
Kadınlar yaşlı nüfusun daha büyük bir bölümünü (%55) oluşturmaktadır ve özellikle eşini kaybetmiş yaşlılar arasında kadınların oranı erkeklerden dört kat daha fazladır.
Dullar arasında kadın oranının daha yüksek olmasının başlıca iki nedeni vardır: Birincisi, kadınların erkeklere kıyasla daha uzun yaşaması. İkincisi de genelde erkeklerin eşleri öldükten sonra evlenme eğiliminde olmasına karşılık, kadınların çoğunlukla tercihinin evlenmemekten yana olmasıdır.
Türkiye’de yaşlı kadınların %46,9’u duldur (TÜİK, 2023). Bu durumun sonuçlarından biri de yalnız yaşayan yaşlıların dağılımında görülür.
Tek başına yaşayan yaşlıların bulunduğu hanelerin %74,7’sini kadınlar oluşturmaktadır. Bu durumun nedenlerinin arasında erişilebilir düzgün yaşlı bakım evlerinin azlığını (Tablo E1) ve toplumumuzda birlikte yaşama pratiğinin gelişmemiş olmasını da sayabiliriz. Bu yazı kapsamında incelemeye fırsat bulamadığımız önemli bir konu da, yaşlı bireylerin tek başına yaşamasının cinsiyetlendirilmiş bir süreç olduğudur.
TÜİK’in Yaşlı İstatistikleri projeksiyonları, yaşlanma hızına göre 2060 yılında yaşlıların, toplam nüfusun dörtte birinden daha çoğunu (%25,6’sını) oluşturacağını öngörüyor.
Böyle bir demografik değişim, bugün %15'e yükselmiş olan yaşlı bağımlılık oranının2 2060 yılında %37,5'e ulaşmasının beklendiği anlamına geliyor (TÜİK, 2024).
Yaşlı bağımlılık oranı, ‘yaşlı’ kurgusunun önemli bir göstergesidir. Sosyal ve ekonomik politikaların tartışmaya kapalı ön kabul olarak ele aldığı yaşlı bağımlılık oranı artışı eleştirisinin başlıca iki nedeni vardır: birincisi, emekli maaşlarının ve sosyal yardımların çalışan gençler tarafından finanse edildiklerinin ve emeklilerin atıl insanlar olduğunun varsayılmasıdır. Dolayısıyla, bu oran arttıkça gençlere bağımlı yaşlı nüfusun arttığı söylenir.
Emekli maaşı ya da sosyal yardım alan yaşlıların geçimlerini bu yolla karşıladıkları ileri sürülünce, bir yük olarak görülmeleri ve yaşlılık hakkında olumsuz ifadeler kullanmak normalleşir.
İkincisi ise emekli maaşlarının üretimden kopuk, sadece tüketime yönelik olduğunu ileri sürerek, bu durumun enflasyonun baş nedenlerinden sayılmasıdır. Böylelikle, emekli maaşlarını çalışanların maaşına göre daha düşük oranda artırarak yoksullaşmalarına yol açmak da kabul edilebilir bir icraat olur. Gençlerin nüfusunu artırıp yaşlı bağımlılık oranını düşürmek için kadınlara “Üç beş çocuk doğurun” demek de bu kurgunun bir parçasıdır.
Ne var ki, emekli maaşlarını finanse etmek için çalışanların brüt maaşından tüm çalışma hayatları boyunca emekli kesintisi yapılır.
Çalışırken brüt maaşlarından yapılan kesintinin, kişilerin emeklilik boyunca maaşlarını tamamen karşılayıp karşılamadığı, birkaç faktöre bağlıdır. Kişinin çalışma hayatı boyunca yapılan kesintilerin oranı, süresi ve emeklilik maaşı aldığı süre, emeklilik kesintilerinin ne ölçüde emekli maaşını karşıladığının önemli bir göstergesidir. Emeklilik kesintisinin olduğu yıllarla emekli maaşının ödendiği yıllar arasında bir süre geçtiği için emeklilik fonlarının nasıl yönetildiği, bu fonların yatırım getirisi ve o dönemdeki enflasyon oranı da kesintilerin emekli maaşlarını karşılama oranını tayin eder. Türkiye’deki sistemde ise, brüt maaştan kesilen emeklilik parasını emeklilik primi olarak işveren devlete öder. Bu parayla da güncel emekli aylıkları ödenir.
Yıllar içinde sigortalı nüfus oranı artarken primler o hızda artmamıştır. Bunun nedenlerinden biri hükümetlerce primlerini ödemeyen işverenlere uygulanan prim aflarıdır. Ayrıca prim borçlarının yeniden yapılandırılması, üst üste aynı prim borcunun daha düşük faiz oranları ile yapılandırılması işverenlere yararken emeklilik sisteminin açık vermesine neden olmuştur. Bunlara ek olarak, özellikle 1990’larda hükümetler oy derdine düşüp asgari emeklilik yaşını düşürmüşler ve emeklilik sisteminin finansman dengesini iyice bozmuşlardır.
Bu uygulamalar göz önüne alındığında, çalışırken yapılan emeklilik kesintilerinin emeklilik maaşlarını tamamen karşılayıp karşılamadığı bireyin kendisinden ziyade sistemik değişkenlere bağlıdır. Oysa, bu dengesizliğin ve devlet bütçesinden ödenen açığın nedeninin emekliler olduğunu emeklilerin kendileri bile kabullenmektedirler. Üstüne üstlük, 65 yaş üstü nüfusun içinde hâlâ çalışanlar da vardır. Yani, yaşlılara “bakanların” bir kısmı yine yaşlılardır.
Yaşlanan bir nüfusa yol açan demografik değişim; gelir bölüşümü, yoksulluk ve bakım sorumlulukları bakımından önemli sonuçlar ortaya koyuyor.
(ŞÖ/EM/EMK)