Fotoğraf: İzmir yangını/volkanabur.files.wordpress.com/
Leyla Neyzi'nin "Ben Kimim?" - Türkiye'de Sözlü Tarih, Kimlik ve Öznellik adlı çalışması İletişim Yayınları'ndan çıktı.
Sözlü tarih alanındaki çalışmalarıyla tanınan, "Birey, Bellek, Aidiyet" ve "Küçük Hanım'dan Rubu asırlık adama: Nezihe Neyzi'den oğlu Nezih Neyziye mektuplar" adlı kitapları yayımlanan Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Programı öğretim üyesi Dr. Neyzi'nin bu son çalışması daha önce çeşitli uluslar arası dergilerde yayımlanan ve Hande Özkan'ın Türkçeleştirdiği makalelerinin toplamı.
Neyzi, amacını, giriş bölümünde "Bir yandan bu tarihi olay ve/veya kimlikler yoluyla Türkiye'de ulusal kimlik üzerine yapılan tartışmalara katkıda bulunurken, bir yandan da son yıllarda kamusal alanda yakın tarihe yönelik ilginin ışığında tarih ve bellek arasındaki ilişkiyi irdeliyor," şeklinde açıklıyor.
223 sayfalık kitap; "Unutmayı hatırlamak: Türkiye'de Sabetaycılık, ulusal kimlik ve öznellik", "Travma, anlatı ve sessizlik: Yahudi bir askerin Kurtuluş savaşı günlüğü", "1922 İzmir yangınını yeniden düşünmek", Nesne ya da özne? - Türkiye'de 'gençliğin paradoksu'", "Metin-Kemal Kahraman'ın müziği: Yaşlı kuşağın belleği yoluyla Dersimli kimliğinin yeniden keşfi", "Gülümser'in öyküsü", "Ulusaşırı aileler ve parçalanmış öznellikler: Antakyalı Hıristiyan Arap bir mültecinin sözlü tarih anlatısı" ve "Kızlara fırsat yok: Bir yaşam öyküsü anlatısının düşündürdükleri" başlıklı bölümlerden oluşuyor.
Kitabın, "1922 İzmir yangınını yeniden düşünmek" bölümünden parçalar yayınlıyoruz; ama en iyisi kitabı okumak...
"1922 İzmir yangınını yeniden düşünmek"
Öyle tarihsel olaylar vardır ki, kişisel düzeyde travmatik olmalarının yanı sıra, ulusal anlatıya eklemlendiklerinde daha da büyük bir anlam yüklenirler, İzmir yangını da böyle bir tarihî olaydır. Türk ordusunun 1922 yılının Eylül ayında işgal altındaki İzmir'e girmesini takiben gerçekleşen bu olayın, Yunan ve Türk resmî tarihlerindeki anlamı çok farklıdır.
Yunan ulusal tarihinde İzmir yangını, Anadolu'daki Rum varlığının yok edilişini temsil etmektedir, İzmir yangını bu bağlamda, binlerce Rum'un ölümü ve bir buçuk milyon Rum'un Türkiye'den Yunanistan'a zorunlu göçüyle de doğrudan bağlantılıdır. (1)
Öte yandan, İzmir'in kurtuluşuyla (9 Eylül 1922) kıyaslandığında, yangının Türk ulusal anlatısında pek vurgulanmadığı görülmektedir. Hatta bazı araştırmacılar Türk kamuoyunun bu konudaki sessizliğine dikkat çekmektedirler. (2)
İzmir yangını, bu makalede, doğduğu kentin yanışına tanıklık eden bir İzmirlinin, Gülfem İren'in sözlü tarih anlatısına istinaden incelenecek, yerel ayana mensup bir ailenin üyesi olan İren'in yaşam öyküsünü anlatırken birbiriyle çelişen iki farklı anlatı arasında gidip geldiği gösterilmeye çalışılacaktır.
(...)
Atatürk'ün yakın dostlarından biri olan gazeteci Falih Rıfkı Atay da konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: "Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte ordu Komutanı Nureddin Paşa'nın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu." (11)
Ardından şunları eklemektedir Atay:
"İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelme bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan veya yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir'i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kafi gelecek miydi? (12)
(...)
Gülfem İren kendi duygu ve düşüncelerinin zaman içinde geçirdiği dönüşümün de farkındaydı. Benimle konuşurken sık sık kendi kendisiyle tartışmış ve bu süreçte anlatısındaki çelişkiler daha da belirginleşmiştir. Görüşmemiz kaçınılmaz olarak Türkiye'de ulusal kimlikle ilgili tartışmanın bir parçası haline geldi, iren benimle İzmir üzerine okuduğu kitapları da paylaştı. Zaman içinde, konuşmanın yanında yazmaya da yöneldi ve 87 yaşında anılarını yazmaya karar verdi.
Doğduğu kentle yakından ilgilenen bir kişi olarak Gülfem İren bir tanık olarak kendi rolünün önemini fark etmişti. Tarihle bellek arasındaki karmaşık ilişki de gözünden kaçmamıştı. Örneğin görüşmenin bir yerinde şunları söylemektedir:
"Acaba beni tanımayan yabancı birisi bütün bunları dinlerse hayal mahsulü mü der, hakikat mi der, bunu çok merak ediyorum." iren, ailesinin ve İzmir'in tarihiyle her zaman ilgilenmiş olduğu halde, bu konuda hiç kimseye çok fazla şey anlatmadığını aktarmaktadır: "Evde ben ilk defa bunları konuşuyorum. Eşim hoşlanmaz bu tip hikâyelerden. Eşe dosta hiç söylemem." Ve şunu eklemektedir: "Kimse bu hikâyeleri merakla benden sormadı."
(...)
İzmir yangını
İren, Eylül ayının ortasında İzmir yangını başladığında dedesinin çocukları yangını izlemeye götürdüğünü hatırlamaktadır: "Geldikten kaç gün sonraydı bilmiyorum, 'İzmir yanıyor' dediler. Büyükbabam üç küçük torununu alaraktan deniz kenarına geldik. Siyah beyaz dumanlar içinde alevler gördüm. Bir taşın üstüne çıktı büyükbabam, gözüyle takip etti. Onun mallarının olduğu yere yangın geldi. Biraz sonra taşın üzerinden indi, 'Siz sağ olun, ne yapalım. O da gitti' dedi, başımızı okşadı. Orada da yandık."
O sırada neler hissettiği sorulduğunda İren şu cevabı vermektedir:
"Hiçbir şey hissetmedim. Manisa'da tecrübesini yapmıştım çünkü. Normaldi. O kadar artık kanıksanmış ve bıçak kemiğe dayanmış ki, fazla bir heyecan yoktu. Her şeye razı durumdaydı herkes. Yangına da eyvallah dedi, ölene de öldürülene de. Acısını çektikten sonra bütün emlakimizin yandığını ve büyük bir felaket olduğunu anladım. Bir çocukluk böyle..."
İren'in anlatısı, yanan mahallede yaşamamış olsalar bile Türklerin orada mülklerinin olduğunu göstermektedir. İren'e göre, ailesi bu toprakları yer icarı adı verilen bir sistemle gayrimüslimlere kiralamıştır. Bu, literatürde az değinilen bir konudur ve yangını izleyen karmaşada Hıristiyanların terk ettiği toprakların mübadillere dağıtılmak ya da kamu yararına projelerde kullanılmak üzere kamulaştırıldığı anlaşılmaktadır.
Yangını kim çıkardı?
Sorumluluk meselesi gündeme geldiğinde Gülfem iren konuyu benimle olduğu kadar kendisiyle de tartışmaya girişmiştir: "İzmir'i kim yaktı diyorsunuz bana. Üç cevap var. İzmir'i Ermeniler yaktı, İzmir'i kaçan Rumlar yaktı, İzmir'i Türkler yaktı."
(...)
Herkül Millas'ın da gösterdiği gibi Türk edebiyatında ve ders kitaplarında İzmir yangınından neredeyse hiç bahsedilmemektedir. (34) Yangın İzmir'in kurtuluşuyla ilintilendirildiğinden, Türklerin yangınla ilgili anlatılan genellikle sevinç doludur. (35) Oysa konuşurken olayları bir kez daha yaşayan iren dehşeti ve şiddeti çok net hatırlamaktadır:
"Ben denizde onların ölülerinden gördüm. 1919'da da öyle olmuş, feslileri atmışlar, bu sefer de kasketlileri atmışlardı. Aylarla o pislikler kalkmadı İzmir Körfezi'nden. Dalgalar oradan alıyor, bu tarafa getiriyor, buradan alıyor, oraya götürüyor. Bir balıkçının ağına kocaman bir balık takılıyor, karnını yarıyorlar, bir torba mücevher çıkıyor karnından. Biz geldik, evimizdeyiz ama aylarla oradan buradan Rum topluyordu bizim askerler. Ve aşağı yukarı her akşam kapımızın önünden sürü halinde elleri iple bağlı saçlar havaya kalkmış sakallar uzamış perişan Rum erkekleri geçerdi. Onları dağa götürüp kurşuna dizerlerdi. Bizimkiler de çok öldürdü. Korkunç günlerdi."
Yangından sonra: Süreklilik ya da kopuş?
İren, biraz nostaljiye de yer vererek İzmir'in kozmopolit kültürünün yıllarca devam ettiğini anlatmaktadır:
"Tabii birdenbire her şey bitmedi. Aradan aylar seneler geçti, eski izmir bütün gelenekleriyle yaşadı. Rumu Ermenisi gittikten sonra da yaşadı, çünkü alışkanlık var. Eski halk çok kozmopolitti. Rum, Ermeni, Yahudi, Müslüman ayırmazdı. Dosttu o, komşuydu, komşuluk büyük iş. Onu uzun süre kimse unutamadı, espriler ona göre, şakalar ona göre, yarı Türkçe yarı Rumca. Sonra açıklık vardı, serbestlik. Herkes akşam üzeri bahçesine çıkar, orada içki servisleri yapılır, orada konuşulur, bazı kimse tavla oynar, kahkahalarla güller içinde, yasemin kokuları içinde, cennette yaşanırdı."
Gülfem İren şunları anımsamaktadır:
"Büyükbabamın bahçesi onbir dönüm. Bir botanik bahçesiydi. Orada istanbul'da üç beş sene evvel tanıdığımız kiwi bile vardı. Dünyanın her yerinden her türlü şeyi getirmiş dikmiş. Hatta bütün bu felaketlerden sonra bile o kadar bir alışkanlık ki, Hollanda'dan her mevsim sümbül ve lale soğanları gelirdi fişek kasaları gibi kasaların içinde. Bir gün gelir ki hepsi açmıştır. Ve o gün herkes bilir ki, Rumu, Ermenisi, Yahudisi, Müslümanı, Mehmet Şevket Bey'in evinde çiçek sergisi var. Kapı açıktır. Herkes gelir. Bütün evi gezerler ve çıkacakları zaman mevsimin meyvesi neyse, nar, portakal, mandalina, onunla yapılmış şerbet ikram edilir. Bu bir gelenek, bunları yapmazsan bir yerin eksilir."
(...) (BA)
1) Renee Hirschon, (der.), Crossing the Aegean: An Appraisal of the 1923 Compulsory Population Exchange Between Grcece and Turkey (Oxford: Berghahn, 2003).
2) Herkül Millas, "History Textbooks in Greece and Turkey," History Worfeshop, no. 4 (1991).
11) Atay, Falih Rıfkı. Çankaya (istanbul: Bateş Yayınları, 1998 [1968]).
12) Atay, a.g.e., 325.
34) Millas, a.g.e.
35) Aka Gündüz, Dikmen Yıldızı (istanbul: Toker Yayınları, 1990 [1928]).