Galatasaray Üniversitesi'nden Arş. Gör. Burcu Konakçı’nın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 34. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Bugün mahkemeniz karşısında bulunma nedenim, 2016 yılı Ocak ayında imzalamış olduğum “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metindir.
Her ne kadar hakkımda hazırlanan iddianame tarafıma yönelik farklı suçlamalar içerse de ilgili suçlamalar için dosyaya somut bir delil sunulmamış olması nedeniyle yalnızca imza metni hakkında açıklama yapacağım. Barış bildirisinin iddianamede ele alınma biçimi, bildiriyi imzalamama sebep olan olayları ve hak ihlallerini bir kez daha hatırlamamızı gerektirmiştir.
2016 Ocak ayına dek neler olduğu ve binlerce akademisyenin imzaladığı bildirinin, iddianameden farklı olarak aslında hangi durumlara karşı çıktığına ve taleplerinin ne olduğuna kısaca değinmek isterim.
Bilindiği üzere çözüm sürecinin bitmesi ve çatışmaların başlaması ile birçok il ve ilçede sokağa çıkma yasakları ilan edilmiştir. Yürütülen güvenlik operasyonları çerçevesinde 16 Ağustos 2015’ten itibaren bir sene içinde farklı il ve ilçelerde en az 111 süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir.
Anayasaya ve ilgili ulusal ve uluslararası düzenlemelere aykırı olarak yürütülen güvenlik operasyonları kapsamında başta yaşam hakkı ve işkence yasağı olmak üzere birçok hak ihlal edilmiştir. Bir yıl içerisinde çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlı olan en az 349 sivil ilgili çatışma ortamlarında yaşamlarını yitirmiştir.
Bununla birlikte Cizre’de yüzden fazla insanın bodrumlarda yakılarak öldürülmesine ilişkin tanık anlatımları ve basında yer alan haberler mevcuttur. Diğer yandan insanların evlerinden zorla tahliye edildiği, korku ve belirsizlik içinde yaşam alanlarını terke zorlandığı süreç, bölgede yaşayanlara yönelik “toplu cezalandırma” ya dönüşmüştür.
Savunma süresinin kısıtlılığı nedeni ile çatışmalarda hayatını kaybeden sivillerin adlarını ve ne şekilde öldürüldüklerini burada ifade etmem mümkün olmamakla birlikte, ben de diğer pek çok insan gibi bölgede yaşananları medyada izlemek zorunda kaldım.
Gerek akademik eğitimim gerek insan hakları ve kadın hareketi alanındaki duruşum sivil ölümlerine sessiz kalmamamı gerektirir. 90’lı yıllarda yaşanan çatışmalar konusunda verilen AİHM kararlarını henüz bir hukuk fakültesi öğrencisi olduğum dönemde lisans derslerinde dinledim.
Bana göre, hukuk eğitimi, yalnızca Anayasanın veya yasaların uygulanmasını içeren teknik bir eğitim olmayıp aynı zamanda söz konusu ihlallerin bir daha yaşanmaması için siyasi ve toplumsal yapıyı onarmayı ve iyileştirmeyi de kendisine ilke edinmelidir.
Şahsen yıllar sonra bugün yaşanılanlar hakkında verilecek kararlardan bahsederken bir “seyirci” gibi anlatmak benim, yaptığım işe son derece yabancılaşmama ve akademik çalışmalarımda da yüzeyselleşmeme neden olurdu.
Bu bağlamda hukuk eğitiminde ve pratiğinde sürekli telaffuz edilen “objektiflik ve tarafsızlık” ilkesinin yargı mensupları bakımından ne denli yanlış yorumlandığına dikkat çekmek isterim. Bizlerden objektif ve tarafsız olmamızı bekleyen yargı, siyasi iktidarın ve erkek egemen söylemin dilinden vazgeçmezken bizler bunun aksini gerçekleştirmeye, bir çatışmadan etkilenen “taraflara” değil bundan etkilenen bütün topluma işaret etmekteyiz.
Bölgede sivillere yönelik gerçekleşen hak ihlallerinin Türkiye’de yaşayan bütün insanları etkilediğini ve çatışmanın yarattığı ekonomik, siyasi buhranın her birimizin gündelik hayatına yansımalarını göstermeyi amaçlamaktayız.
Ayrıca bilimsel olarak insanın düşüncelerine ket vurmadan kendisini ifade edebilmesi akademide araştırma yapma ve yazmanın en temel ilkesidir. Ancak savaş ve çatışma ortamı genel olarak siyasi iktidarın özel olarak da üniversitelerin otoriterleşmesine, bu nedenle de karşıt fikirlere varlık koşulu tanımamasına neden olmaktadır.
Sizlere çatışma ile kurulmuş uzak bir bağlantı gibi görünen bu olgu, okuyan, yazan, düşünen ve sorgulayan insanların kendisini ifade edememesi ve üretememesi ile sonuçlanmaktadır. Bu nedenle son yıllarda “beyin göçü” adı altında ülkenin düşünen ve üreten insanları bu coğrafyadan kopmaktadır.
Diğer yandan toplumsal barış, yıllardır içinde olduğum kadın hareketi bakımından da ayrıca bir önem taşımaktadır. Feminizm, yasal ve toplumsal anlamdaki kadın-erkek eşitliğinin ötesinde bir anlam taşır.
Bu anlam, insanın doğaya üstünlüğünün, ataerkinin militarist yapısının, şiddet, savaş ile ataerki ilişkisinin eleştirisini içinde barındırır. Bu bakımdan feministler için barış, çatışmasızlık gibi kavramlar yalnızca siyasi iktidarın değil başta kadınlar olmak üzere bütün toplumun çare bulmak için mücadele vermesi gereken olgulardır.
Böyle zamanlarda “bir anne ve bir eş” olmak dışında kendilerinden pek bahsedilmeyen kadınların büyük çoğunluğunun gerek bölgede gerek zorla yerinden edilme dolayısıyla gittikleri yerlerde baş başa kaldıkları zorlu hayat şartları ve yoksulluk, oldukça sıradan olan kendi hayatımdan bile utanmama neden olmaktadır.
Zira tıpkı çatışma ortamı gibi yoksulluk da kadınları fiziksel ve cinsel şiddetin her türlü haline açık hale getirmektedir. Fakat çatışma, olağanüstü hal, otoriterleşme yalnızca bölgede yaşayan ve zorla yerinden edilen kadınları değil bu ülkedeki bütün kadınları etkilemektedir.
Böyle dönemlerde siyasi iktidar tarafından ailenin kutsallığı ve kadının yerinin aile olduğu, boşanma ve kürtaj karşıtlığı, cinsel şiddet ve istismarla ilgili manipülatif söylemler, çocukların ve gençlerin evliliğe zorlanması, çocuk yapmanın ve bakmanın kutsanması ön plana çıkan söylem ve fiillerdir, bir tesadüf değildir ve doğrudan çatışma veya savaş halinin kadınlar üzerindeki etkisidir.
Bütün bunlar yıllardır bir kadın olarak ataerkil sisteme karşı verdiğim özgürlük ve eşitlik mücadelesini yok ettiğinden doğrudan beni de etkilemektedir.
Kısaca çatışma ile bilimsel özgürlük, insan hakları, yoksulluk ve kadınların maruz kaldığı şiddet birbiriyle doğrudan ilişkilidir.
Ayrıca bütün bunlar benim kendimi gerçekleştirme koşullarımla doğrudan ilişkili olup toplumsal yaşamın herkes için daha iyi hale getirilmesi, birlikte yaşamanın imkanlarının düşünülmesi, yani kısaca toplumsal barışın tesisi benim için mücadele verilmesi gereken bir yükümlülüktür.
Belirttiğim koşullara ve ihlallere karşı çıkarak dile getirdiğimiz “bu suça ortak olmama” tavrımız yargılanmamalı, ihlallerin varlığı araştırılmalı, sorumluları ortaya çıkarılarak adil bir yargılama yapılmalıdır.
Sonuç olarak isnat edilen suçlamayı kabul etmiyorum. Yapılan tüm değerlendirmelerin ışığında beraatimi talep ediyorum. (BK/TP)