Reklamda seçkinler, "vergi ödemekten kaçınan, suşi yiyen, Volvo otomobil kullanan, New York Times okuyan, body-piercing yaptıran, solcu ve tuhaf" insanlar güruhu olarak gösteriliyordu. Bu güruhun Iowa'nın basit insanlarına söyleyecek bir şeyleri olamazdı.
Reklam Washington merkezli bir kuruluş olan Club of Growth tarafından finanse edilmişti. Amacı iş dünyasının zenginleri ile iş dünyası yanlısı politikacılar arasında ilişki kurmak olan bu kuruluşu oluşturan insanlar, kamu sektörüne karşı olan iktisatçılar, tanınmış zenginler, müteveffa Yeni Ekonomi'nin büyük düşünürleriydi.
Bu meşhur dahiler son on yılı, düşürülen vergileri ve ekonomiyi düzenleyen yasaların kaldırılmasını, İsa'nın yeryüzüne ikinci gelişi olarak tanıtmakla geçirmişlerdi.
Bir başka deyişle bu insanlar devamlı yükselen borsada İsa'yı görmüş, yeni zenginleri göklere çıkartmış, iktisatçı olanları, özelleştirme ve düzenleyici yasaların ortadan kaldırılmasının tarihi bir gerek olduğu üstünde ısrarla durarak geçimlerini sağlamışlardı. Şimdi bu insanlar "seçkinleri" yeren televizyon reklamları gösteriyorlar.
İşte 2004 yılındaki ABD muamması bu. Son 30 yılda politikanın sağa kayması sayesinde, zenginlik 1920'lerde olduğundan çok daha az kişinin elinde toplanmış durumda, işçilerin çalışma koşullarını kontrol etme gücü, ömrümüz boyunca gördüğümüz en alt düzeye indi, şirketler dünyamızdaki en güçlü oyuncular.
Ancak bugün bile hâlâ güçlü olan bu sağa kayış, kendini seçkinlere karşı savaş açmakla pazarlıyor. Küçük insanların iğrenç üst sınıflara karşı haklı başkaldırısıyla.
En tepede Başkan George Bush var. Eski Teksaslı petrolcü, Yale mezunu, eski bir başkanın oğlu ve bir senatörün torunu. Üst sınıf Amerika'nın oğullarına sağlayabileceği bütün avantajlardan yararlanmış biri.
Ama bu adam sırf Doğudaki tuzu kurular onu ve Teksaslı arkadaşlarını küçük görüyorlar diye, halktan yana olduğunu ilan edebiliyor. Bush'un Doğu kıyısındaki züppelere olan nefreti objektif olarak budalaca bir şey ama o gerçekten öyle hissediyor.
Adamın basit insanlara hitap etme, onlardan biriymiş gibi davranma yeteneği su götürmez. Ve o insanlar da Bush'u gerçekten seviyorlar. Her şey Bush'un Kasım seçimlerinde beyaz işçilerin büyük çoğunluğunun oyunu alacağını gösteriyor. (Siyahi Amerikalıların yüzde 90'ı 2000 seçimlerinde Demokratlara oy vermişlerdi.)
1920'lerde Cumhuriyetçiler şirketlerin partisi olarak görülüyorlardı. Ama aradaki zamanı kendi popülist yaklaşımlarını cilalayarak geçirdiler. Entelektüelizme karşı olma, kaşarlanmış bir Allah söylemi ve orta Amerika'nın bütün mütevazılığını, vasatlığını çağrıştıran duygusal yaklaşımlardan oluşan bir karışım.
Richard Nixon bu karışımın gücünü anlayan ilk Cumhuriyetçi başkandı. Ondan sonra başarılı olan her Cumhuriyetçi başkan bu çizgide yürüdü. Bush, iş çevrelerinin çıkarlarını kollarken, halkın diliyle konuşan başkanların sadece sonuncusu.
Sağcı popülizmin iki genel biçimde görülüyor. 1990larda daha çok kökleri Wall Street'in halkla ilişkilerine dayanan piyasa popülizmini gördük. Burada ana fikir, demokrasinin temelini piyasaların oluşturduğu.
Hisse senedi alırken veya tıraş kremleri arasında marka tercihi yaparken veya bu film yerine şu filme giderken bile hepimiz piyasalara katıldığımıza göre, piyasalar halkın sesini temsil ediyorlar.
Piyasalar bize istediklerimizi sağlıyor, küçük insanı güçlü kılıyor. Ve piyasalar kendilerine özgü şekilde davranan insanlardan oluştuğuna göre, piyasaları düzenlemeye veya ona müdahale etmeye yönelik her girişim, kendini beğenmişlikten başka bir şey değil.
Birkaç yıl önce olduğu gibi, iyi dönemlerde bu yaklaşım halktan insanları şirketlerle özdeşmiş gibi gösterdi. 1990'larda televizyon izleyicileri sürekli olarak borsaları büyük değişimlerin gerçekleştirildiği yerler olarak tanıtan, yaşlı kadınların birbirlerine yatırım tüyoları verdikleri; çocukların gerçek kişiliklerini markalarla buldukları; yatırımlarla zenginleşen halktan insanların sürdüğü lüks hayatı gösteren mini diziler seyrettiler. Enron bile oyuna katıldı ve elektrik sektöründe denetimlerin kaldırılması için yürüttüğü kampanyayı, 1960'lardaki Sivil Haklar mücadelesine benzetti.
Ancak piyasa popülizmi zor zamanlarda işe yaramadığı için yavaş yavaş kenara çekiliyor. Onun yerine, solcuların orta Amerika'daki iyi insanların başına musallat ettiği, kültürel kötülükler sahneye çıkarılıyor. Onlar kürtajı yasallaştırdılar, devlet okullarında dua etmeyi kaldırdılar ve şimdi de eşcinsel evlilikleri onaylamaya kalkıyorlar. Liberal seçkinler, halktan insanların düşmanı. Onların en belirgin özelliği kibirleri, her şeyi herkesten daha iyi bildiklerini düşünmeleri.
Radyoda ve Fox Haberlerinde hep var olan bu popülizm, tüketici kültürünün sembolizmine kafayı takmış durumda. Güçlülere doğrudan haddini bildirmek yerine, güçlülerin sevdiklerine inanılan hoş veya züppece şeyleri aşağılıyor. Özel tür kahveler, lüks lokantalar, iyi üniversitelerde görülen eğitim, Avrupa tatilleri ve daima, ama daima ithal arabalar.
Bu hanım evlatlarının züppe zevklerine karşılık gerçek Amerikalılar, kol gücüyle çalışanlar, büyük porsiyonlarla kırmızı et yiyor, ucuz bira içiyor, çiftçilikten anlıyor ve yerli otomobil kullanıyorlar. (Kasım 2000'de Demokratlar orta Amerika'da kaybettiler ama California, New York ve Massachusetts gibi kozmopolit yerlerde kazandılar.)
Neden tüketim mallarına odaklanıyorlar? Çünkü seçkinlerle özdeşleşen mallar, aynı zamanda yüksek eğitim ve liberal bir seçmen kitlesiyle özdeş. Böylece Liberaller züppe oluyor ve o muhteşem çoğunluklarıyla halktan insanlar Cumhuriyetçi oluyorlar.
İşte Amerika'daki ortalama insanda yaygın olan bu seçkinleri küçümseme nedeniyle; basit bir dil kullanan ve Doğu kıyısının kurbanı olarak görülen, George Bush veya babası, veya Ronald Reagan veya Richard Nixon başkan seçilebiliyor. Hepsi de bir kere seçildikten sonra uyguladıkları politikalarla seçkinlere her türlü ödülü yağdırıyorlar.
Peki liberaller buna neden karşı çıkmıyorlar? Nedenlerden biri bu tepkisel popülizmi ciddiye almamaları. Tepki verme zahmetine katlanmıyorlar.
Liberallerin daha küçük bir bölümü ise tepkisel popülizmi kamufle edilmiş ve ABD'de salgın halini almaya başlayan ırkçılık olarak görüyor. Ama bu orta Amerika'nın gerçek düşüncesi, bunun araştırılması gerek.
Bu patolojinin muhteşem bir örneğine Şikago'da solcuların yaptığı bir toplantıda şahit oldum. Toplantıda medyaya karşı yapılan doğru eleştirileri dinledikten sonra kalkıp bilincinde olmasalar bile, Orta-batıdaki insanların da aynı şeyleri düşündüklerini ama "liberalizmi" şirketlerin ve ekonomideki güçlülerin hareketi sandıklarını anlattım.
Konuşmacıya, bu insanlara ulaşmak için çaba gösterilmesi ve onların sınıfsal nefretlerinin doğru yöne çevrilmesi gerektiğini söyledim. Dinleyicilerden biri hemen kızgınlıkla karşı çıktı ve Ku Klux Klan'a ulaşmak için hiçbir çabaları olmadığını söyledi.
Klişeleştirilmiş liberal tipinde bir zerre gerçeklik payı var. Eğer bir hayvan hakları örgütü toplantısına veya seçkin bir üniversite kampusuna gidecek olursanız; bazı sol etkinliklerin gerçekten de eğitimli üst-orta sınıf mensupları için rezerve edilmiş olduğunu görürsünüz.
Bu insanlar politikayı bir hareket oluşturma çabası olarak değil, kişisel terapileri için bir araç olarak görürler. Taktıkları iğneler ve sticker'lar ne kadar iyi insanlar olduklarını, olanlara aldırdıklarını dünyaya ilan eder. Sol dergilerde yer alan geçenki protestonun fotoğrafları, sosyete dergilerindeki yardım balosu fotoğrafları gibidir. Hatta Activist marka bir kolonya bile var.
Bir de solculuğun asalet gibi mirasla geçen bir onur olduğuna inanan bir tür vardır. Size, başkalarını harekete katmaya çabalamanın bir anlamı olmadığını söylerler. Hele orta-batı gibi yerlerde. Ancak öyle doğabilirsiniz, sonradan öyle olamazsınız.
Bu eğilimleri taşıyan solcular, Amerikan solunun felaket ölçülerine varan bir şekilde inişe geçmesine aldırmazlar. Sol onlar için fakirlere sempati duymak demektir, fakirlerin kendileri değil. Solda ne kadar az insan varsa, sol onlar için o kadar çekicidir.
Aynı şekilde Avrupalıların çoğu da, Amerika'da siyasetin başka yerlerde olduğu gibi işlediğini, mantığın somut gerçeklerin önemli olduğunu varsayarak, Amerikan tutuculuğunu yanlış değerlendirmektedir.
Bunun en şahane örneği Irak savaşı öncesi BM'de yapılan bir görüşme sırasında Fransa dışişleri bakanı Dominique de Villepin tarafından verildi. Zeki, başarılı, birçok dil bilen ve iyi giyimli bakan, mantıklı bir şekilde Amerikalıların argümanlarını çürüttü, hatta BM temsilcilerinden alkış da aldı.
ABD Dışişleri Bakanı sosyal olarak ondan üstün olan Fransız bakanın aşağılamalarına sabırla dayandı. Ancak zeki bakanın tamamen gözden kaçırdığı bir şey vardı. Argümanlarının çürütülmesi ABD'li muhafazakarların umurunda değildi.
ABD militan sembolizmin, imajların ülkesidir. Bush'un istediği BM'de kazanmak değil, kendi ülkesinde savaşa destek sağlamaktı. Fransız bakanın tavrıyla Bush istediğinden fazlasını elde etti.
Amerikalılar bu fazla tahsilli, kılı kırk yaran, taraf tutan, şiir yazan Fransız bakan tarafından azarlanmışlardı. (Amerikan medyası de Villepin'in şiirlerine bol bol yer verdi.) Ve tekmelenecek bir Fransız.
Amerikan popüler kültüründe Fransızlar daima züppe olarak karakterize edilirler: şarap içerler, peynir yerler ve naziktirler. Bu adam nefret edilen liberal seçkinlerin kanlı canlı örneği idi. Böylece de Villepin savaşı Amerikalılara Bush'tan daha iyi pazarladı.
Bu arada tepkinin gerçek kültürel gücü politik yorumcular tarafından hiç tartışılmıyor. Amerikan solu Bush'a oy vermenin seçkinlere darbe vurmak anlamına geldiğini sanan insanlara, Amerika'nın derinliklerine önyargısız olarak bakmaya karar vermedikçe, bihaberliğe doğru kaymaya devam edecektir.
Avrupa ve dünya için bu işin maliyeti daha da ağırdır. Onlar, anlamayı reddettikleri Amerika'nın savaşlarına ve dayattığı politikalara mahkum olacaklardır. (NM)
* Tom Frank'in yazısı Le Monde diplomatique Şubat 2004 nüshasında yer aldı.
*Tom Frank One Market Under God: Extreme Capitalism, Market Populism and the End of Economic Democracy (Doubleday, New York, 2000) adlı kitabın yazarıdır.