Haberin İngilizcesi için tıklayın
Fotoğraf: Miran Manukyan / AGOS
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, öldürülüşünün 11. yıldönümünde, öldürüldüğü yerde, Agos Gazetesi'nde Fethiye Çetin'in yaptığı konuşmanın metnini yayınlıyoruz.
Agos'un önünden canlı yayın: Hrant Dink anılıyor https://t.co/QiVe4gL7n7
— bianet (@bianet_org) 19 Ocak 2018
Merhaba Canlar,
Adalet ve Hakikat sevdalıları,
Umudun ve Sokağın güzel çocukları, merhaba,
Bundan on bir yıl önce, Hrant Dink’i, bu kaldırımda, ensesinden vurarak katlettiler.
Aylar öncesinden Hrant’ın evi ve Agos çevresinde keşif yapıp kroki çizen, tetikçi timi koordine eden jandarma, polis ve istihbarat görevlileri o gün burada, bu kaldırımlarda, kafelerde, simitçi dükkânlarında uzun süreden beri planladıkları cinayetin işlenmesini bekliyorlardı.
Cinayetin, plana uygun bir şekilde işlendiğinden ve tetikçilerin kaçtığından emin olduktan sonra bu defa, cinayet soruşturması yapıyormuş gibi aslında cinayetin izlerini ortadan kaldırmaya, delilleri karartmaya, sonradan silecekleri kamera görüntülerini toplamaya giriştiler.
Cinayeti başından sonuna kaydetmiş olmalarına rağmen, delil topluyor”muş” gibi, soruşturma yapıyor”muş” gibi yaptılar. Ve bu “-mış gibi yapma” hali hiç bitmedi.
O gün devlet buradaydı. Polisiyle, jandarmasıyla, istihbaratçısıyla devlet buradaydı. Ama Hrant Dink’in can güvenliğini sağlamak ve yaşama hakkını korumak için değil, tetikçilerin işini yaptığından emin olmak için buradaydı.
Hrant Dink cinayeti, siyasi cinayetler ve suikastlar geleneğinin ilki değildi kuşkusuz ve maalesef sonuncusu da olmadı.
Ama Hrant Dink cinayeti, toplumda hesap edemedikleri bir tepkiye yol açtı. “Artık yeter” dedirtti. Cenaze töreninde yüzbinleri buluşturdu ve birkaç tetikçiyle kapatmak istedikleri dosyayı bir türlü kapatamıyorlar.
Çünkü sizler ve bugün burada bulunamayan ama yürekleri burada olanlar, bu ülkenin yiğit ve iyi insanları, on bir yıldır soğuğa, kara, kışa, yağmura, baskıya rağmen hakikati ve adaleti talep etmekten vazgeçmediniz.
***
Osmanlı’dan Cumhuriyete, tek parti sisteminden çok partili hayata, askeri vesayet rejiminden tek adam rejimine, rejimler, sistemler değişiyor da devletin karakteri, yöntemleri, zulmü değişmiyor.
Hasan Fehmi cinayetinden Sabahattin Ali’ye, Abdi İpekçi’den Doğan Öz’e, Uğur Mumcu’dan Musa Anter’e devlet görevlilerinin yer aldığı ve katillerin korunduğu bütün cinayetler, devletin “siyasi cinayet geleneği”nin bir parçası ve devletin varlık unsurlarından biri.
İsimleri farklı olsa da katiller hep aynı: Hamidiye Alaylarından Teşkilatı Mahsusa’ya, Seferberlik Tetkik Kurullarından Kontgerilla’ya, Özel Harp Dairelerinden JİTEM’e...
Bugün de PÖH’ler, JÖH’ler ve bu gelenekten cesaret alan, cezasızlık zırhıyla korunacağından emin olan HÖH’ler.
Bir dönem, “FETÖ”lerle saf tutup harcadıkları “ETÖ”ler, sonra “ETÖ”lerle birlik olup tüm suçları üstüne yıkmaya çalıştıkları “FETÖ”ler.
Çünkü makine aynı makine, değişen sadece makinist ekip. Bakmayın bugün zıt kutuplardaymış gibi göründüklerine, birbirlerinin gözlerini oyduklarına; aynı düzlemin, aynı aygıtın parçalarıdır onlar.
Kavgaları, devleti ele geçirme ve ele geçirilen mevzilerin tahkimiyle, iktidarlarını daimi kılmakla sınırlıdır.
Demokrasi, barış, adalet, insan hakları gibi dertleri de yoktur onların.
Ama kâbusları aynıdır ve aynı korkudan kaynaklanır: Hakikat ve Adalet.
Ölümüne korktukları hakikatin üstünü örtmek, ilk savunma hattıdır onların. Çünkü ardından adaletin geleceğini ve Ermeni soykırımından, Dersim’e, Maraş’tan, Sivas’a İlhan Erdost’tan Metin Göktepe’ye, Taybet İnan’dan Kemal Kurkut’a, Sevag Balıkçı’ya, Hrant Dink’ten Tahir Elçi’ye işledikleri bütün cinayetlerin hesabının sorulacağını bilirler.
Hakikatin gizlenmesi ve iktidarın devamı için Devletin her daim düşman ilan ettiği Ermenileri, Kürtleri, Alevileri, solcuları, muhalifleri sindirecek ve yok edecek çeteler kurar, eli kanlı katilleri seferber ederler. Eski suçlarını örtmek için yeni suçlar da işlerler.
Üstelik bu, dünyanın her yerinde böyledir. Devlet denilen mekanizma her özgürlük arayışını, her eşitlik ve adalet talebini kanla, şiddetle, vahşetle bastırır. Ama karşısında da Prometeus’ları, Spartaküs’leri, Rosa Parks’ları, Mandela’ları, Martin Luther King’leri, Gandi’leri, Plaza Del Mayo Anneleri’ni bulur.
Adını bilemediğimiz, saymadığımız nice direnişçiyi...
Ve sonunda direnenler kazanır. Mandela hapisten çıkar, ırkçı devlet sistemi yıkılır ve devlet başkanı olur. Hindistan’da Gandi ve taraftarları sömürgeci İngiltere’yi ülkeden kovar. Rosa Parks otobüse istediği kapıdan binip, istediği yerde oturur.
***
Bundan on dört yıl önce de yüz yıllık bir hakikati örtmek için Hrant Dink’i gözden çıkardılar. İktidar kavgalarını onun yaşamı üzerinden yürüttüler. Bugün de kavgalarını yine onun üzerinden, bu defa davalar aracılığıyla yürütüyorlar.
On bir yıl önce canını aldıkları Hrant Dink’i kendi hesaplaşmalarına alet etmeye devam ediyorlar.
İnanmamızı istedikleri yeni bir senaryo yazdılar ve artık peşlerini bırakmamızı istiyorlar. Bu yeni senaryoya göre, Hrant’ın katilleri, dün birlikte oldukları ancak bugün aralarında giriştikleri iktidar savaşını kaybeden gruptur.
Yazdığınız her senaryo hakikatin küçük bir parçasıdır beyler, bizi bunlarla kandıramazsınız, yazın bir tarafa: hakikatin kendisini ve tamamını istiyoruz. Bunun çok zor olduğunu biliyoruz. Ancak biz faili göstermekten de yargılamaktan da vazgeçmeyeceğiz.
“Dünya kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.”(Albert Einstein)
Dünyanın benzer başka ülkelerinde olduğu gibi bu topraklarda da zalim, hep seyircilerinden aldı gücünü, seyircileriyle güçlendi, “suç”, seyircilerinden alınan zımni onayla ‘suç’ olmaktan çıkarıldı. Failler yargılanmadı, suçlar cezasız kaldı.
1915 soykırımı da seyircisini görgü tanığı kılmakla kalmadı, bu büyük kötülük sırasında ve sonrasında işlenen bütün suçlarda olduğu gibi toplumun geri kalanını da suç ortağı kıldı. Yalnızca direnenlerin, haksızlığa itiraz edenlerin elleri temiz kaldı.
Yeni bir devlet, yeni bir millet yarattılar ama bu topraklara huzur gelmedi. İktidar oldular ama bir türlü rahatlayamadılar.
Çünkü Levinas diyor ki: “Öteki üzerinde mutlak iktidar, ancak öldürerek mümkün. Fakat öldürünce, üstünde iktidar arzulanan şey de artık ölmüş oluyor.”
Çünkü Soykırımla, o büyük kötülükle yüzleşmedikçe, hayatlarımızı esir alan şiddetin devamı kaçınılmazdır ve nitekim öyle de oldu.
Çünkü Arendt’in de hatırlattığı üzere, “kötülük bir kere yaşandıysa, yeniden yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Yaşanmış olan bilince yazılır ve geçmişe ait olduğu kadar geleceğe de ilişkindir.”
Kötülüğün ayak seslerinin her geçen gün biraz daha şiddetlendiği, hayatlarımızı tümüyle tehdit ettiği günlerden geçiyoruz.
OHAL, sürekli ve kalıcı hale getirilmiş durumda.
Legal bir partinin eş başkanları, milletvekilleri cezaevlerine dolduruldu, seçilmiş belediye başkanları görevden alındı. Gazeteciler, hak savunucuları, başka devletlerle kirli pazarlıklar için hapislere tıkıldı.
İfade özgürlüğü ortadan kaldırıldı. Gazeteler, televizyonlar kapatıldı, kitaplar toplatıldı.
KHK’larla yüz binlerce çalışan, haklarında bir yargı kararı olmaksızın işinden gücünden edildi. Bu da yetmiyormuş gibi “işimi geri istiyorum” diyerek açlık grevine başlayan Nuriye ile Semih hapse atıldı.
İş cinayetleri, kadın cinayetleri katliam boyutlarına ulaştı.
Sadece insanlar, hayatlar değil kıyılan. Yüzyıllara direnen Kurşunlu Cami, Surp Giragos Kilisesi, Dört Ayaklı Minare gibi tarihi değerlerle simgeleşen koca bir semt, bir adı da Gavur Mahallesi olan Sur, bir kaç ay içinde kelimenin gerçek anlamıyla dümdüz edildi; elbette yine devlet gözetimi altında. Parklar, anıtlar, mezarlıklar yıkıldı, kiliseler tahrip edildi. Ölü bedenlere, cansız kemiklere bile zulmedildi.
Yetmezmiş gibi sivilleri suç işlemeye cesaretlendiren hatta teşvik eden KHK ile ve her gün bir yenisini duyar hale geldiğimiz silahlı eğitim kamplarıyla sanki başka suçların, katliamların hazırlığı yapılıyor.
Geçmişin ağır ve utanç dolu yüküyle baş edememiş bu topluma yeni ve ağır utançlar mı yaşatılacak yoksa?
Bu toplumun geleceği çocuklarımıza utançtan başka devredeceğimiz bir şey yok mu?
Var elbette,
Çocuklarımıza suçların, vahşetin utancını değil demokrasiyi, farklılıklarla bir arada yaşama, haksızlığa, zulme direnme kültürünü miras bırakmak hala mümkün. Bunun için;
Tahir Elçi olup şiddete karşı çıkmanın, barışı savunmanın,
Barış İçin Akademisyenlerin yanında, yüksek sesle “Bu Suça Ortak Olmayacağız” diye haykırmanın,
Cumartesi Anneleri ile birlikte, ısrarla ve sebatla bıkmadan usanmadan çocuklarımızın mezarlarını ve katillerini aramanın,
Osman Kavala gibi halklar arası diyaloğa, birlikte yaşama iradesine, Anadolu’nun kültürüne, sanatına, şarkısına, türküsüne yeniden can vermenin,
Yargıçların, savcıların, kafalarını kuma gömdükleri, baroların utangaç demeçler vermek dışında bir şey yapmadıkları bu ortamda 42 haftadır, hak, hukuk, adalet diyerek Adalet Nöbeti tutan avukatların yanında nöbet tutmanın zamanıdır.
Ahmet Şık’ın şahsında, zulme boyun eğmeyen, dik duran gazetecilerin sesine ses katmanın,
Nuriye ve Semih’in şahsında KHK zulmüne direnenlerin haklı mücadelesine omuz vermenin,
Ayşe Öğretmen gibi “çocuklar ölmesin” diye haykırmanın vaktidir.
Nasıl mı yapacağız?
Sokak yaşamdır, özgürlük alanıdır, kadınlardan öğrenelim ve sokağı terk etmeyelim,
Katillerin ve hırsızların değil, Ermeni komşularını her türlü tehlikeyi göze alarak koruyan Hacı Halil’lerin, Ermenilerin öldürülmesine karşı çıkan ve bunu hayatıyla ödeyen Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi’nin yolunda yürüyelim.
Hrant Dink olalım, birleştirdiğimiz kollarımızı koskocaman açıp koca dünyayı saralım da içine sevgiyi koyalım.
Gelin Hrant Dink olalım, barışın, demokrasinin, beraber yaşama kültürünün ve diyalogun en geniş cephesini oluşturalım.
Dünya kurulalı beri adalet, özgürlük, eşitlik, barış için mücadele edenlerin, yaşadığı cehennemi cennete dönüştürmeye talip olanların soyundanız. Daha önce yaptık, yine yaparız. (FÇ/EA)