Zafer Yenal: Gazetelerden, televizyonlardan geliyor ve belirli bir şekilde belki de yaygın medyadan biz duyuyoruz bütün bunları. BİANET'in bir özelliği de aslında daha alternatif haber kanallarına açık olması, biraz daha yerelliğe önem vermesi, belki de küreselliğe alternatif olmaya daha önem vermesi. Ertuğrul beyle, bakalım bizim duyduklarımız, gördüklerimizin haricinde Filistin-İsrail meselesini konuşacağız, biraz barış hareketinden bahsedeceğiz, belki de çoğunlukla.
BK: Ama öncelikle biz bu ağın nasıl kurulduğunu, ne zaman kurulduğunu, kimlerin bu ağda yer aldığını merak ediyoruz.
BİA'nın kuruluşu
Ertuğrul Kürkçü: Bağımsız İletişim Ağı ile ilgili olarak, İsrail-Filistin çatışması, daha doğrusu İsrail'in Filistin'i işgali dolayısıyla görüşüyor olmamız, hem kendimizi anlatabilmemiz bakımından da uygun bir dönem gibi gözüküyor.
Ağın anlamını bize burada haber merkezinde çalışanlara daha da iyi açıklıyor bu. Oraya döneceğiz ama BİA'nın ne olduğu hakkında biraz konuşalım.
Şu anda BİA'nın en çok bilinen unsuru, bizim haberlerimizi yayınladığımız net sitemiz Bianet. Daha çok göze görünen o, ama görünmeyen çok fazla iş var aslında onun gerisinde. BİA fikri, projesi 1997'den beri var.
Esas olarak bu proje çok daha dar anlamlı bir kendini ifade imkanı olsun diye, Türk Mühendis ve Mimar odaları Birliği (TMMOB) tarafından düşünülmüştü. Bize -Nadire Mater ve bana- bu projenin gerçekleşebilirliği konusunda danışmak için başvurdular 1997'de. Bir haber ajansı oluşturmak istiyordu birlik.
Fakat, ilk araştırmalar ve fizibilite çalışmaları gösterdi ki aslında böyle bir şeyi yapmak hemen hemen imkansız, çünkü bu güç ve sermaye demek. Aslında bu yaklaşımın dar olduğunu, ihtiyacın başka bir şey olduğunu hep birlikte düşünmeye başladık ve böyle devasa, lenduha bir ajans planlamaktan çok, bizim ihtiyacımız olan şey aslında toplumsal muhalefetin ve Türkiye'de itiraz sahiplerinin duyulmayan seslerini, görünmeyen yüzlerini gösterecek bir seçenek yaratmaktı.
Kendimizi böyle dar bir yerden, bir ajans kurma fikrinden kurtarıp bakmaya başlayınca Türkiye'de özel radyoların, özel radyo yayıncılığı üzerindeki kontrolün de kalktığı, daha doğrusu bu konuda tek yetkilinin TRT olmaktan çıktığı günlerde konuşuyorduk bunları.
O zaman kafamızda çakan şimşek şu oldu, biz böyle devasa, yekpare şeyler düşüneceğimize parça parça, küçük küçük şeyleri birbirine ekleyerek bu sesi yaratsak ve TMMOB'nin, daha sonra Türk Tabipleri Birliği'nin de projeye katılmasıyla ilginç de sentez oluşmaya başladı. Bir yanda yayıncılar ve haberciler, öbür tarafta aslında bir dinleyici kitlesini temsil eden, yani sadece bir meslek grubunu değil, iki gücün akımın yan yana gelmesinden neler çıkabilir?
Uzun bir saha araştırması gerektirdi bu. Bu, Nadire ile birlikte bizim üstümüze düştü. Hemen hemen Türkiye'nin her tarafını dolaştık, bölge toplantıları yaptık, tek tek yerel radyocularla, gazetecilerle, televizyoncularla görüştük. Ve tabii proje, asıl işin sahiplerine doğru açılınca, başlangıçtaki varsayımlar bile orada değişmeye başladı. Çünkü onların da bambaşka ihtiyaçları ve sorunları vardı yayıncılar olarak, bunlarla temas ettik, gördük ve şunu gözledik ki, aslında düşündüğümüzü yapmak mümkündür ama, bunun için çok taraflı ve çok yönlü bir proje gerekir.
Dolayısı ile sadece haberlerin bir kaynaktan yayılıp uygun bir mecradan gösterilmesi, bizzat mecraların kendisinin yeniden örgütlenmesi gerekmektedir. Dolayısı ile yayın siyasası için mücadele etmek gerekmektedir. Yerel medyanın imkanları vardır ama çok büyük sorunları da vardır, bunlar için mücadele etmek gerekir. Eğitim gerekmektedir, program kalitelerinde problem vardır, imkanları birleştirerek ucuz ama kaliteli programlar nasıl yapılabilir?
1997 Konferansı
Yerel basının esaslı sorunları vardır, bunlar görüldü. Bunların tamamını görüşmek için Nisan 1997'de bir konferans düzenledik Ankara'da; bu konuştuğumuz meselelerin tamamını kapsayan bir proje olarak bir 'Bağımsız İletişim Ağı' kurulmasına, orada yaklaşık 100-150 kadar yerel yayıncı, gazeteci, televizyoncu, radyocu, odaların yöneticileri, bağımsız haberciler ve tabii daha da önemlisi bu projenin bir ayağı da üniversiteye doğru sarktı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden, Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nden iletişim akademisyenleri projeye dahil oldular ve biz aslında bambaşka bir yerden başlayıp belki aynı dertle, ama bambaşka bir yerde sonuçlandırmış olduk tasarımı.
Şuna karar verildi, bir haber ortamı oluşturacağız, burada bir ortak havuzda haberler ve programlar değiş-tokuş edilecek, herkes kendi imkanlarından birbirini yararlandıracak, bir de haber merkezimiz olacak, burada da haberler yeniden edit edilecek, ulusal ilgiye değer olanlar, ulusal medyanın ya da ulusal kullanıcıların kullanımına açılacak. Uluslararası ilgiye değer olanları ise trans-edit edeceğiz.
Şimdi zaten bir de İngilizce web sitemiz de var, fakat bu henüz istediğimiz kadar etkin gitmiyor. İkincisi bir eğitim projesi süreci başlatacağız, yerel medya muhabirlerinin temel gazetecilik prensipleri bakımından eksik olduğu düşünülen eğitimlerini, masa başında değil ama pratikte tamamlamak.
Hukuki yardım çok önemli, gerek RTÜK'ün sınırlayıcı tabiatı, gerek ceza yasalarının ifade özgürlüğünü sınırlayan karakteri dolayısı ile çok fazla hukuki sorunla yüzyüze kalıyor radyolar ve gazeteler, yerel haberciler, ki bunu şuradan da görebilirsiniz, biz, üç ayda, altı ayda, yılda bir 'Yerel Medya İhlal Raporu' yayınlıyoruz, aşağı yukarı Türkiye'de basın ya da ifade özgürlüğü ihlalleri olarak bilinen miktarlar daha çok yaygın medyada gerçekleşen ihlaller.
Ama bunun, buzdağının sadece ucu olduğunu, çok yaygın bir ihlal düzlemi olduğunu ve merkezlerden uzaklaştıkça, yerellere yaklaştıkça, taşraya veya daha doğuya gittikçe ifade özgürlüğünün sınırlarının sadece yasalar değil aynı zamanda keyfi davranışlarla da çok fazla sınırlandığını ve bayağı bir hukuki olmayan ya da hukuku korkuluk olarak gösterip, hukuki olmayan bir ifade özgürlüğü üzerinde tedhiş havasının olduğunu görmek mümkün. Dolayısı ile bunlara ücretsiz olarak yanıt veren bir ekip gerekiyordu, bunu oluşturduk. Şimdi biraz askıya aldık mali sorunlar yüzünden, ama bir denemeye başladık. Yerel radyolar için, yerelliklerini zedelemeksizin kullanabilecekleri üç tane radyo programı ürettik, bunlara CD'den ya da web sitesinden erişilebilir hale getirdik.
Mesela'Tarihte Bugün', bu hala sürüyor web sitesinde, 'Kadının Penceresi' adlı bir kadın programımız var, bir de 'Çocuk Radyosu.' Bunları merkezden hazırlayıp herkesin ortak kullanımına gönderdik, hatta kimi radyolar yayın planlarını bunların varlığı üzerine kurdular.
Bunu askıya almak zorunda kalmak bizi zoru soktu onlarla birlikte. Bu tasarım üzerinden, bir de projenin kendini sürdürebilirliği için bir reklam ajansı, çünkü radyo ve televizyonların temel gelir kaynakları bu, bir de haber ajansı oluşturmak. Yani oluşturulan haberlerin satışından elde edilebilecek gelirle projeyi sürdürmek bakımından, şimdi bu tasarımın kaynağı peki nasıl gerçekleşecek?
4 yıllık bekleyiş
Kaynak arayışımız bizi AB'nin Meda Fonu'na götürdü. Meda Fonu medya ile ilgili değil ama Meda'nın bir demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü portföyü var, oradan kaynak sağlamanın mümkün olduğu anlaşıldı, TMMOB'nin araştırmaları da bunu gösteriyordu. 18 süreli bir projeyi, o zaman TMMOB imzası ile 97'de sunduk fakat bunun iki ay içerisinde kabul edilmesine rağmen, gerçekleşmesi, bize geri dönmesi neredeyse dört yıl sürdü.
Bu arada proje etrafında toplana sinerji dağılmaya yüz tuttu bir geri besleme olmadığı için. Öte yandan Avrupa Komisyonu, mühendislikle medya arasında bir bağ kurulamıyor, "bunu daha uygun bir bağlamdan buraya taşısın" deyince Nadire ile benim bir miniskül vakfımız vardı, İPS İletişim Vakfı, Tuğrul Eryılmaz, Füsun Özbilgen ve Şahika Yüksel biz beş kişi böyle bir vakıf oluşturmuştuk, çok ufak tefek işler yapıyorduk, gazeteciler için kılavuz hazırlıyorduk, bunun üzerinden verildi ve ardından TMMOB'nin yönetimi değişti.
Yeni yönetim projeye ilgisini sürdürüyor, desteğini eksik etmiyor ama, o zaman buna kafasını takmış arkadaşlar vardı, şimdi onlar yönetimde değiller ve bir anda bu kocaman proje bizim minicik vakfımızın üstüne kalmış oldu.
2000 Mayısında bize Avrupa Komisyonu'ndan haber verdiler, projeniz kabul edildi ve istediğiniz meblağı transfer ediyoruz, projeye başlayabilirsiniz." Biz geçen 2000 Mayısından geçtiğimiz Kasım sonuna kadarki 18 aylık sürede bu projeyi, eski tabirle 'kuvveden fiile' çıkartmaya çalıştık. Yeni bir konferans topladık Ocak'ta İzmir'de, BİA'nın başlangıç prensiplerini teyit etti eski katılımcılar, yeni katılımcılar geldi.
Şu an bizim ağımızda 77 tane yerel radyo, 30 yerel gazete ve 12 yerel televizyon var. Ama yepyeni bir şey daha çıktı ortaya, özellikle son bir yıl içinde Türkiye'nin hemen hemen her ilçesinde sanal, yani gerçekte bir kağıt ya da bir radyo alıcısından izleyemeyeceğiniz haber ortamları doğdu: Online haber siteleri. Bunların kimisi profesyonel, kimisi meraklılar eli ile yapılıyor, kimisi tekil com'lara ilgi gösteriyor, kimisi ulusal medyanın haberlerini yineliyor, fakat bu yepyeni bir mecra.
Biz bunu projenin ilk kurgusunda hesaba katmamıştık, bu andan sonra katıyor, katmaya başladık. Dolayısı ile bizim deklarasyonu teyit etmiş olmayan ama bizimle haber alışverişinde bulunduğumuz yeni kaynaklar da oluştu. Dolayısı ile biz şöyle bir işleyiş içerisindeyiz, esas olarak bu projenin yaklaşımı şu: Türkiye'de büyük medyanın, diyelim 'duçar' olduğu meseleler belli.
Bu aslında insanları bilgilendiren bir kaynak olmaktan çok dezenforme eden bir kaynak işlevi görüyor artık, böyle temelli bir problemi ama böyle bir problemi olmasa bile yaklaşımı esas olarak şöyle, dünya kuzey yarımküreden ibaret, Türkiye, İstanbul ve Ankara'dan ibaret, insanlar da sanayi, ticaret ve siyaset erbabından ibaret.
Yani bu tamamen sanal bir dünya ve gerçekten yaşayan insanlar, yani Türkiye'yi meydana getiren her etnik kökenden, her sınıftan, her meslekten milyonlarca insan ancak bir tuhaflık olduğu zaman burada kendilerini görebiliyorlar. Yani bir çocuk doğuyor ve başı karnından çıkmış, evet, çocuklar haber olabilirler, kadınlar ancak tecavüz nesnesi oldukları zaman haber olabilirler, taşra ancak üç başlı bir inek doğduğu zaman haber olabilir.
Böyle bir korkunç yaklaşım, kendisini yaşadığı yeri, ülkeyi ve sesini duyurmak istediği insanları unutmuş bir medya dünyasının karşısında biz ihmal edilenlerin, sessizlerin sesi olmak gibi bir büyük iddia taşıyoruz aslında. Bunun için elimizde küçük bir imkan varsa da. Bu fikrin büyüklüğü aslında bize çok yardımcı oluyor, biz projeye başladıktan sonra da Türkiye'de genel olarak bu ifade özgürlüğünün sınırlanması, özerk yayıncılık vs.'den çok rahatsız olan çevrelerin çok şiddetli saldırılarına maruz kaldık; propaganda olarak, karalama olarak vs. fakat bu çok tersine tepti.
Bizim aslında kendi sesimizi duyuramadığımız tek tek insanlar bizimle ilişkiye girmeğe başladılar. Buradan demek ki sesimizi duyurursak bir ses duyulmuş olacak diyen bizim şimdi yüzlerce, hiç kendilerinin kim olduğunu bilmediğimiz, ara sıra bize haber yollayan, ara sıra makalesini gönderen, birşey duyduğunda bize bunu ileten anonim kaynaklarımız oluştu. Böylelikle biz ihmal edilenlerin, görülmeyenlerin, gösterilmeyenlerin olduğu yerden bakmayı hem seçmiştik, hem de zaten başka türlü bakamazdık. Bu süreç bizi getirdi.
Medyada İsrail-Filistin meselesi
ZY: Çok zengin bir web sitesi zaten, tekrarlayalım isterseniz adresi www.bianet.org. Bugüne kadar girmeyenler varsa, bir göz atmalarını öneriyoruz can-ı gönülden. Bianet'in tarihini ve amaçlarını anlattınız, bunlardan bahsederken aslında web siteniz de ihmal edilenlerin ve işitilmeyenlerin seslerini duyurmayı amaçlayan bir kanal oluşturmaya çaba gösteriyor, diyorsunuz.
Şimdi bu İsrail-Filistin meselesine gelecek olursak, Bianet'in baktığı yerden nasıl görüyorsunuz meseleyi?Bizim okuduğumuz şeyler var, televizyonlarda, radyolarda izlediğimiz şeyler var, bunların dışında ya da sizin perspektifinizi biraz konuşalım.
EK: Uluslararası habercilik Bianet'in doğrudan üzerine almadığı bir şey ama, tabii ki böyle bir anda biz kapasitemizi zorlayarak bu alandan haber üretmeye çaba gösteriyoruz. Yaklaşımımızın gereği olarak, büyük medyada görülen ve gösterilen şeylerin üzerinde ikinci defa uğraşmıyoruz; yani o da şu mutlak hakikat, İsrail ordusu Ramallah'a girdi.
Zaten bunu bizden çok önce herkes görmüş, duymuş ve duyurmuş olabilir. Fakat bu göstergelere baktığımızda gördüğümüz şey sadece şundan ibaret, üniformalı ve silahlı insanlar, birbirlerine silahlarını doğrultmuşlar, bunların bir bölümünün haklı bir bölümünün haksız olduğuna inanmakta serbestiz. Bu açıdan da, birden fazla görüş açısı sunulabilir.
Fakat bu bize yekpare bir tablo sunuyor, birincisi bu yekpare tablo sadece askerlerden oluşan iki toplum gösteriyor ki, ikisi de doğru değil, ikincisi sadece siyasetten söz ediyor ki, hayat siyasete sığmayacak kadar kalabalık ve zengin ve nihayet üçüncüsü, çelişkisiz toplumlar gösteriyor bize.
Yani Filistin, Arafat'ın arkasına dizilmiştir, İsrail de Şaron'un arkasına. Oysa gerçek bundan çok daha karmaşık ve bu çatışmada doğrudan aktör olarak görülmeyenler üzerinde yükseliyor gerilim ya da çözüm imkanı. Biz, temel prensip olarak savaştan değil barıştan yana olduğumuz için, savaşın kendisinden çok bu savaşın nasıl tersine döndürülebileceği, buna ilişkin belirtiler nerede var, onlara bakma ihtiyacı hissediyoruz.
Baktığımız zaman gördüğümüz iki şey var, birincisi İsrail'in saldırgan siyaseti, bütün İsrail yurttaşları ya da bütün İsrailliler, Yahudiler tarafından paylaşılmadığı ve buna karşı İsrail'in içerisinde son derece esaslı, kıymetli ve etkili bir direniş olduğunu görmek kabil.
Biz büyük medyada bunu görmüyoruz, bunu işitmiyoruz. Daha üç gün önce İsrail'de, İsrail barış hareketinin çok kalabalık ve etkili bir mitingi oldu, İsrail'de aşağı yukarı 20 yıldır süregiden çabaların ürünü olarak, İsrail hükümetinin başını ağrıtacak, ona planlarını değiştirtecek, İsrail devleti içerisindeki çeşitli gerilimler dolayısıyla, hatta kimi zaman etkisi, nüfuzu, sözleri, tasavvurları öne geçebilecek bir büyük kitlesel başladı.
Bu üstelik sadece komünistlerden ya da solculardan da oluşmuyor, her zaman komünistler ve solcular barış hareketlerinin motorudurlar ama, burada çok daha yaygın bir katılımdan söz etmek mümkün ve en önemlisi İsrail ordusunun içinde, muvazzaf askerlerini yapan ya da yedek ihtiyat kuvvet olarak askere çağrılanlar arasında askere gitmeyi reddedenlerin sayısı, açıkça bunu deklere edenlerin sayısı şu an 390-400 civarında.
ZF: Her hafta da artıyor aslında.
EK: Evet, her hafta da artıyor. Bu rakam insanlara az görünebilir ama tepeden tırnağa militarist bir devlette 390-400 kişi kendisini açığa vuruyor ise bu çok daha yaygın bir itirazın en cesur öncüleri olduğunu düşünebilirsiniz. Zaten barış hareketinin büyüklüğü de bunu gösteriyor. Dolayısı ile birincisi, İsrailliler ya da İsrail yurttaşları değil Filistin'deki zulmü sürdürenler, onlar İsrail egemen sınıfları, onların askeri öncüleri ve dolayısıyla İsrail ordusu ile İsrail politik sistemi ile Yahudileri ya da İsrail yurttaşlarını karıştırmamak gerekiyor, daha doğrusu net bir ayırım yapmak gerekiyor. Böyle bir gerçeklik var.
Niçin bunun üzerinde duruyoruz? Apaçık, evet dünyada 19. yüzyılın sonlarından beri çoğu kez emperyalist bölüşüm planlarının da bir aleti olmuş 'siyonizm' gibi bir vaka vardır ama, öte yandan dünyada çoğu kez bütün haksız mezalimin nesnesi haline gelmiş bir Yahudilik de vardır.
Rusya'daki pogromlardan, Almanya'daki katliama kadar süregiden, Türkiye'de de kısmen, bir resmi doktrin olmamakla birlikte popüler bir ideoloji olarak süregiden bir Yahudi düşmanlığı meselesi vardır. Bu bizi şundan da ilgilendiriyor, bizim Yahudi kökenli, Musevi inanışına sahip yurttaşlarımız, sayıları 20 bin kadar Türkiye'de -yanlış bilmiyorsam- öte yandan bizim bütün bu dünyaya bakarken edinmemiz gereken, bütün dinlere eşit mesafede, hiçbirinin diğerinden üstünlüğünü kabul etmeksizin herkesi kendi nitelikleri ile değerlendireceğimiz bir dünya görüşümüz olması gerekiyor, böyle bakmalıyız daha doğrusu.
Bu İsrail'deki gerilimi, ikiliği görmek ve göstermek, o nedenle çok önemli. Mesela biz Bianet'in haberlerini hazırlarken, Türkiye'deki Musevi kökenli TC yurttaşlarına da bu çatışma ile ilgili fikirlerini sorduk. Kimse onlara sormadı bizden başka, fakat şunu da gördük, insanlar rahat değiller, cesaret gerektiriyor. Yani herhangi bir konuda fikrini sorsanız söyleyebilecekken, bu konuda susmayı tercih ediyor, yanlış anlaşılabilir, bir sözü bir manaya çekilebilir, bütün cemaate yönelik bir sıkıntı yaratabilir diye. Mesela Vivet Kanetti çok fazla, her zaman yüklenmemekle birlikte bu kimliğini, bu olayda bu kimliği ile öne çıkıp, sözünü söylemeyi seçti ve bu da aslında bizim için çok önemli bir şeydi.
Biz biraz böyle bakmak istiyoruz. Filistin'e döndüğümüz zaman, Filistin halkının mutlak haklarından söz edebiliriz, ediyoruz da zaten, bir bağımsız devlet kurmaya hakkı var, bunu gerçekleştirmeğe hakkı var, bunun için yaptıkları anlaşmalarda aldatıldıkları Oslo'da apaçık ortaya çıktı. Dolayısı ile haklı tarafı meydana getiriyorlar. Ancak Filistin dünyası da sadece Yaser Arafat'la ifade edilemeyecek kadar çok katlı, çok parçalı bir dünya. Bu dünyada sadece çatışmalar, çatışanlar yok; bu dünyada üretim var, bu dünyada kültür var, gazetecilik var
vs. Biz biraz hikayemizi Filistin'le ilgili olarak da buradan kurmayı denedik. Bize ulaşan haberleri aktarmanın yanı sıra kimi yorumlara da bakıyoruz. Geçenlerde Independent'dan haber tararken Robert Fisk'in bir makalesi dikkatimi çekti benim. Çok ilginçti, çünkü bakış açısının merkezine aldığı insan dokusu tam da bizim bakmak istediğimiz yer gibiydi. Tabii, Independent'ın tepelerinde değil de kenarında yer buluyor bu makale.
Fisk'in söylediği en önemli şey bence şuydu "Aslında İsrail'e asıl direnen kendileri gibi sıradan yaşamlarının aşağılanmasına asla rıza göstermek istemeyen sıradan insanlar. Bir atın peşinden koşturan bir çocuk, mahallesinin kıyısında oturan bir evkadını ya da bir katırı yürütmeye çalışan bir yaşlı... Bunlar itiraz ediyorlar ve itirazın esası budur. O yüzden de zaten bu aşağılanmayı kabul etmedikçe İsrail'in elde edeceği bir şey yoktur."
Bu tabii savaş muhabirliği açısından baktığımızda, savaş muhabirleri genellikle çatışan askerlerin arasında olmayı seçerler ama, bu da başka türlü bir savaş muhabirliği ve bana çok önemli, çok değerli geldi. Afganistan konusundaki yaklaşımları da böyleydi. Böyle uluslararası bir yansıma yakalamaya çalıştığımız zaman da buradan bakıyoruz.
Şunu da gözlüyoruz Filistin'de: Filistin'in aydınlanmış kesimlerinde bu çatışma içinde dahi bir yandan Arap gençleri kendilerini bir silaha dönüştürerek İsrail içlerinde intihar eylemleri yapsalar bile, ki bu sivil-asker ayırt etmeyen, dolayısı ile pek çok kez masum insanların da hayatlarının kaybına yol açan birşey. Buradan Filistinlilere bakıldığında, hepsine köklü, tersinmez bir Yahudi düşmanlığı olduğu düşünülebilir, oysa Filistin'in aydınlanmış kesimleri böyle değiller.
Bir ortak yaşam hayal ediyorlar, bu ortak yaşamı kurabilmek bakımından İsrailli gençlerle bir araya geliyorlar, ortak projeler sürdürüyorlar vs. Filistin'in içinde de bir ortak dünya, bir ortak ülke ya da bir ortak kültür kurmak bakımından, tomurcuk halinde diyebiliriz ya da henüz bütün sonuçlarını göstermemiş ve bu savaş yüzünden de belki göstermesi gecikecek, ama başka bir yaklaşım daha doğrusu çok boyutlu bir yaklaşım var.
O yüzden bize bu dünyayı şöyle gösteren, yani bir tarafta kimin haklı olduğuna göre yargı verildiğinde, haklı İsrailliler ve haksız Araplar ya da tersine bakan bir görüş yerine, aslında iki halkın da çok parçalı, çok unsurlu olduğunu gören ve gösteren, savaşın sonu nasıl tecelli ederse etsin, halklar arasındaki dostluğun ve kardeşliğin süregitmesi ülküsünü gören bir yaklaşım olmazsa haber veremezsiniz.
Mesela geçen gün Star gazetesinde okudum, mail gruplarında da dolaşıyordu, Fatih Çekirge yazmış, kimi yerlerini çıkartsanız yazının pek ala standart bir haklı Filistin yazısı gibi görebilirsiniz. Ama kimi yerleri var ki, o belkemiği oluşturuyor.
İsrail ordusunun yaptığı zulmü, aşağılayıcı davranışları Yahudi cemaatine, bu dinin mensuplarına ya da İsrail yurttaşlarına tamamen malederek şöyle bir yargıya varıyor: Diyor ki "Aslında ben düşündüm de niçin hiç Hitler zulmüne karşı başkaldıran bir Yahudi olmamıştır? Niçin onlar başkaldırmamışlarsa bugün de onu yapıyorlar. Tarih sosyolojisi, kültür sosyolojisi açısından baktığınızda böyle sonuç çıkartılabilir mi, o bir yana, daha önemlisi, bir kere böyle bakmaya başladığınızda tarih boyunca Yahudi kavminden gelen insanların pek çok başarıları imzaladığını hemen bu size unutturur.
Ben hatırlatayım, Karl Marx'ın babası Yahudi idi, bir haham ailesinden geliyordu, Leon Troçki Yahudi'dir, Albert Einstein öyledir vs. Bir yandan dünya tarihi ve kültürü bakımından hep ezilenlerin safında yer almış çok fazla böyle insan görüyoruz. İsyanları sadece çağırmakla kalmamış, yönetmiş insanlar bunlar... İkincisi Nazi Almanyası'nın bütün Avrupa'ya yaydığı savaş sırasındaki en önemli kahramanlıklardan birisi Varşova gettosu direnişidir, yani tarihi olgu olarak bu doğru değil.
Şimdi dolayısı ile sıradan insanı ya da aydını unutkanlığından ya da cehaletinden yakalayarak, bütün Yahudiler aleyhine kışkırtmanın aslında İsrail saldırganlığını sona erdirecek bir gücü, anlamı da yok. İsrail saldırganlığını sona erdirecek olan şey, bana sorarsanız İsrail egemen sınıfı içerisindeki barış ve savaş, işgal ya da uzlaşma yanlıları arasındaki gerilimin barış yanlıları lehine çözülmesi olacak.
"Küresel iç savaş ilanı"
ZY: Bunun böyle olması için de belki de dünyadan gelen baskının da çok önemli bir rolü olacağını söyleyebiliriz. Belki bu anlamda, dünyadaki barış hareketinden bahsetmek söz konusu olabilir. Barışa giden yolda İsrail'de olup bitenler belki de... Dünyada şu anda önemli bir barış hareketi var, bir çok ülkede bu kendini gösteriyor. Amerika'dan, Avrupa'nın birçok yerinden kalkıp İsrail'e giden, şu anda Arafat'ın odasında bulunan insanlar var ya da Ramallah'da evlere yerleşmiş, Avrupalılar, Amerikalılar, Uzakdoğulular var vs. Dolayısı ile dünyada, Türkiye'de barış hareketi ne durumda, biraz bundan bahsetmek önemli gibi geliyor bana.
EK: 11 Eylül'den beri ABD'nin dünyanın her yerinde... Ben ona kendi payıma 'küresel iç savaş ilanı' diyorum. Amerika kendisine göre terörist iddia ettiği her şeyi düzlemeye çalışan bir yeni askeri siyaset, bir egemenlik siyaseti takip ediyor ve çok büyük ölçüde Filistin'de olup biten; şimdi dünya kamuoyunun tepkisi ile geriye doğru birkaç adım atıldı gibi gözüküyor. Ama ABD yol vermeseydi, ruhsat vermeseydi Şaron'un bu pervasızlıkta hareket edemeyeceğini düşünüyorum. Ancak, 11 Eylül'den beri Amerika'nın bu siyasetine, doğrudan doğruya Amerika'nın içinden gelen çok esaslı bir tepki var.
11 Eylül'ün ertesi gününden beri, ABD'nin hemen hemen bütün üniversite kampüslerinde, önce küçük sonra giderek büyüyen bir barış yanlısı hareket oluştu. Çünkü Bush bunu malum 'uygarlıklar çatışması' bağlamında bir haçlı seferi olarak yorumladığını ağzından kaçırdığından beri, Pentagon'daki patlamada hayatını kaybetmiş asker ailelerinin arasından bile gelen itirazlarla karşılaştı ve büyüyerek giden bir itiraz.
İkincisi; kısmen Avrupa ülkeleri, Amerika'nın bu siyasetini, özellikli bu Filistin konusunda çok paylaşmıyorlar. O nedenle iklim müsait, ama daha önemlisi bu küreselleşme karşıtı ya da antiküreselci -tabir de yerli yerine oturmuyor ama- kapitalist küreselleşmeye karşı duranların şimdi barış meselesi etrafında Amerikan siyasetine karşı giderek artan bir momentum kazandıklarını görüyoruz. İtalya'da, İngiltere'de, ABD'de, Almanya'da, elbette Müslüman ülkelerde çok yaygın ve kapsamlı, sebepleri ya da hareket noktaları her birine farklı olabilir ama, Filistin meselesinde işgal ve savaşın son bulması gayreti ile harekete geçmiş oldukça büyük bir kitle var, sayılarını milyonlarla ifade edebiliriz.
Sanıyorum bu haftasonundan itibaren bunun momentumu artacaktır. O nedenle, dünyada Amerika'nın bizim algılamamızı istediği kadar yeknesak bir dünya değil. Ama, büyük medya, Amerikan medyası, az çok onun kanallarından beslenen ve onunla birlikte yatıp kalkan bir medya imparatorluğu bunu çok fazla bize göstermiyor. Bunlar hadise olduğu zaman gösteriyor. Ama bence asıl hadise, hiçbir hadise olmaksızın insanların gönüllü olarak böyle bir barış hareketinin etrafından birleşmesi.
Türkiye'de, burası tabii bir kültürel yakınlık, bir ideolojik yakınlık Filistin'le, bu Filistin için iyi bir şey aslında. Müslümanlar ezildiği için insanlar karşı çıkıyorlar, ama daha derine bir itiraz var; mesela Türkiye hükümetinin İsrail'le kurduğu stratejik ortaklığa da bir itiraz şeklinde giden bir muhalefet var. Bu sadece büyük kentlerde akşamüzerleri toplanan kendiliğinden hareketler çerçevesinde değil, aynı zamanda taşrada pek çok yerde, merkezde pek çok protesto gerçekleşiyor. Bunların çokluğunu ve zenginliğini görmediğiniz zaman davanızın haklılığı konusunda da olmak istediğiniz kadar cüretkar olamıyorsunuz.
Bence herkes cüretkar olabilir, çünkü çok yaygın bir barış isteği var, bu barış isteği sadece bir dışsal dava olarak, yani Filistin'le olan bitenle ilgili bir sempati yakınlık değil, aynı zaman da Türkiye'nin bölgede bir jandarmalık görevine de soyunmasından doğan bir tepki var. Biz hergün ya da önemli olaylar olduğunda sokaktan söyleşiler yapıyoruz; şahsen benim için bir siyasi yol gösterici de. Ben onlara bakmadan düşünmeye başlamıyorum her gün. Sokaktaki insanlara sorduğunuzda o kadar derin ve değerli analizler yapıyorlar ki...
Bunların birleştiği nokta şu: Türkiye'nin bir bölgesel rol oynaması mümkün olabilir, ama bunu asla askeri bir rol olarak oynamamalıdır, buraya yatırım yapmamalıdır. Oysa Türkiye'nin siyaseti bu değil.
Dolayısı ile bu siyasete karşı da bir itiraz olduğunu görmek kabil. Sonuçta şunu söyleyebiliriz, Şaron'un askeri gücü karşısında Filistin'in gücü belki yetmedi, ama dünyanın gücü Şaron'u tekrar evine yollayacak, öyle gözüküyor ve bu demin de konuştuğumuz gibi çok parçalı bir güç ve bunun içerisinde kaçınılmaz olarak, bu siyaseti değil barışı benimseyen Yahudiler de olacak.
*6 Nisan 2002 tarihinde Açık Radyo'da İncir Çekirdeği programında yayınlanmıştır.