*Metin V. Bayrak ile Oriente Medio News'ta Manuel Ferez'le yaptığı röportajı Türkçe metniyle yayınlıyoruz:
Avrupa Birliği'ni demokratikleştirmeyi amaçlayan ulus-ötesi tüm-Avrupacılığı savunan politik hareket DiEM25'in üyesi, aktivist ve eğitimci Metin V. Bayrak ile görüştük. Metin ile Gezi parkı hareketinin etkileri ve Boğaziçi Üniversitesi'ndenki baskılar, Türk siyasi yaşamına etkileri, askeri darbe ve dinamikleri hakkında ve Erdoğan sonrası üzerine sohbet ettik.
Bize kendinizden, akademik geçmişinizden ve profesyonel çalışmalarınızdan söz edebilir misiniz lütfen?
Merhaba. Felsefeciyim. Ege'nin dağlarında göçer orman işçisi iki çocuklu bir ailenin üyesi olarak dünyaya geldim. Felsefe okudum. Eğitimciyim.
Lise yıllarından bu yana politik-toplumsal olan entelektüel ilginin ötesinde gündemimde yer almıştır. Nedenini anlamak 30 yılı aşkın düşünme sürecinin sonunda göreli ölçüde gerçekleşti. Belki de hala anlamadım.
Zordur Akdeniz'de hayat. Hoş, nerede kolay ki diyeceksiniz. Gezi'nin öncesi ve sonrası ama ben 2015 10 Ekim Katliamı üzerinden kim olduğumu aramaya çalışacağım. Tesadüf eseri buradayım.
10 Ekim'de orada olacaktım. Harici bir nedenle orada olamamıştım.
O gün orada olup ölenler ama aslında yerleşik nizam tarafından hayatları çalındı. Her birinin ailesinin ocağına asla soğumayacak ateşi düşüren, Türkiye'nin AKP'yi de aşan, şimdilik AKP'de cisimleşen, ya da AKP'nin hayat verdiği rejimin ölmesine göz yumduğu 103 kişi, devletin yol vermesiyle IŞİD'in canlı bombalarınca öldürüldüler.
"Yerleşik nizamın kesemeyeceği hayatım"
103 kişinin tek tek kim olduklarına bakın, ortak özelliklerinin "kılıç artığı" olmak olduğunu görürsünüz. Evet, ben, yerleşik nizamın kesmeye gücünün yetmediği, asla da yetmeyeceği hayatım. Ayrıkotuyum.
Buranın hayat verdiği, yurdu burası olan hayatım. Talancı, istilacı, tarihi kendileriyle başlatanlar endüstriyel tarımla buradaki hayatı bitirmek yanılgsındalar. Hayat, harici tohumdan daha güçlü çünkü belleği hayat...
Hayatımı otonom biçimde sürdürmeye çalışıyorum. Son 10 yıldır aktivizm yapıyorum. Herhangi bir kurumda olmanız otonominizi delege etmeniz anlamına geliyor.
Devletteyseniz ya da özel sektörde sesinizi çıkaramazsınız. Korkuyla, devletin parazit bir takımın elinde olan kaynaklarının fütursuzca kullanılmasıyla sinersiniz. Maliyeti tolere edemeyeceğiniz denli yüksektir. Neticede bir aileniz var ve yaşamınızı sürmek dürmek durumundayız.
Burada sağ kalmanın temel araçlarından biridir devletle özdeşleşmek, değilse yaşamınız gasp edilir. Bunun tarihte ve şimdi de sayılamayacak denli örneği vardır.
Sanmayın ki bu Cumhuriyet ile başlamıştır; Osmanlı ve Roma döneminde de benzer örneklere sıkça rastlanır.
"Hisler gerçektir, düşünceler soyuttur"
Gezi'nin öncesi ve sonrası var; Gezi öncesi Türkiye toplumu hakkında biraz bilgi verir misiniz? O döneme hakim olan sosyal ve politik gerilimler ve dinamikler nelerdi? Gezi'deki protestoları ve içinde ortaya çıkan toplumsal hareketi tetikleyen unsurlar nelerdi?
İki sorunuza birlikte yanıt vermeye çalışacağım. Hisler gerçek, düşünceler soyuttur. Halk, özellikle kadınlar sezgisel olarak hissetmiş, rejimin nereye evrilebileceğini görerek sesini yükseltiyordu.
Rejim kendini konsolide ederek neo-liberal politikaları uygularken bir yandan da marjinal biçimden retorikçilerince dolaşıma sokulan İslami kavramlar ve kavrayışlarla kademe kademe "pasif devrim"e giden süreci işletmekteydi.
Dünya, o nedenle de "yeni ipek yolu" ile artık hiç olmadığı kadar birbirini duyanların ontolojisini dönüştürdüğü bir yer.
Dünyayla eşzamanlı nefes alan 80 milyonluk bir ülkeden söz ediyoruz. AB ile de facto bir olan ama de juro içinde yer almayan, 30 milyon turistin ziyaret ettiği, milyonlarca Türkiyelinin dünyayla etkileşim içinde olduğu bir topluma deli gömleği giydiremezsiniz.
Erdoğan rejimi ucube bir parti devletidir. 10-13 yaş aralığındaki çocuklara bile kendini güldürmeyi başarabilmiş ucube bir rejimdir.
Ucubeliği arttıkça sertleşiyor. O nedenle de kara komediye dönüşüyor. Youtube ve Twitter yasaktı; o ergen çocuklar, DNS ayarlarıyla oynayıp girebiliyorlardı. Gezi işte tam da o iklimde oldu.
Gezi, Türkiye'nin yerleşik ya da yapısal denebilecek sorunlardan Kürt sorununun çözüm sürecine denk geldi. Devlet, Kürtlerle barışma adımı attı. Sekülerlerle arası açılıyordu.
Özgürleşme imkanı...
Heidegger, kriz anlarının bir tür özgürleşme imkanı verdiğini ileri sürer; oysa bunu kaçırdı; o krizden toplumsal barışını çıkarabilirdi ama yapamadı.
2013'te başlayan çözüm süreci, 2015'te 100. yılı anılacak Ermeni Tehciri -haa adı üzerinden giden ve olayı örten ya da gizleyen bir tartışmadır gidiyor; 2013, aynı zamanda AB ile başlıkların da hızla açılmaya devam ettiği döneme denk geliyor.
AB, bir tür maymuncuk işlevi görerek Türkiye'nin yerleşik sorularını aşacak ve meşruiyet kazandıracak bir çıpa idi. AB ile Erdoğan rejimi ve temsil ettiği İslamistlerin şeytanlaştırdığı laisite, asker tahakkümü sona erecek, özgürleşecekti toplum.
Bunun gerilimi sürüyordu ama toplumsal taban %70 ile barış sürecini; bundan daha yüksek bir oranla da AB üyelik sürecini destekliyordu.
Ermeni meselesi daha karanlık bir yerdeydi ama bu yükselen demokratikleşme dalgası ile bu da aşılabilirdi; tav yerindeydi. Aynı zamanda TL'nin görece değerli hali, finans piyasalardan çokça ve ucuz borçlanabilmek imkanı ile toplum görece refah içindeydi. 2013 yılında 8 milyonun üzerinde Türkiyeli yurtdışına gitmiş ve bunların %40'ı yalnızca gezi amaçlı.
Bu yani Türkiyelinin ülke dışına turistik geziye gitmeye başlaması, çok önemli bir parametre olarak görülmekteydi. Orta sınıf Türkiyelilerin Yunan adalarına balık yemeye gitmeleri hem Avrupa'yı hem de Türkiye dışını daha da bilir, anlar hale gelmelerine olanak sağlamıştı.
Gezi, fonunda küresel hareketler, içeride sözünü ettiğim iklimde gerçekleşti. Söz konusu süreçte rejimi destekleyenler yanında sesleri o kalabalıkta pek çıkarmayan bir kesim de eleştirilerini, uyarılarını hiç bıkmadan usanmadan dillendiriyorlardı.
Zordur dikotomide hayatta kalmak çünkü kavrayışı olanaksızlaştırır. Rejim yanlısı ve karşıtı olabilirsiniz.
Entelektürellerse tıpkı "reformun öksüz çocuğu" Erasmus gibi kalakalırlar hiçbir tarafa da yaranamazlar oysa onların işleri yaranmak ya da taraf olmak değil süreci anlamak, anladıklarını toplumsallaştırmaktır.
Gezi: Hani daha dün denir...
Gezi'deki protestolardan sekiz yıl sonra bugünün Türkiye'sini nasıl görüyorsunuz? Gezi hareketinin mirası nedir?
Sekiz yıl sonra Gezi? Hani daha dün denir... O kadar uzun ki. Her gün travma nedeni olabilecek olaylar yaşıyoruz. Onlarca arkadaşımız öldürüldü, yüzlerce arkadaşımız sürgün edildi barış dedikleri için, hukuksuz davalar ve yargılamalar nedeniyle iltica edenler, çıkamayıp şu anda esir olanlar... Sürekli yas halinin hakim olduğu bir hane düşünün...
Onbinlerce dava ile toplumun sesi kısılıyor. Her türlü hakareti, nefret söylemi kendine hak gören rejim, barış diyenleri 'terörist' ilan edebiliyor.
Sıkça işletilen "dış mihrak" kimdir deseniz ezbere, gönderimi olmayan her yerde söylenebilecek şeyler. Bilgisel değeri yok; ama topluma, yaşadığı sorunları anlamlandırmak imkanı sunan bir anlatı veriyor.
Anlatısızlık, umudu öldürüyor ve itaati güçlendiriyor. Anlatımız yok. Depresyon kitlesel. Yoksulluk, hiç bitmeyen pandemi. Şiddet, öznesi devlet resmi bir politika... Aşırı uyarılan bir toplum ve ne ne hissettiğini ne de ne yaşadığı anlamlandırmak imkanına sahip.
Rejim ölüyor. Aslında şimdide yaşamayan, gerçeklikten kopuk bir fantastik bir kurgu. Neresinden tutulsa elinizde kalacak. AKP, rengi olmayan bir tür yumuşakça.
Hem etobur hem otobur hem de parazit. Kaba pragmatist ve kaba materyalistin bileşkesi olarak tek kelime ile oportünist bir maneviyatı var. Ama retorikte Müslümancı, Türkçü.
AKP'nin ideolojisi yok, olmadı da. Kiminle ittifak ederse onun rengine büründü, bürünüyor. Şimdi iktidarını kaybetme telaşı içinde yeni ittifaklar arıyor ama nafile bir çaba çünkü olanakları tüketti...
Aslında hiçbir zaman iktidar olmadı. Çünkü fikri yok. Savrulması ve ilkesizliği bir düşünce ya da ideoloji olarak konumlandırması kullandığı islami retorikle ve uyguladığı neo-liberal ekonomi politikle...
"Hak ve adalet insiyaki biçimde vardır"
Bakın, geçen hafta kağıt toplayıcıların deposuna "kaçak" diye onlarca polisle baskın yapan bir rejimden söz ediyoruz. Devlet garantili soygunlara verilen onlarca milyar dolarlık kamu kaynakları bir yanda diğer yanda kağıt toplayıcıların deposuna yapılan baskın.
Büyük çoğunluğu savaş nedeniyle yerlerinden edilmişlerin güvecesiz biçimde yalnızca karınlarını doyurabildikleri işlere bile göz dikmiş bir rejim...
Abraham Lincoln'un "Herkesi bazen, bazılarını her zaman, herkesi her zaman kandıramazsınız" sözü her toplumda her dönemde olduğu gibi burada da işliyor.
Hiç kimse aptal değil; halk intüitif olarak olup bitenlerin farkında. İnsanlarda, çok sevdiğim Gündüz Vassaf'ın sözüyle "Hak ve adalet insiyaki biçimde vardır." Biz bir değerler varlığıyız.
Erdoğan sonrası konuşuluyor. Büyük bir yıkım bizi bekliyor. Sancılı bir restorasyon dönemine hazırlanıyoruz. Yoksullukla, talanla, savaşla mücadele belleği çok güçlü bu toprakların. Üstesinden geleceğimize inanıyorum.
Sorun yoksulluk değil sorun dağları dereleri rant uğruna delik deşik eden rejimin doğaya verdiği gerigetirilemez tahribat; sorun, yaşamı çalınan binlerce insan. Sorun, taraf olduğu savaşlarla yerlerinden edilen insanlar...
Sorun, kitlesel depresyon. Umudunu yitirenler... Ama Gezi umuttu. Psikologlar, danışanlarımız iyileşti göreli süre dediler. Toplum rüştünü ispat etti. Politik alanı devletten aldı. Ölüm, bir yaşamın sonuyla ve bir günde olmuyorsa doğum da öyle...
Gezi sonrasına hazırlanıyoruz. Erdoğan'ın "ucube parti devleti"ni yaratan kadük parlamenter rejime değil, demokratik bir cumhuriyete...
Heidegger'ce söylersek bu krizi özgürleşme, sekülerleşme imkanı olarak tasarruf edeceğimize inanıyorum, öyle inanmak istiyorum. Diğer yandan devlet eliyle dejenere edilip karikatürleştirilen İslam'ın oportünist tüccarların elinde metaya dönüştürülmesine itiraz edecek Müslümanların varlığını bu süreçte toplumsal barış için çok önemsiyorum...
Ve hem Türkiye hem de dünyada sıkışmış ve nefes almak için çare arayan toplumlar için "Politik İslam"ın çöpe dönüştüğünü ve bir anlatı olarak itibarını süreç içinde tamamen kaybedeceğini düşünüyorum. Taliban yönetimi bu süreci hızlandıracak...
"Akdeniz özgürdür, sahibi yoktur"
Latin Amerika'da pek çok insan Gezi Parkı'nın nasıl bir sembolik alan olduğunu anlamıyor; Gezi Parkı'nın sembolize ettiği kamusal alan hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Latin ruhu Akdeniz... Akdeniz özgürdür, sahibi yoktur. Sahibi hepimiziz. Kuzey ne kadar zengin olursa olsun Akdeniz'e gıpta eder. İmrendiği buranın sahiciliğidir. Politika sahiciliğin düşmanı.
Gezi, halkın yan yana gelip birbirini dinlediği, birlikte dans ettiği bir yakarış, bir çığlık. Gezi; doğanın, savaşlar ve parazit rejimlerle sömürgeleştirilip köleleştirilen toplumların yerlerinden edilip Akdeniz'de, Ege'de özgürlük ve umut olan maviliklerde ölmelerinin yasıdır.
Gezi, o parklardaki forumlara Sao Paulo'ya, Atina'ya, Seattle'a selam dediğimizde sevgilerini ileten çoktan cosmonetizenlaşmış koca yürekli insanların oluşturduğu dünyanın yeni Geist'ıdır. Daha çok duymalıyız birbirimizi... Evimiz ortak.
Gezegenimizi parazitlerden kurtarmalıyız. Bakın, parazit mutlu değildir. Milyarlarca dolar serveti olanlar sezgisel olarak bunun maliyetlerini bilmiyorlar mı?
Aklıyla ne kadar rasyonalize ederse etsin sezgisel olarak yarattığı tahribatın en başta da kendi ruhundaki tahribatın hangi momentte olursa olsun farkında değil mi? Bu, trajedisini derinleştiriyor.
Bir tür esir kampı sorumlusu gibi milyar dolar sahipleri. İktidar olduklarından pozitif hukukla yargılanmıyorlar. Güya vakıflarıyla yardımseverlik yapıp vicdan yıkıyorlar, günah çıkarıyorlar.
Tanrı, affediciliği yanında cezalandırıcıdır da. Halk, bu tür durumlarda Tanrının yerine geçer ve cezalandırıcı yüzüne bürünür. Halkın affedici olması dileğim.
Toplumsal hadiseler, halkın affedici olmadığını gösteriyor. Bu da murad ettiğimiz barış iklimi için en büyük tehdit. Mutluluk, uyumda... Sakınmasızca sokağa, hayata karışmakta. Doğada olmakta. Bakın gezegenimizi bitiriyoruz.
Covid-19 ki gözlerimizle bile göremiyoruz- milyarlaca insanı eve tıktı...
İnsan, kibrini bırakıp bir canlı olduğunu hatırlamalı. İnsanlık tarihindeki doğacı kavrayışlara yeniden bakabilir, şu anda yaşadığımız toplumsal, politik, çevresel sorunlar için bize ne der diye radikal sorular sorabiliriz.
Güncel olan, genellikle, temel ya da kök sorunları görmeye manidir. Kimi zaman durup mazinin birikimine kulak verebiliriz.
Gezi, "Evet, olabilir." demenin ete kemiğe bürünmüş eşsiz örneklerinden biri. Gezi, umut. Gezi, "Böyle gelmiş, böyle gider." diyenleri yanlışlayan ortak bellek örneği.
Gezi, kamusal alanın keyfi biçimde parazitler tarafından talan edilmesine dur deme iradesi. Gezi, birbirini tanımayanların, farklı dünya görüşüne sahip kişilerin ortak amaç için yan yana gelip mücadele edebilmeyi olanaktan gerçeklik momentine taşıma örneğidir.
"Sokak gittikçe canlanıyor"
Türkiye ile ilgili haberleri epey takip ediyorum ve Ortadoğu Haberleri'nde Boğaziçi Üniversitesi'ndeki protestolar gibi olaylara yer verdik; Gezi ve Boğaziçi arasındaki bağlantılar nelerdir? Her iki olay da çağdaş Türkiye toplumunun dinamikleri içinde nasıl kapsanabilir?
Az önce dedim ya Türkiye'de gündem sıcak olduğu kadar da yakıcı. Okullar açıldı. Yüzbinlerce öğrenci sokakta. #BARINAMIYORUZ hareketi başladı. Sokak, gittikçe canlanıyor. Rejim, yaşananları anlamak kabiliyetinde değil, sorumluluklarını taşımaktan aciz.
Bundan 100 yıl önce Beyaz Ruslar gelmişti, şimdi Suriyeliler başta olmak üzere Acemler, Afrikalılar, Iraklılar, Afganlar akın akın geliyorlar. Son 140 senede Afgan akını 13. ya da 14. büyük göç akını. Burası bir havuz...
Hepimiz birbirimize katışarak Türkiye toplumunu oluşturuyoruz. Bir toplum olmanın önünde son yüzyılı aşkın zamandır milliyetçilik, İslamcılık (sünni İslam) ve son zamanlarda da "milliyetçi-mukaddesatçı" kavrayış engel.
Maziyle, tarihle, hakikatle yüzleşmek özgürleştirici olduğu kadar bir toplum olmanın da olanaklarını yaratacak kanaatimce.
Rejim, sembolik değeri çok yüksek ve kale gördüğü kurumları yıkarak kendini var etme telaşında. Boğaziçi Üniversitesi 'seküler seçkinler'in ve Türkiye'nin en parlak kafalarının girebildiği ender kurumlardan biri ve YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) sistemine de juro bağlı olsa da kurum kültürüyle yönetilir.
Erdoğan rejimi, buraya kurum kültürüne rağmen tam anlamıyla bir tür tecavüz ya da irade gaspı denebilecek şekilde rektör ataması gerçekleştirdi; güçlü bir direnişle karşılaştı; atadığı kayyum rektörü görevden aldı, yardımcısını yeni rektör atadı, ama direniş gücünü kaybetmeden devam ediyor.
Boğaziçi örneği, yıkılmaz, geri adım atmaz denilen rejimi dize getiren bir örnek.
Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş üzerinden bütün topluma (artık ittifak içinde olmadığı seküler liberaller ve Kürtler) gözdağı veriyor. İtaat ettirmeyi rıza imalatının, ideolojik anlamda kitle devşirmenin bir aracı olarak görüyor.
Kültürel sermayesi o kadar zayıf ki onlarca milyar dolar harcamalarına rağmen yaptıkları yapılar kitsch olmaktan öteye gidemiyor. Bir fikirleri olmadığından estetik de üretemiyorlar, model de.
O nedenle Erdoğan rejimi için "katır" metaforunu kullanıyorum. İslamcılarla yerleşik düzen karşıtı liberallerin bir tür koalisyonunun bebeği olan kökleri 1970'e dayanan sonradan İhvan'laşan ve İhvan'ın liderliğine soyunan arkaik İsmalist rejimin Youtube engellemelerini DNS ayarlarıyla bypass yaptığı bir iklimde rejimin yaşama imkanı yok.
"Başımızı kaldırıp dışarı bakamıyoruz"
Gezi ve Boğaziçi, Türkiye'deki diğer siyasi meselelerden farklı olarak uluslararası görünürlüğe ve medyada yer aldılar. Genel olarak Türkiye'ye ve özel olarak Gezi'ye yönelik uluslararası kapsama ve ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya kamuoyu da yakıcı ve yıkıcı sorunlarla mücadele ediyor. Türkiye'deki sorunları anlamakta, işlemekte, çözümler üretmekte güçlük çekiyoruz; bunun iki boyutu söz konusu: İlki, içeriden başımızı kaldırıp dışarıya bakamıyoruz; ikincisi, profesyonel hayatımızın bize yüklediği -ve gittikçe yoksullaştığımız bir süreçteyiz- sorumluluklarımızı da yeterince yerine getiremiyoruz.
Dünya da benzer durumda. Hoş, gündeme taşımanın işlevi nedir? Kitlesel depresyon dünyada olup bitenlere tepkiyi bir avuç aktiviste delege ediyor; onlar da günümüzün bir tür rahipleri bence.
Hani topluluklar, bir tür işbölümü yaparlar; aktivistlere de düşen bunlar olmuş.
Trajik olan politikanın hayatımızı bu denli etkilerken politikaya karşı kitlesel kayıtsızlık. Bu durum için bir tür "öğrenilmiş çaresizlik" denebilir.
Geleneksel politika statükolaştıkça, özellikle gençler, prekarya, göçmenler için birer gösteriye dönüşüyor; ne dili ne ilişki biçimi kavrayıcı, içerici. Bu, bir anlamda toplumsal yapının da izdüşümü.
Günümüz temsili demokrasiler, içerimci değiller; o nedenle de sözünü ettiğimiz kitlelerin kendilerini var edebilecekleri olanaklardan ya da araçlardan yoksunlar.
Dünya kamuoyu, alaka gösteriyor elbette. Ama içerdeği ucube, 19. yüzyılın fikirleriyle 21. yüzyılın silahlarını kullananlar, "dışarı"nın her ilgisini "dış mihrak" retoriğiyle kötücülleştirip şeytanlaştırıyor.
Uluslararası kurumların da işlevsizleştiklerini görüyoruz uzun zamandır. Birinci ve İkinci Körfez Savaşı, Afganistan işgalleri, Bosna Hersek, Ruanda, Suriye, Çin, IŞİD ve daha pek çok konuda işlemeyen bir yapılanma söz konusu. Ülkelerse kendi "ulusal çıkarları" ekseninde hareket ediyor. Uluslararası sermayenin ise para geldiği sürece hiçbir şeyi dert ettiği yok.
O nedenle yeni bir anlatıya ihtiyaç var. Diyalektik işliyor; DiEM25, İlerici Enternasyonal'in (PI) avangard anlatılarını toplumsallaştırdıkları ama henüz kitleselleştirmedikleri söylenebilir.
Bakın IŞİD bile çağcıl iletişim araçlarını kullanarak geniş kitlelere ulaşabiliyorken progressvie hareketilerin murad ettikleri ölçüde ulaşamamalarının üzerine düşünülmeye değer bir olgu olduğu kanaatindeyim.
Türkiye'de neler değişti?
Türkiye bu sekiz yılda nasıl değişti? Erdoğan iktidarda, hükümetin üniversitelere ve medyaya müdahalesi, muhaliflere yönelik baskıları sürüyor; Türkiye toplumunda Gezi kaynaklı derin ve köklü değişiklikler nelerdir?
Bunları, dilerseniz maddeler halinde belirtmek istiyorum; bir anlamda özetlemek imkanı da vermiş olur bize:
- En önemlisi korku eşiği kırıldı. 2019'daki yerel seçimlerde "yenilmez, seçimle bırakmazlar" gibi çok yaygın kanaatler gitti. Bu, bir anlamda cinin şişeden çıkması olarak da yorumlanabilir.
- Cin şişeden çıktı.
- Erdoğan rejimi, ittifaklarını kaybetti. Aşırı milliyetçi ortağının güdümünde saldırgan, yayılmacı, gittikçe rengi koyulaşan otoriterlik dışında ne politika ne de söylem üretebilir durumda.
- Güçlü metaforlara neden olan 16 Ağustos 2021'de Batı Karadeniz'de gerçekleşen sel olayı, örgütlü hırsızlık mekanimazsına dönüşen Erdoğan rejiminin milliyetçi-mukaddesatçı anlayışının makyajını akıttı.
- Ekonomik anlamda yüksek enflasyon, tabanı denebilecek kesimin artık ayakta kalamayacak duruma gelmesi, türkçedeki o eşsiz deyimle "bıçak kemiğe dayandı" ile ifade edilmekte.
- İslamcı söylemlerin işe yaramadığı, sekükerliğin ya da devletin kurumsal anlamda seküler olmasının inananlar için de en güçlü sigorta olduğu geniş bir toplumsal konsensusla kabul edilmekte.
- Erdoğan'ın Çamlıca'ya yaptırdığı 400 yıl önceki tarzın replikası kitsch camii, Anadolu yakasında Türkiye'de her biri güçlü birer holding (inşaat, eğitim, yayın, hizmet vb.) olan cemaatleri kendi tarikatında (devlet/çilik) birleştime girişimi, sekülerlerden sonra sıranın İslami cemaatlere gediğine işaret ve artık Leviathan çevrede yiyecek, öldürecek, sindirecek bir şey bırakmadığından birbirlerine sardıklarına işaret diye yorumlanmakta seküler çevrelerce.
- Muhalefet bloğu, HDP'nin diplomatik yollarla sürdürdüğü desteğiyle daha da güçlendi. Anayasa değişikliği süreciyle birlikte başlayan yan yana gelişler, son yerel seçimlerde güçlü bir kazanım sağladı. Önümüzdeki parlamento ve başkanlık seçimlerinde Erdoğan'ın şimdiden gideceği ileri sürülüyor. Kendi kemik seçmenleri arasında bile popülaritesi gittikçe azalıyor, kan kaybediyor. Devletin büyük mekanizması, kişisel firması gibi emrinde çalışıyor.
- Sorun, Erdoğan sonrası karşılaşacağımız enkaz. Şimdiden restorasyon hükümetinden söz ediliyor. Bunun için anayasanın değişmesi, yeni bir anayasanın yapılması, Demokratik Cumhuriyet'in tartışılmaya başlandığı bir süreçteyiz.
- Erdoğan rejiminin, Türkiye Cumhuriyeti'ni, 100. yılına yaklaştığımız -2023'te 100. yılı kutlanacak- bugünlerde kurumsal anlamda büyük ölçüde yıktığı ileri sürülmekte. İktidar kesimi artık Türkiye'nin geride kaldığını Yeni Türkiye'de yaşadığımızı ileri sürmekte.
Büyü bozuldu
- Erdoğan, devleti yeni anayasa değişikliğiyle yeniden kurdu: parlamenter rejim yerine başkanlık rejimine geçildi. Rejim değişikliği, kamuoyunda yeterince tartışılmadan toplumsal kutuplaşma derinleştirilerek gerçekleştirildi. Erdoğan, rejim değişikliği için "darbe girşimi kalkışması"nı bir tür can simidi olarak gördü ihtiyaç duyduğu hukuksal değişiklikleri gerçekleştirdi. Bu nedenle darbe için "Allah'ın bir lütfu." ifadesini kullandı.
- 15 Temmuz 2016 akşamı gerçekleşen darbenin karanlık noktaları yeterince aydınlatılmadı. Çünkü MİT ve Genelkurmay Başkanı, Genelkurmay Başkanlığında saatlerce birlikteydiler ve o gün akşam 21:00'de darbe oldu. Toplumun geniş kesimince "gülünesi" bulundu; o nedenle "tiyatro" diyen de "darbe gösterisi" diyen de oldu. Ana muhalefet lideri, Hükümet tarafından manipüle edilen "kontrollü darbe" diye yorumladı. Resmi makamlarca "darbe kalkışması girişimi" şeklinde ifade edildi. Erdoğan, darbeyi MİT Başkanı'ndan ya da bürokrasi ve Hükümet içinde resmi bir kişiden değil eniştesinden aldığı telefonla akşam 21:00 sularında öğrendiğini ifade etti; bir başka beyanındaysa öğleden sonra 16:00 sularında öğrendiğini söyledi. Bu konuda çelişkili ifadeleri, darbeye dair soru işaretlerini artırdı. Mecliste darbe araştırma komisyonu kuruldu ama otonom biçimde çalışamadı. Süreçte etkin biçimde yer alan iki kişi (Genelkurmay Başkanı ile MİT Başkanı) araştırma komisyonu tarafından dinlenmedi; konuya dair 'tanıklıkları'nı yazılı olarak komisyona sundular; darbeye dair "karakutu" olmaya devam ediyorlar. Darbeye kalkışan bir ordunun başındaki kişinin şu anda savunma bakanı, o dönem MİT başkanı olan kişi ise hala görevinde. Ve bu iki kişinin adları, şu anki içişleri bakanı ile birlikte Erdoğan'ın yerine geçecek üç isim arasında sıkça gündeme geliyor.
- Hükümete karşı darbe girişimi oluyor; bizzat Hükümet tarafından usulünce araştırılması engelleniyor. En yalın ifadeyle "hayatın olağan akışına aykırı" boyutları var. Bu nedenle "darbe kalkışması girşimi"ne dair tartışmalar, kamuoyu nezdinde tüketici biçimde tamamlanmadı.
- Büyü bozuldu. Arkaik, kopya bir İhvan İslamcılığıyla bir tür megalamoni psikozunun ülkeyi sürüklediği durum ortada. Bir ilke olarak kişileri, kurumların önüne geçirmemeyi öğrenenerek çıkmayı umud ediyorum.
- Müslümanlar, söz konusu süreçte liberalize oldular. Kapitalizmin tüketim olanaklarıyla tanıştılar. Sınıflarını değiştirdiler. Seküler dünyanın her anlamda replikalarını ürettiler. "Kopya aslına hizmet eder." ilkesi burada da işliyor; neticede dayanakları olabilecek bir fikri altyapıları yok, ideolojileri de! Göçmen ve mültecilerle 90 milyon olan ve dünyaya açık bir toplumu sopa ile yönetemezsiniz.
Gezi süresince her gün mesai saatlerinden kalan bütün zamanını Gezi'de geçiren biri olarak "son sözler" niyetine adına "Gezi Ruhu"nu dillendirmeye çalışarak şunu söylemek istiyorum. Ti'ye alıyor gençler... Bu rejimi de söylemini de aktörlerini de.
Gülünçleştikçe korkutuculuğunu kaybediyor... Uygarlık anakarasının yaşamı, güvenliği, meataforları damağında olan bir topluma kendi otoriter fantazyanın tektipçi ideolojik gömleğini giydiremezsiniz.
Bu bilincin, artık, kitleselleştiği söylenebilir. Sekülerleriyle, Müslümanlarıyla birlikte... Gezi, işte, tarihsel kökleri olmakla birlikte bu kırılmanın momenti...
(PT)