Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölümünden Öğr. Gör. Aslı Takanay'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Başkanı ve Üyeleri,
Öyle ironik ki, aslında tam da suçsuzluğumu kanıtlayan “iddianame” başlıklı bir metin nedeniyle şu an buradayım ve yargılanıyorum.
Bugüne dek yüzlerce imzacıya aynı metin sadece başındaki kişi adları değiştirilerek gönderildiğine ve gönderilmeye de devam ettiğine göre, “suçsuzluğumuzu kanıtlayan” dememin de sakıncası olmayacaktır sanırım.
Evet, “iddianame” başlıklı bu metin aslında suçsuzluğumuzu kanıtlıyor, çünkü isnat ettiği suça dair hiçbir kanıt ortaya koyamıyor, çünkü ortada bir suç, dolayısıyla da suça dair sunulabilecek kanıt yok. Ama belli ki ve illa ki bir “suçlu gösterme” mecburiyeti oluşmuş.
Zira tarafıma tebliğ edilen bu metin, olmayan suçun olmayan kanıtlarının yarattığı sıkışma içinde, sırtını çarpıtmalara, tutarsızlıklara, mesnetsiz iddialara ve hakaretamiz ithamlara yaslamaktan başka çare bulamamış gibi görünüyor.
Söz konusu iddialar ve ithamlar bugüne dek gerek beyanda bulunan imzacılar, gerekse avukatlarımız tarafından defalarca ve somut olarak çürütüldüğü için, onların itirazlarına katıldığımı ve bu itirazları yinelediğimi ve tüm suçlamaları reddettiğimi belirtmekle yetinip, bildiriyi neden imzaladığıma kısaca değineceğim.
Ancak, defalarca altı çizilen maddi hatalara oranla küçük bir hata olsa da, sırf “iddianame” başlıklı metnin ne kadar özensiz ve ezbere bir anlayışla düzenlendiğini bir kez daha gösterdiği için şunu düzeltmeden edemeyeceğim:
Bana tebliğ edilen metinde, 11 Ocak 2016 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde “görevli” olduğumu yazmış Savcılık makamı, oysa ben o tarihte “görevli” değil, doktora öğrencisiydim.
Ama tabii, metinde yer alan diğer tutarsızlıklar düşünülünce, bu türde “nispeten” minik bir yanlışla karşılaşmak maalesef şaşırtamıyor bile insanı. Yine de, bu asgari özeni beklemenin de hakkım olduğunu düşünüyorum.
İmza atma gerekçeme gelince… Bilhassa 2015 yılı sonlarına doğru basına ve sosyal medya mecralarına artarak yansıyan haberleri görürken, okurken, ulusal ve uluslararası hak örgütleri tarafından açıklanan raporları incelerken o imzayı atmamam mümkün değildi ve maalesef, elimden imza atmaktan başka bir şey de gelmiyordu, bunun ağırlığını hâlâ derinden hissediyorum.
Ve bu imza, Tül Akbal’ın 21 Haziran 2018 tarihinde, 33. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki beyanında belirttiği gibi, “[s]ıradan, vicdani, hiç politik olmayan bir imza; insan olmakla, insanların yüzlerine bakabilmekle alakalı bir imza. […] [B]izi ne suçlu ne de kahraman” yapan bir imza.
Bir annenin, çocuklarının gözleri önünde ölürken, bedeninin günlerce sokak ortasında kaldığı, başka bir annenin çocuğunun cansız bedenini buzdolabında bekletmek zorunda kaldığı, bir diğer annenin kucağında bebeğiyle vurulduğu, sokağa çıkma yasakları yüzünden torunları açlıktan ağlayan bir dedenin, yaşlı olduğu için kendisine zarar verilmeyeceğine duyduğu inançla, üstelik elinde rastgele bir sopaya bağlanmış beyaz bir mendille torunlarına ekmek aramaya giderken başından vurulup bir duvarın dibinde öldüğü bir dönemde, bu olanlara bir insan, sadece sade bir insan olarak rızam olmadığını bir biçimde gösterebilmek için tereddütsüz attım o imzayı.
O esnada "yasalar beni bu imza için korur mu" filan diye de düşünmedim, aklımın ucundan dahi geçmedi böyle bir şey, o an öyle bir an değildi çünkü; çocuklar, kadınlar, dedeler ölüyordu. Ama elbette o imza, daha geniş zamanlarda benim açımdan şunun da ifadesidir:
Anayasada belirtildiği gibi, “tüm vatandaşların her bakımdan ayrımsız […] yaşama hakkı olduğunu” ve devletin öncelikle, tüm vatandaşlarının can güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğunu hatırlatma, toplumsal barışın tesis edilmesi, hak ihlallerinin sona ermesi ve kendimi bildim bileli bu ülkenin en yakıcı meselesi olmuş bir konunun siyaset yoluyla çözülmesi için adım atılması umudu ve talebi.
İlaveten şunu da belirtmek isterim: Dediğim gibi, o imzayı atarken "yasalar beni bu imza için korur mu" diye bir an olsun düşünmedim, ama haklarından bihaber bir insan da değilim elbette.
Bu imzanın, Anayasa ve Türkiye’nin tarafı olduğu çeşitli uluslararası anlaşmalarca, şahsıma ve bütün vatandaşlara tanıdığı fikir beyan etme hakkı kapsamında olduğunu biliyorum; nihayetinde ben de, basına ve çeşitli ulusal ve uluslararası raporlara yansıyan hak ihlallerine karşı fikir beyan etme hakkımı kullandım basitçe.
Ancak bugün, burada, bu insani ve vicdani fiili, çeşitli yasalar, içtihatlar, maddeler ile açıklamak, gerekçelendirmek durumunda bırakılışımın, en hafif, en basit tabiriyle ayıp olduğunu düşünüyorum. Bu ayıbın utancı da ne bana ne de yargılanan diğer imzacılara ait.
Sayın Mahkeme Başkanı ve Üyeleri,
Birazdan, ifademi bitirir bitirmez Savcılık makamının okuyacağı bir mütalaa var ve ben bu mütalaayı şu ana dek birkaç defa dinledim, ne denileceğini biliyorum, benim burada söylediğim hiçbir şeyin dinlenmeden bu mütalaanın hazırlandığını da biliyorum.
Örneğin, “yapılan soruşturma ve kovuşturma sonucu” diyecek Savcılık makamı birazdan, oysa böyle bir soruşturma ve kovuşturma süreci yürütülmedi. Mesela, “iddianame” başlıklı metinde bir numaralı delil olarak, adını ilk kez bu dava vesilesiyle duyduğum Bese Hozat tarafından yapılmış bir açıklamadan bahsediliyor.
Ve bu bahis, tam 1128 akademisyenin Bese Hozat’ın bu açıklamasında yer alan bir talimat nedeniyle imzacı olduğu gibi, akla yatkın olmayan bir iddiaya kadar varıyor. Ancak, böyle ciddi bir suçlamaya konu olmasına rağmen söz konusu açıklama metni delil olarak dosyalarımıza girmiyor. Dahası, avukatlarımızın bu yöndeki araştırma ve inceleme talepleri de reddediliyor.
Oysa Savcılık makamının birazdan bahsedeceği “soruşturma ve kovuşturma” süreci içinde, sanırım yapılması gereken şeylerden biri tam da buydu. Ancak ne Savcılık makamı, ne de Barış İçin Akademisyenler davalarına bakan mahkemelerden herhangi biri bunu yaptı.
Bu noktada, bahsi geçen açıklamanın alıntılandığı bir haber metnini araştırarak bulan ve inceleyen Cem Özatalay’ın, 34. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, 26 Haziran 2018 tarihli beyanındaki değerlendirmeye, herhangi bir şeyi değiştireceği düşüncesiyle değil, sırf bu araştırma sürecindeki emeğine duyduğum saygı nedeniyle kısaca yer vermek istiyorum.
Şöyle diyor Özatalay:
“Doğrusu bu haberi okuduktan sonra Bese Hozat’ın bu açıklamasının dosyamıza neden konmadığını daha iyi anladım. Çünkü Hozat savaş, ayaklanma çağrısı yapmış, bizler barış ve temel hak ve hürriyetlere saygı çağrısı yapmışız.
“Hozat AKP binalarını yakıp yıkma çağrısı yapmış, biz Hükümete Anayasaca tanınmış olan temel hak ve hürriyetlerin çiğnenmeme, dahası çözüm sürecine geri dönme çağrısı yapmışız.
“Hozat, AKP hükümetini gayrimeşru ilan etmiş, biz meşru görmüşüz ki hükümeti harekete geçmeye çağırmışız.
“Hozat, şiddete şiddetle yanıt vermeye çağrı yaparken, biz şiddeti durdurmaya, diyalog ve çatışmasızlık ortamını oluşturmaya çağrı yapmışız.
“Çok açık ki, Bese Hozat’ın açıklamasıyla, bizlerin altına imzamızı attığımız 'Bu Suça Ortak Olmayacağız' başlıklı metin içerikleri itibariyle 180 derece zıttır. Biri siyahsa diğeri beyazdır. Hiçbir biçimde ilişkilendirilmeleri mümkün değildir.”
Yukarıda alıntıladığım, bir araştırma ve inceleme süreci sonucunda yapılan değerlendirmeyle ilgili acı olan şey şu sanırım: bu araştırma ve incelemenin, yargılanmakta olan bir imzacı tarafından değil, iddianameyi hazırlayan Savcılık makamı ya da Barış İçin Akademisyenler davalarını yürüten mahkemeler tarafından yapılması gerekirdi.
Ama daha da acısı, bu somut bulgu ve değerlendirmenin dava seyrini hiçbir şekilde etkilememesi, iddia makamının bir numaralı delili çürütülmüş olsa da, bu sanki hiç olmamış gibi davaların sürüp gitmesi.
Açıkçası mahkemelerin, adalete ve hukuka olan inancımızı bu derece zedelemeye hakkı olmadığını düşünüyor, adil yargılama sürecinin gereklerinin yapılmaya başlanacağı yönündeki umudumu korumaya çabalıyorum.
İmzayı attığım âna ve o ânın duygusuna dönerek tamamlayacağım ifademi. Gülten Akın “Savaşı Beklerken” başlıklı şiirinde şöyle der:
“Nergisten sorumlu değilmişim, bunu öğrendim.
Kar umarsız yağabilir, ayaz çıkabilir,
Uzun sürebilir, kötü şeyler olabilir,
Nergis uyanmayabilir.
Ne ışgını ne dalı sor ne de tomurcuğu,
Aklım kırık, şaşırdı eski beklentilerim.
Kimyasal korkular, kanlı gecelikler, dalgalı sirenler.
Çocukları koyver, nereye gitseler ne yapsalar
Nasılsa füzeler bombalar onları buluyor.
Nergisten ben sorumluydum, ışgından ve çocuklardan.
Yanlış mı belledim, insan sorumluluktur.”
Sayın Mahkeme Başkanı ve Üyeleri,
Yanlış bellemediğimi biliyorum, insan sorumluluktur. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye böyle bir duyguyla imza verdim. Onca ölümün ardından sorumluluğumu tam olarak yerine getirebildiğimi de düşünmüyorum.
Yine de, toplumsal barış talebim, sadece bu ülkedeki değil, dünyadaki tüm insanların, tüm canlıların eşit, adil, savaşsız, sömürüsüz, şiddetten uzak, şen şakrak bir hayat sürmesi talebim, bakidir.
Hiçbir nedenle bu talebimden vazgeçecek değilim. Böylesi bir talepte bulunmak için, herhangi birinden talimat almaya da hiç ihtiyacım yok.
Hakkımdaki suçlamaların hepsini reddediyor ve derhal beraatimi talep ediyorum. (AT/TP)