Merve Bedir, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü mezunu, mimar, küratör ve akademisyen.
Şu anda Delft Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde doktorasını sürdürüyor. “Misafirperverlik Sözlüğü”, İstisna Nehir ve “Aformal Akademi"nin küratörlüğünü yaptı. “Orada Ne İnşa Ediyoruz?”, “Biz İnsan mıyız?” ve “Aidiyet’ten Sonra” sergilerine katıldı.
Bedir, Mekânda Adalet Derneği üyesi ve Matbakh - Mutfak kolaylaştırıcısı ve gönüllüsü. Göç ve kamplar; sanatçı, akademisyen ve mimar kimliğiyle üzerinde düşündüğü, çalıştığı konulardan biri.
Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Bedir ile deneyimlerinden kalkarak göçmenliğin yeni halleri üzerine konuştuk.
Merve, sen son yıllarda göçmen/ilticacı (yoksa göçebe mi desek) kamplarını gezdin. Neden diye bir soruyla başlasak?
Öncelikle göçmen sözcüğünü nasıl kullandığımıza ilişkin bir açıklama ile başlayalım. Yasadışılaştırılmış1, yerinden edilmiş insanlardan bahsediyorum. Motivasyonlarından ya da gelecekte mülteci statüsünü edinme ihtimallerinden bağımsız olarak, başka bir ülkede yaşamak için kendi ülkesini terk eden tüm insanlar için “göçmen” terimini kullanıyorum. Yasadışılaştırılmış göçmen terimi ile göçmenlerin bir özelliğini nitelemek için değil, yasadışılığın devletler hukukunun bir ürünü olduğunu vurguluyorum.
Son beş yılda değişik nedenlerle Türkiye dâhil pek çok ülkede göçmen kamplarında bulundum. Midilli’deki kamplarda gönüllü olarak çalıştım. Columbia Üniversitesi “Sınırların Yankısı" yaz okulunun yürütücüsü olarak Ürdün'de enformel kampları ve Birleşmiş Milletler kamplarını gördüm. Bulgaristan’da “İstisna Nehir” konulu, Bir Mimarlık Haftası küratörlüğüm kapsamında Sofya ve Meriç boyundaki kabul merkezlerini, Türkiye’de “Misafirperverlik Sözlüğü" sergisi küratörlüğüm kapsamında Gaziantep'teki kampları inceleyebildim. Avrupa Birliği kültür programı olan “Gelecek Mimarlık Platformu” içerisinde araştırmacı olarak Kale'deki ve Zagrep'teki kampları gördüm.
Misafirperverlik Sözlüğü benim açımdan bakınca tüm bu işlerin kavramsal çerçevesi haline geldi. Sadece kamplar değil aslında; kentsel mekân, sınırlar, genel anlamıyla kapatma alanları, geçici yerleşimler üzerinde çalıştım. Bu mekânları, hem yeri ve zamanı kapsayan bir gerçeklik olarak üretilen ve deneyimlenen, hem de beklenmeyen ve hesaplanmayan çok katmanlı gösterenler olarak inceledim. Aidiyet(sizlik), umut(suzluk), dayanişma, yerleş(eme)me ve yerinden edilme gibi kavramların mekânsal karşılıklarını okumaya çalıştım.
Kamplara geçmeden bu Misafirperverlik Sözlüğü nedir, biraz açar mısın?
Başlangıçta Studio X İstanbul’da yaptığımız sergiye verdiğimiz isimdi. Derrida’dan yola çıktık:
“... yabancı, öncelikle misafirperverliğin yükümlülüklerinin kurgulandığı yasal dile yabancıdır, sığınma hakları, bunun sınırları, normları, uygulanışı, vs. O, kendisinin olmayan, evin hakimi, ev sahibi, kral, lord, otorite, ulus, devlet, baba, ...’nin O’nu zorladığı bir dilde misafirperverlik istemek zorundadır. Bu şahsiyet, O’nu kendi diline çeviriye zorlamaktadır ve bu ilk şiddet eylemidir.” (Jacques Derrida, Misafirperverlik Üzerine)
Sergi, Türkiye’nin sürekli değişen sığınma politikalarının muğlak yasal bağlamla bir araya geldiğinde farklı göçmen grupların farklı muamele görmesi anlamına geldiği, bunun, göç ve sığınma ile ilgili hiyerarşisi ağır, çok katmanlı bir dilin ortaya çıkmasına neden olduğu, ve bunlann kentsel mekân üzerinden okunabildiğini iddia etmekteydi.
Bahsettiğimiz (mekânsal) dilin araştırılmaya başlanması girişimi olarak Misafirperverlik Sözlüğü, misafir, ev sahibi ve misafirperverliğe dair iç içe geçmiş kavramları ve yanılgılarını ortaya çıkarmayı amaçladı. Derrida’mn metinleri üzerinden kurgulanan sergi, misafir ve ev sahibi arasındaki pek çok sorumluluk ve gerilim içeren ilişkiye ve bunun kentteki göstergelerine baktı: Misafir ve ev sahibi, ne zaman birine ziyaretçi ne zaman yabancıdır? Hangi durumda birbirlerine düşman hangi durumda tutsak olurlar? Misafir nasıl görünmez olur?
İstanbul, bu sorumluluklar ve gerilimler karmaşasını sergileyen önemli şehirlerden biri. Sergi, bu karmaşıklığı çeşitli işler üzerinden inceledi: tam bir kapatılma mekânı olarak bir zamanlar Yabancılar Misafirhanesi adındaki Kumkapı Göç İdaresi Geri Gönderme Merkezi (Alican inal ile ortak çalışmamız, “Misafirhane”), yerinden edilmenin ve gizli isteklerin mekânı olarak bir süreliğine mülteci kampına dönüştürülmüş bir yaz kampı (Banu Cennetoğlu, “Grozni’de palmiye ağacı var mıdır?”), göçmenler için ve onlar tarafından bir direniş mekânı olarak futbol stadyumu (Artıkişler Kolektifi, “Stadyum”), kentte farklı yer alma biçimlerinin kesişme alanı olarak dil (Metehan Özcan, Auguy Lufuluabo, Abd Nova, Basem Nabhan “Yer almak”), yeni maddi ve manevi toplumsal katmanların oluşması için yıkılması gerektiği düşünülen bir mahalle ve zaman (“isimsiz”, Ülkü Oktay). Sergideki işlere, misafirperverliğe ait sözcükleri çeşitlendiren ve ayrıntılandıran belge ve yazılı kaynaklar eşlik etti.
Bugün ise “Misafirperverlik Sözlüğü” bu konuda dört yıldır bazen kendi başıma yürüttüğüm, bazen çeşitli ortaklıklar içerisinde yaptığımız çalışmaların üst başlığı oldu. Başlangıçta göçe dair bazı yönetmelik ve genelgelerde bulunan, politikacılarımızın dilinden düşmeyen “misafir”, “ev sahibi” ve “misafirperverlik” kavramlarının ironisi ve içerdikleri şiddet ilgimi çekti. Çalışmanın kuramsal çerçevesi için Derrida ile başladım. Bugün çalışma Derrida’nın çizdiği çerçevenin ötesinde bir noktada. “Sözlük” kavramını kullanmayı bu anlamda uygun buluyorum. Göçün karmaşıklığını oluşturan tüm katmanları birbiriyle ilişkilenmeye zorlamadan, mekân üzerinden (birlikte) okuma imkânı veriyor.
Gelelim kamplara. İlk soru tabii ki genel izlenimlerin? Yazılı basından okuyoruz ama beş yıllık gözlemlerin çerçevesinde senin birinci elden gördüklerini dinlemek isteriz.
Kamp derken göçmenler için geçici yerleşimler olarak düşünelim bu sorunun cevabını. Göçmenleri kontrol etmek için hiyerarşisi ağır bir bürokrasi ve güvenlik dili kullanılıyor ve buna göre kaldıkları yerlerin isimleri değişiyor. Devletlerin, sivil toplumun, belediyelerin, Birleşmiş Milletlerim organize ettiği, bunların bir ya da birkaçının birlikte yönettiği geçici yerleşimler var. Kabul merkezi, geri gönderme merkezi, mülteci kampı gibi çeşitli şekillerde anılıyorlar. Burada geri gönderme merkezlerini ayırmak gerekiyor galiba yine de. Zira buralar güvenlik anlamında tamamen kapalı, göçmenlerin sınır dışı edilmeden önce son bulundukları yerler. Bir de 2015’te, kısa süreliğine de olsa kendi kendine yönetimin gerçekleştiği bir kamp gördüm. Kilis yakınlarında Yarmuk’tan gelen Filistinlilerin kurdukları ve yönettikleri bir kamptı burası.
Nisan 2016’da Kale ve Grande Synthe’deydim. Arkasından Melbourne’deki alıkoyma merkezlerine gittim. Fransa ve Avustralya örnekleri birlikte daha uzun ele alınabilir. Burada bence Avrupa Birliği’nin Pasifik Çözümü'nden öğrenmeye başladığını görüyoruz. Hem göçmenlerin kamplara terk edilip, isimlerden rakamlara, kampların bu anlamda “kara delik’iere dönüşmesi bakımından, hem de kamplann masraflarını vatandaşların vergilerinin karşıladığı özel şirketler tarafından “işletilmesi” bakımından.
Eski Yugoslavya ve Bulgaristan’daki geçici yerleşimlerin hali çok acı. Yeniden işlevlendirilerek kullanılan pek çok bina ve özellikle oteller, inşaatı durmuş ve boş kalmış ve o halleriyle kullanılan binalar olarak karşımıza çıkıyor. Ama (bazı ülkelerde güvenlik haricinde) neredeyse hiç kimse ilgilenmiyor buralarla. Herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor. En basit gündelik ihtiyaçlar için, yemek, temizlik gibi, standart altı demek bile yetersiz. Bununla birlikte Slovenya’da işgal evleri biçiminde geçici yerleşimler var. Yunanistan’daki işgal evleri pek çok kere haber oldu, üzerine yazıldı, okumuşsunuzdur.
Midilli’deki Suriye dışından gelen tüm göçmenlerin kaldığı kamplarda gönüllü idim yazın. Belediye’nin sivil toplum örgütleri ile birlikte organize ettiği bu kampların bütçeleri çok düşük, çadırlarda kalınıyor. Göçmen kadar gönüllü var neredeyse bu kamplarda. Polis ara sıra kampın tepesinde uçurduğu dron’larla gevşek bir güvenlik yaklaşımı sergiliyor. Bu, Suriyeliler’in kaldığı kampların tam tersi bir yaklaşım. Kamplardaki küçük bahçeler, yemekhane ve diğer ortak mekânlar üzerinden gönüllülerle göçmenler arasındaki dayanışma ve sorunları ortaklaştırmanın, empati ve sorumluluk bilincinin, trans-locale vatandaşlık anlayışının, kamusal alan ve müştereklerin yeni bir okuması yapılabilir diye düşünüyorum.
Gaziantep’te aktif çalışıyor olmama rağmen Kilis ya da İslahiye kamplarına gitmeyeli 2 yıl oldu. Bu kamplara girerken fotoğraflarınız çekiliyor, kimliğiniz alınıyor, uzun uzun bekletiliyorsunuz. Üç katman dikenli tel ve aralarındaki askeri ve servis yolları ile çevrelenmiş, her beş yüz metrede gözetleme kuleleri olan yerleşkeler bunlar. Bu kapatma hali çok rahatsız edici.
Ürdün’deki Birleşmiş Milletler Zaatari Kampı zaten başlı başına bir laboratuvar! Üzerine çok araştırıldı, yazıldı. O kampın yöneticisi Kilian Kleinschmidt ve Midilli kampının eski Wall Streetli yöneticisi yeni derebeyi karakterler olarak dikkat çekici. Bu, şimdilerde üzerinde çalıştığım konulardan biri.
Son olarak Türkiye’de Suriye sınırında ve Ürdün’de geçici Dom (Çingeneler’in Ortadoğu’da yerleşen kolu) yerleşimleri var. Bunlar mevsimlik tarım işçilerinin kampları gibi görünüyorlar. Belli ölçüde bunlara da dönüşmüşler. Kemal Vural Tarlan’ın konu ile ilgili raporu yayınlandı geçenlerde, tavsiye ederim.
Bu Zaatari Kampı’ndaki durumu açabilir misin? Kadir Has’ta yaptığın sunumda anlattıkların ilgimi çekmişti.
Kısaca anlatmak gerekirse, Zaatari Temmuz 2012 de açıldıktan sonra kampın yönetimi açısından en büyük sorun Mart 2013'de kamp nüfusunun bir hafta gibi bir süre içerisinde 156 bine çıkması oldu. Göçmenlerin sürekli protestoları Ürdün güvenlik güçleri ile çatışmalara dönüşmeye başladı. Son gösterilerden birinde kampta bir Suriyeli göçmenin vurularak öldürülmesinin ardından Kleinschmidt kampın yeni yöneticisi olarak atandı.
Yaptığı ilk işlerden biri konteynerleri tekrar numaralandırması ve bir adres envanter sistemi oluşturması idi. Kampta kalanların telefon numaralarını topladı, bu adreslerle eşleştirdi. Buna bağlı olarak altyapı ve nüfus yoğunluğu çalışmaları yapıldı. Fazla nüfus Azrak kampına tahliye edildi. Şu anda Zaatari’nin nüfusu 75000 - 80000 arasında. Bunun ardından Zaatari’de kalan göçmenlere konteynerlerini kamp içerisinde istedikleri yere taşıyabilme olanağı sundu. Kendi iş yerlerini (lokanta, kafe, tamirat, ...) açmalarına izin verdi. Kampta bir emlak piyasasının oluşmasının da temelleri oldu bunlar. Örneğin Zaatari’de bir “Champs Elysee Caddesi” ortaya çıktı.
Sonrasında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, Amsterdam Üniversitesi, Columbia Üniversitesi ve bunun dışında pek çok ortakla teknoloji, araştırma ve geliştirme projeleri başlattı. Bu projelerle kampta (sürdürülebilir) enerji, mobilite, vergi yönetimi, servislerin yönetimi gibi konularda yenilikler getirildi. Sonra Kleinschmidt BMMYK’dan ayrıldı, kendi danışmanlık şirketini kurdu. O gün bugündür pek çok farklı kanaldan “kampların şehirler gibi işleyebileceği” üzerine çalışıyor.
Günün sonunda, elektrik ve su faturalarını BMMYK’nin ödediği, kendi kendini organize eder görünen, FIFA’dan Sınır Tanımayan Doktorlar’a pek çok kurumun yardım ve hayır işleri yaptığı, artık protestoların tehlikeli hale gelmediği, kimsenin yaralanıp ölmediği bir kamp elde edildi.
Yanılmıyorsam Türkiye’deki kamplardan biri “örnek” kamp olarak seçilmişti, hatta ödül bile almıştı. “Kampın ödül alması”, bu konuda ne diyorsun?
Kilis Kampı seçilmişti, New York Times’da çıkmıştı haber. Bir insanın kampta ortalama 17 yıl yaşadığı mevcut durumda, herhangi bir kampın ödül almasına olumlu yaklaşamıyorum. Bir de yukarıda Zaatari örneğinde kısaca anlatmaya çalıştığım teknoloji ve inovasyon, mülteciler için yarışmalar, IKEA’nm kamplar için ürettiği nesneler, kampların ödül alması yollarıyla insanların yerinden edilmesinin ve yasadışılaştırılmasmın, acılarının ve travmalarının neoliberal düzen tarafından normalleştirildiğini ve finansal sektör(ler)e dönüştürüldüğünü ortaya koymamız gerekiyor.
Kadir Has’taki sunumunda Kumkapı’daki kamptan da söz etmiştin. Geçenlerde yangın çıkan yerleşimdi bu galiba.
Son iki yılda, Midilli, Kale ve Hatay’daki kamplarla ilgili yangın haberleri hatırlıyorum. Zaatari ve Kilis hariç, gördüğüm yerlerin hiçbirinde yangın çıkmasına şaşırmazdım. Bazıları el yordamıyla göçmenlerin kendi kendilerine ya da gönüllülerle birlikte kurdukları kamplar, bazılarında ise herhangi bir kontrol yapılmıyor.
Bu noktada AFAD’ın da kamp yapım ve yönetiminde gerçekten deneyimli ve iyi olduğunu biliyoruz. Ciddi bir plan ve yönetmelik dâhilinde hareket ediyorlar. Hatay yangını sanırım çadır kampta çıkmıştı. Konteyner kamplara göre daha kolay çıkmış olabileceğini tahmin ediyorum. Ama bu tartışılabilir, kabul edilebilir bir durum olmamalı tabii ki.
Bir başka açıdan bakalım: Mesela mülteci kamplarında çıkan yangınla, Aladağ’daki yurtta çıkan yangın nasıl ortaklaşıyor? Bence görünen o ki sorunlar bir “mühendislik sorunu olarak taııf edilmekte ve bu tarif üzerinden hem atılması gereken adımlar hem de hesap vermesi gereken sorumlular sınırlandırılmakta. Ancak bu trajedilerin teknik gibi görülen nedenlerinin arkasında, politik tercihler yatmakta. AFAD adı üstünde “acil” durum yönetim kurumu. Beş yıldır mevcut olan bu kamplar üzerinden aciliyet konuşulabilir mi, önce onu sorgulamak gerek.
Yeni trajedilerin önlenebilmesi bu politik tercihlerin değiştirilmesi ile mümkün olabilir: Sığınmacıların belirsiz durumları, mülteci statüsünün zorlukları, milli güvenlik meselesinin aşırı katılaşmış hali, kokuşmuş göç politikaları, vs. Bunları çözmeden yangınlar da, eğitim de, sağlık da çözülmeyecektir.
Kumkapı Geri Gönderme Merkezi’nde ise göçmenler yangın çıkararak kaçtı, burada yangın bir direniş aracı oldu.
Yakınlarda dezeen adlı bir sitede Refugee Cities (Göçmen Kentleri) adlı ABD menşeli bir NGO’nun uzmanlarının bu kampları bir çeşit özel girişimcilik bölgeleri (SEZ; Special Enterprise Zones) gibi ele almayı önerdiğini okudum. Aynı yazıda UNHCR’ın MIT’nin D-LAB’i ile birlikte mültecilerin kendi sorunlarını kendilerinin çözebilmeleri üzerine tasarım çalışmaları yaptıklarından da söz ediliyordu. Çözüm burada mı yatıyor? İşte bu çalışmanın çıkış noktası Zaatari. Mimarı ise 2014’de kampı ziyaretimizde kendisini kampın belediye başkanı olarak tanıtan Kleinschmidt. Zaatari’nin yöneticisi olarak atandıktan hemen sonra asayişi sağlayabilmesi ve bunu yapabilmesinin sırrı olarak insanlann kendi hayatlarını kendilerinin yönetmesine izin vermesi ile önlenmişti.
Göç meselesine, hele de yasadışılaştırılan ve yerinden edilen insanları düşündüğümüzde finans temelli bir çözüm bulunması gibi bir pozisyon almayı kabul etmiyorum. Son bir yıl içerisinde sadece iltica meselesinde değil, genel olarak hak temelli yaklaşımdan nasıl bu kadar uzaklaşabildik akıl alır gibi değil. Türkiye - Avrupa Birliği arasındaki Göçmen anlaşması bunun bir örneği. Bu özel girişim bölgeleri fikri de ona benzer. İnsanların hareket özgürlüğü hakkına ne oldu, barınma hakkına, demokrasi kavramına...
Biliyorsunuz Sınır Tanımayan Doktorlar, Mülteci Yüksek Komiserliği bu göçmen anlaşması altında kampları yönetmeyi, çalışmayı reddetti.
Şimdi de adını başka bir şey koymak istiyorlar korkarım: Özel Girişim Bölgesi. Halbuki kişiler kendi seçimlerini yapabilmeliler. Ölümden kaçan insanlar bu şekilde tanımlanmış alanlara yerleştirilmemeliler. Korkarım bu şartlar altında bu bölgelerin özellikle ABD’de örneklerini gördüğümüz hapishane çalışma kamplarına dönüşmeyeceğinin garantisini kim verebilir?
Burada tekrar etmek istiyorum, meseleye bir mühendislik meselesi gibi yaklaşamayız, eşitlikçi ve insan haklarını temel alan politikalanın üretilmesi gerekiyor.
Son olarak şunu sorayım: Aralık ayı içinde Bangladeş’te yapılan “Global Forum on Migration and Development” konferansının sonuç bildirisinde katılımcı ülkeler “güvenli göç” konusunda fikir birliği içinde ve kararlı olduklarını belirtmişler. Bu tür bildirgeleri sıkça okuyoruz. Hükümetler, uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşları sürekli bu yönde çaba gösterdiklerini belirtmekteler. Senin de konuşmamızda belirttiğin gibi hemen hemen her yerde bu tür örgütlerin çalışmalarını görmekteyiz. Çıkan sonuç için neler söyleyebiliriz?
Yine önceki iki soru ile birlikte düşünerek eklemeliyim. Salt insani yardımın artık çözüm olamayacağını düşünüyorum ben de. Bugün çözümsüzlük noktasında olduğumuzu düşünüyorum. Öyle ki azalan yeniden yerleştirme kotalarını “gerçekten” hak edenlere verebilmek amacıyla sığınmacılar, mülteci statüsünü sağlayıp sağlamadıklarını kontrol etmek için bir yığın görüşmeye alınıyor.
Oysa mülteci statüsü verilmesi anlamında savaş, açlık, eşitsizlik, yerinden edilme, bunların hangisi ötekinden daha önemli faktör olarak değerlendirilebilir ki!
Bugün Suriye’den bahsederken Filistin’le Lübnan arasında nereye koyacağımızı bilmiyoruz. 9/11 ’den sonra dünya bambaşka bir yer oldu. Savaşlar, karışıklıklar, aynı zamanda özgürlük mücadeleleri ve bunlan takip eden otoriter düzenler. Bugünkü insani yardım ve mültecilik sisteminin düzenlenmesi 2. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştu. Bence şimdi de yeni bir çare bulunması gerekiyor. Öyle bir eşikte olduğumuzu düşünüyorum. Yoksa insanların hayatları alıkonuyor, adını öyle koymaya çekinsek de yeni koloni/kölelik sistemleri oluşturulması yolunda gidiliyor diye düşünüyorum. (NV)
* Bu söyleşi Kadir Has Üniversitesi'nin Panorama dergisinin Bahar 2017 sayısında yayımlandı.
Kaynak
1 Göç ve hareketlilik dilinin politikası hakkında daha fazla okumak için bkz. Herald Bauder’in “Neden yasadışılaştırılmış göçmen terimini kullanmalıyız?” RCIS Araştırma Notu, no 2013/1 (Ağustos2013): 1-7.