Bizim okurlarımız, ya gerçekten, çoktan AB'li olmuşlar ve yazıp çizdiklerimi umursamıyorlar, ya da AB o kadar umurlarında değil ki, yazdıklarımın hepsini kulak ardı ediyorlar.
Ama ben, AB ile ilgili yazmayı daha bir süre sürdüreceğim...
Bu konuda daha somut gözlemler aktarabilmek ve muhabbeti yerinde gözlemlerle koyulaştırabilmek için, Fransa'nın her yanını dolaşmaya başladım. Sürdüreceğim bu gezilerimi.
Nice şehrinin, hafta sonu yapılan "Arap Pazarı"ndaki görüntüleri size yazarak anlatabilmem olanaksız, onun için bir ara oraya yeniden gidip, bol bol fotoğraf çekeceğim... Böylece AB'nin kurucu ülkelerinden Fransa'nın göz bebeği, turizm merkezinden görecekleriniz size, artık "kokoreç" meselesinden korkmamanızı sağlayacak. AB kokoreç falan yasaklayamaz, bunu bilin rahat edin... Bu pazar yerindeki görüntüler, bugün Arap ülkelerinde halâ var mıdır, bilmiyorum!
AB ile ilgili tartışmaları bir başka açıdan yenilemek amacıyla yazmaya başladığım bu yazılara kalkışınca, Avrupa'nın başkenti Strasbourg'u izlememek olanaksızdı. Gittim...
Şanghay (Çin Halk Cumhuriyeti) şehrinden sonra en çok bisikleti bir arada gördüğüm ikinci şehir Strasbourg.
Aslında bir Alman şehri gibi. İnsanları daha çok Almanlara benziyorlar. Şehrin ünlü Kléber Meydanı'nda gördüğüm gençlerin, hemen hemen tümü Kuzey Afrika göçmeni Fransızlar.
Hitler'in, bu alanda "Almanya'ya dönüşünüz kutlu olsun Alsaslar!..." dediğini duyar gibi oldum... Fransa'nın en sağcı şehri olarak bilinen Strasbourg'da aklıma takılan soru: "50 yıl sonra Alsas Strasbourg hangi ülkenin sınırlarında olacak?"
Daha çok Alman'a benzeyen, Alsas ahalisi ile konuştuğumda, hemen hemen hepsi Kuzey Afrikalı vatandaşlarından yakındılar... Eeee, "etme bulma dünyası" dedikleri bu herhalde.
Bugün, Alsaslar arasında, Türkiye'nin AB'ye girmesi konusunda bir oylama yapılırsa, çıkacak yanıt "hayır"dır. Ama gelin görün ki, bölgenin inşaat sektörünü elinde tutanlar Türk iş adamları...
Sorunlar tartışılmalı
Strasbourg'tan, Kuzey Batıdaki sanayii ve ticaret merkezi Lille şehrine geçtim.
Yol yordam öğrenmek için tren istasyonunun oralardaki Türk-Kürt dönerciye başvurdum.
Lille ahalisinin de sıkıntısının Kuzey Afrikalı vatandaşlar olduğu çıktı ortaya.
Daha çok Anglo-Sakson alışkanlıkları olan Lille'liler İngilizleri andırıyorlar.
Nice'e geri döndüm. Hafta sonlarında daha çok orta yaşlıların gittiği, 35-60 yaş grubunun dans edip eğlendiği bir diskoteğe götürüldüm.
Türkiye'den, devrimci söylemlerle kaçıp gelmiş Kürt dönerci, inşaat işçisi, pek çoğu oturma izni bile olmayan insanlarımız, en çağdaş giysilerle, son moda dansları ediyorlar ve Fransız kadınlarının gönüllerini çalmayı da beceriyorlardı.. Kınıyorum sanılmasın, tam tersi bizim Avrupalı olmaktaki yeteneğimizin altını çiziyorum. İsteseler de istemeseler de...
Bir zamanlar, üst düzey Fransız kadınlarının neden Kürt meselesine, hem de yerinde ziyaretlerle sahip çıktıklarını anlamamak elde değildi, bu diskotekteki görüntü ve ilişkilere tanık olunca...
Ne yalan söyleyeyim, hoşuma da gitti, bizimkilerin, ne denli bizi ret de etseler "seçilir" olmaları..
"Bizimkiler" diyorum, çünkü, üzerlerinde hiç bir baskı olmadığı halde ve Kürt kimliklerini her fırsatta avaz avaza dile getirmelerine karşın, aralarında bile ya Türkçe ya da çat pat Fransızca konuşuyorlardı. Zaman zaman kendisini İtalyan diye tanıtanlar da yok değil...
Türkiye'deki hükümetin, AKP iktidarının, AB'den başka çıkar yolu olmadığının altını çizmiştim. Onlar, bazı açmazlarının AB tarafından açılmasını istiyorlar, bunu umuyorlar.
Örneğin, türban sorunu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde çözülür diye düşünüyorlar. Askerlerin, üzerlerindeki artan baskısından da AB ile kurtulacaklarını düşünüp, şimdilik suskun davranıyorlar. Pek çok meseleyi de bu nedenle de zamana susarak yayıyorlar.
Oysa, tüm iç sorunlar için, ille AB'ye girip, baston kullanmaktansa, güçlü bir hükümet olarak konuları kamuoyunda tartışmak ve kamunun sesine göre hareket etmek doğru değil midir?
Hükümet, her şeye rağmen pek çok konuda "korkak" davranıyor. Oysa ardına yüzde 38'lik bir güç almışken, Türkiye'nin geleceğini ipotek altına almadan, sorunların tartışılmasına olanak sağlamak daha doğru ve onurlu bir yöntemdir gibime geliyor.
Türkiye'de askerler, bankaları, sanayileri ve elde ettikleri ayrıcalıkları ile bir sınıf oluşturuyorlar, üstelik de elinde yasal silah olan tek sınıf. Hükümet de onları böyle algılayıp konuları tartışmaya açabilir.
Sorunlarımıza korkusuz yaklaşıp tartışabilirsek eğer, yarın AB için yeni normları koyabilecek düzeye varmamamız için bir neden yok..
Eninde sonunda AB'ye gireceğiz girmesine, ama sormamız gereken sorular var:
* AB'ye hangi konumda gireceğiz? Bizim onurumuz ve vardığımız / varacağımız nokta ile sunulacak konum örtüşüyor mu?
* AB ne kadar dayanır? (CA/NM)