Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Tarih Bölümünden Prof. Dr. Ferdan Ergut'un Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Başkan ve Sayın Heyet,
2000’i aşkın akademisyenle birlikte bir metne imza attım. Neden imza attığımı söyleyeceğim. Fakat buna geçmeden önce şunu söylemek isterim: İddianamede bana atfedilen suçlardan sadece bir tanesi beni ilgilendiriyor. Sadece bir tanesinde benim iradem vardır; o da söz konusu Türkçe metni imzalamış olmamdır.
Savunmamda doğal olarak sadece bu metni imzalama gerekçelerimi anlatacağım ve diğer iddialara yanıt vermeyeceğim.
Bu metni imzalayan akademisyenler içinde çok sayıda tanıdığım veya çalışmalarını bildiğim isimler var. Bu insanlar yazdıkları kitaplar, uluslararası makaleler, yetiştirdikleri öğrencilerle Türkiye’deki sosyal bilimlerin yüz akı isimleridir. Şimdi hepimiz yargılanıyoruz, önemli bir bölümümüz bizlerin hava gibi su gibi ihtiyacımız olan akademik ortamdan uzaklaştırıldı.
Yetiştirmesi bu kadar zor olan bir meslek grubunun bu kadar kolay harcanıyor olması, dahası şeytanlaştırılması hakkında sizlerin de düşünmenizi isterim. Bunu hak etmiyoruz. Ne biz, ne ülkemiz...
Akademi dünyasının kendine özgü ve yüzyıllar öncesinden saptanmış evrensel ölçütleri ve kuralları vardır. Bunca yıl bu dünyada onuruyla var olmuş bir akademisyenim.
Ve şimdi birisinden “talimat” alarak silahlı bir örgütün propagandasını yaptığım suçlamasıyla karşınızdayım! Elbette ne talimat aldım; alırım ne de bir örgütün propagandasını yaptım. Bu metne imza atmamın nedeni çok basitti: Vicdan!
Kendi ülkemin sokaklarında insanlar ölüyordu ve benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ve sonra bu metin çıktı karşıma. O kahredici dönem ince eleyip sık dokuyacak bir dönem değildi. Nihayet çok küçük de olsa bir şey yapabilecektim.
Benim gibi, imzacı akademisyenlerden her biri de bu metni elbette farklı yazabilirdi. Bu kadar çok sayıda akademisyeni buluşturan esas şey kullanılan kavramlar, kurulan cümleler değil; metnin genelinde ifadesini bulan ELEŞTİRİNİN YÖNÜDÜR.
Olaylara dair kanaatlerimi şekillendiren başta Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporları olmak üzere o dönemde medya organlarında yazılanlardı. Emniyet ifademde ayrıntılarıyla verdiğim bu haberlere göre yüzlerce sivil yurttaş ölmüş, binlerce masum insan sokağa çıkma yasaklarıyla insanlık dışı koşullara mahkum edilmişti.
Aslında metni imzaladıktan sonra ortaya çıkan Şubat 2017 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliğinin raporu benim muradımı çok iyi özetliyor. 800'ü güvenlik görevlisi olmak üzere 2000 kişinin öldüğünü belirten bu raporun sonuç bölümü, “binlerce ölümden, özel ve kültürel mülklerin geniş ölçekte yıkımından ve yerel halkın büyük oranlarda yerinden olmasından büyük endişe duyuyoruz” diye bitiyor.
Bu cümlede, benim neden bu metni imzaladığımı anlatan bir kelime var: Endişe! Evet, olup biten her şeyden Birleşmiş Milletler gibi ben de “endişe” duyuyordum. Güvenlik görevlisi veya sivil, bunca insanın ölümüne seyirci kalamazdım. Bu olayların bir an önce son bulmasına katkı vermek için yapabileceğim tek şeyi yaptım ve bir metne imza attım.
İmzaladığım metnin içinden bazı cümleleri çekip onlar üzerinden bana bir niyet atfedilmesini anlayamıyorum. Benim niyetim çok net ve basitti: İnsanlar ölmesin!
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım. 20 yılı aşkındır bir devlet üniversitesinin Tarih Bölümünde öğretim üyeliği yapıyorum. Vergilerimi devlete ödüyorum.
Benim tek yaptığım kamu düzenini, toplumsal barışı ve huzuru sağlamakla yükümlü devlet görevlilerinin bu görevlerini yaparken insan haklarını göz ardı etmesini eleştirmektir. Bu eleştirileri yaparken neden devleti aşağılama kastım olsun? Bunları söylemek neden örgüt propagandası olsun? Devlet eleştirisi ile terör savunusu arasında nasıl bir mantıksal bağ bulunabilir? Vurgulamak isterim ki, bu ülkenin esenliğini, en az beni yargılayan savcılar ve yargıçlar kadar ben de gözetiyorum.
Silahlı herhangi bir örgüt ile hiçbir örgütsel, politik veya eylemsel birlikteliğim yok... Hayatımın her aşamasında şiddetin olmadığı, farklılıkların bırakın silahlı olmayı; sözel şiddete bile başvurmadan tartışılabildiği bir ülke istedim. Ve şimdi, 50 yaşımdan sonra bir terör örgütünün propagandasını yapmakla suçlanıyorum. Elbette mümkün değil. Mümkün olmadığı, iddianamede buna ilişkin tek bir kanıt sunulamamış olmasından da belli...
Aslında yanlış bir cümle kurdum. Bir kanıt var iddianamede... İzninizle bu kanıt üzerinde durmak istiyorum. Zira icra ettiğim tarihçilik mesleği ile doğrudan ilgili bir soruna işaret ediyor bu kanıt.
Sayın Savcı’nın iddianamesinden öğreniyorum ki, imzaladığım metinden iki üç hafta önce PKK tarafından “aydınlar özyönetime sahip çıksın” diye bir açıklama yapılmış. Bu açıklamanın bizatihi kendisi, başlı başına, başkaca bir kanıt aramaya gerek görmeksizin bu metne imza atan herkesin terör örgütü propagandası yaptığına ikna etmiş savcıyı... Kanıt bu yani! Böylece hepimizin talimat aldığı tescillenmiş oluyor.
Evet, inanması zor, ama bunca değerli akademisyen dağdan aldıkları bir emirle harekete geçmiş Sayın Savcıya göre...
Bırakın PKK’yı, bir akademisyene başka birinden talimat aldığını söylemek kadar büyük bir hakaret düşünülemez. Ben akademik hayatımda kimseden talimat almadığım gibi yurttaş olarak da bugüne kadar talimatla hiçbir şey yapmadım.
Sayın Savcının iddiası, olmayan ve dahası olamayacak olan bir şeydir. Bu iddiaya dayanak olarak gösterdiği tek şey, imzaladığım metinden önce gerçekleşmiş ve onunla ilişkisiz bambaşka bir metin...
Bir illiyet bağını sadece -ama sadece- kronolojiye dayandırmak tarihçilik mesleği açısından vahim bir hatadır.
A olayının (bu durumda PKK açıklamasının) B olayından (bu durumda imzaladığım metinden) önce gelmiş olması, ona neden olduğu anlamına gelmez. Aralarında sadece kronolojik bir ilişki vardır; nedensel bir ilişki yoktur. Daha doğrusu nedensel bir ilişki olmayabilir. Zaten tarihçinin esas görevi, iki olay arasında kronolojinin ötesinde nedensel bir ilişki olduğunu saptamak vebu nedensel ilişkiyi temellendirecek belgeleri veya delilleri bulmaktır.
İddianamede, söz konusu iki metin arasında bir nedensellik olduğunu gösterecek hiçbir belge veya delil görmedim ben. Kaldı ki, hazırlık evrakı olarak dosyaya konan belgelerde gördüğüm o açıklamanın, benim imzaladığım metinle içerik olarak da hiçbir alakası yok.
Dolayısıyla iddianamenin merkezini oluşturan bu iddia iki metin arasında ne içerik olarak, ne de illiyet olarak bir bağ olduğunu temellendirememiş olarak öylece duruyor.
İmzaladığım metnin hiçbir yerinde şiddet çağrısı yok. Zaten, “insanlar ölmesin” diyen bir metin, nasıl şiddet çağrısı yapabilir? Bunu iddia etmek metni bütünüyle ters yüz etmektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, hemen hemen bütün kararlarında siyasi içerikli metinler ve açıklamalar eğer açık bir şiddet çağrısı içermiyorsa bunlara ilişkin sınırlamaların ifade özgürlüğüne haksız müdahale niteliğinde olacağını söyler.
2000 yılında verdiği bir kararda Mahkeme şöyle diyor: “Sözleşmenin 10. Maddesinin 2. paragrafı sadece zararsız olan düşünceler için değil, aynı zamanda rahatsızlık verici, zararlı düşünceler için de geçerlidir. Bütün bunlar demokratik bir toplumun özellikleri olan çoğulculuk ve hoşgörünün gerekleridir. Hükümet'e yönelik olarak yapılmasına müsaade edilen eleştirinin sınırı, bir kimse veya bir politikacı hakkında yapılan eleştirinin sınırından daha geniştir" (ŞENER / TÜRKİYE DAVASI 26680/95, 18.07.2000 &39, 40).
Bütün bunlar ortadayken bu bildirgenin eleştiri hakkı ve fikir özgürlüğü kapsamı dışında değerlendirilmesi ve cezalandırılması nasıl mümkün oluyor, anlayamıyorum.
Sonuç olarak;
1- Örgüt propagandası yapmadım
2- Bildiriyi, eleştirdiğim uygulamalara işaret etmek için imzaladım.
Herhangi bir aşağılama veya hakaret kastım yoktur.
3- Üzerime atılan suçlara ilişkin maddi ve manevi unsurların hiçbiri iddianamede yer almıyor.
4- Beraatımı istiyorum. (FE/TP)
Ek: Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017 tarihli raporu