Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Gökhan Yavuz Demir'in Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Bursa Adliyesi, 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Başkan, Sayın Heyet Üyeleri;
Huzurunuzdayım; çünkü “terör örgütü propagandası yapmak”la suçlandığım bu iddianamede ismim şüpheli olarak geçiyor.
Hayatı kitaplar arasında geçen, çalışırken de dinlenirken de durmaksızın okuyan bir okur-yazar olarak on dört sayfa uzunluğundaki bu iddianameyi okumakta inanın çok zorlandım. Anamızın sütü kadar helâl ana dilimizin bu kadar özensiz kullanıldığı ve mantığın sınırlarının hayli zorlandığı iddianamede yer verilen iddia ve suçlamalara yine de dilim döndüğünce cevap vermeyi deneyeceğim.
Ortada suç olarak tanımlanabilecek bir fiilin olmadığına dair daha hukukî, teknik ve detaylı bir izahatı avukatlarım ayrıca göstereceklerdir.
İddianamede “şüpheli” sıfatını hak etmeme yol açan fiil, kamuoyunda daha çok “Barış Bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metne imza vermiş olmamdır.
2015 yılının sonlarına doğru sosyal medyadaki hesabımın akışına düşen söz konusu metne bir elektronik posta yollayarak imza verdiğim doğrudur.
Ana fikri bu metne imza atmanın bir suç olduğunu göstermek ve benim de bu suçu işlemiş olduğumu ispatlamak olan on dört sayfalık iddianame, şaşırtıcı bir şekilde asıl konusunu unutmuşçasına, şahsım hakkında hiçbir şey söylemiyor.
O kadar ki iddia makamı 15.I.2016 tarihinde savcılıkta verdiğim ifadeden alıntı yaparken bile dosyada bulunan benim ifademi kullanmıyor. İddianamede yer alan hiçbir soru tarafıma sorulmadığı için iddia edildiği gibi “Tarafıma sorulan diğer sorular ise Anayasanın 25/2 maddesinde düzenlenen kimsenin düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanmayacağı yönündeki hükme açıktır,” diye bir cevap da vermedim.
Benim olduğu söylenen beyan bile bana ait değilken ve bu durum gayet rahat dosyaya göz atan herkes tarafından görülebilecekken, bu iddianamenin şahsımla ilgili olduğu nasıl düşünülebilir ki!
Daha da hayret verici olansa, iddianamenin hiçbir iddiasını temellendirmeye tenezzül etmemesi. Meselâ benim de imzacısı olduğum metnin tamamına iddianamede yer verildikten sonra, iddia makamı bu bildiriyi “PKK/KCK terör örgütüne destek bildirisi” olarak adlandırıyor.
Sayın savcı buna hiç kuşkusuz kendi iç dünyasında inanabilir ama mesleğinin sorumluluğu gereği bu inançlarını, en azından beni “terör örgütü propagandası yapmak” gibi yakışıksız bir ithamla suçlarken temellendirmesi gerekmez mi?
İddianameye inanacak olursanız ben bu metni örgütlü bir faaliyetin sonucu olarak aldığım bir talimat üzere imzalamışım. Bu iddianame yüz elli sene evvel bir kurgu olarak yayınlansaydı Robert Luis Stevenson’ın Dr. Jekyl ve Mr. Hyde’ı kadar meşhur olurdu. Çünkü aynen Stevenson’ın unutulmaz doktoru gibi benim de kendi içimde benden başka bir ben taşıyor olmam gerek ki o ikinci ben, asıl benden habersiz olarak aldığı talimat gereği bir terör örgütünün propagandasını yapmış olsun. Bu elbette mümkün değil.
Bireysel özgürlüğümü muhafaza edebilmek için üniversite hocalığını meslek seçmiş ve üniversiteden ihraç edildiğinden beri de sadece yazı yazarak geçinen bir yazı adamı olarak ben hiçbir örgütten, kurumdan, şahıstan talimat almazken, asla bir terör örgütünden talimat almam.
Zaten iddia makamı da bunun farkında olsa gerek ki bu örgüt faaliyeti, talimatı veya propagandası iddiasını belgeleyip ispatlamak yerine sürekli olarak “açıkça anlaşılmakta,” açıkça görülmekte,” “açıkça sabittir” gibi içi boş ifadelerle “açıkça temellendirmemektedir.”
Bir kez daha vurgulamakta fayda görüyorum. Bildiriyi resmi veya gayrıresmi herhangi bir organizasyon çevresinde imzalamadım. Sosyal medyada herkese açık çağrıyı görerek imzaladım.
İmzaladım; çünkü ben bir entelektüelim. Akademik kimliğimden de önce gelen bir yazı adamı sorumluluğum var. Her toplumda sosyal hadiselere daha hassas olan ve içinde bulundukları sosyal hayatı düzenleyen kurallar hakkında başkalarından daha fazla düşünen bazı insanlar vardır. Bu insanlar toplumun geri kalan insanlarından daha sorgulayıcı ve eleştirel oldukları için ekseriyetle iktidarların hışmına uğrayabilirler.
Toplumun geniş kesimini rahatsız edecek olsa bile bir entelektüel kendi toplumunun ve devletinin noksanları ve hataları hakkında hakiki kanaatlerini ortaya koymak sorumluluğunu taşır. Güçlü ve saygın bir devlet ile sağlıklı ve normal bir toplumun asıl ihtiyacı da mevcut bir zulmün veya kötülüğün örtbas edilmesi ve farklı seslerin susturulması değil, aksine sosyal problemlerin ifşa, teşhis ve tedavi edilmesidir.
Bir yazar, sosyolog, öğretim üyesi ve entelektüel olarak hakikati söyleyerek dilimle ve tarihimle bir parçası olduğum devletime ve toplumuma karşı aslî vazifemi yerine getirdim. Bir hakikat herkesi kızdırmış olsa bile hakikat olmaklığını kaybetmez.
Hakikati haykırmak sorumluluğundan kaçması, bir entelektüelin kendine ve topluma karşı işleyebileceği en sefil suçtur. Şükürler olsun ki huzurunuza “şüpheli” sıfatıyla çıkmak pahasına olsa dahi kendime ve memleketime karşı bu sefil suçu işlemedim ve aslî sorumluluklarımdan kaçmadım.
Entelektüel faaliyet her şeyden önce kavrayış yeteneği gerektirir. Bunun için bir entelektüel, dünyaya, yaşananlara, olup bitenlere, acılara gözlerini kapatıp hiçbir şey olmamış gibi yapamaz. Ben o imzayı atarken pek çok şey yaşandı; yok sayamayacağım kadar pek çok kötü şey. Onlardan akla ilk gelenlerini yüce mahkemenizin ve tarihin önünde bir kez daha hatırlatmak isterim.
İlki imzaladığım metne yol açan olayların yaşandığı günlerde Silopi’de keskin nişancılarca vurulan, saatlerce yaralı kaldığı yerde göz göre göre eşi ve çocuklarının çaresiz bakışları altında can veren ve ölü bedeni tam tamına yedi gün boyunca orada yatan Taybet Ana.
Kendi annesini daha elli gün önce toprağa vermiş bir öksüz olarak böyle bir acıyı hâlâ tasavvur etmekte zorlanıyorum. O gün hayatta olan kendi anamı düşünmüş ve hiçbir ana, yavrusunun gözleri önünde can çekişerek ölmesin istemiştim.
Sayın savcı bu haberi bütün ayrıntılarıyla ve kendisinin en sevdiği okuma metodu olan “dikkatle inceleyerek” okursa bunun ne kadar haklı bir talep olduğunu açıkça görecektir.
İkincisi, anlatırken hâlâ burnumun direğini sızlatan, evinin kapısının önünde vurularak öldürülen ve bozulmasın diye cesedi üç gün boyunca derin dondurucuda saklanılan on yaşındaki Cemile Çağırga’nın annesinin söyledikleri: “o gece kızımın cesedini koynuma alarak uyudum.”
Hiçbir çocuğun kapısının önünde vurularak öldürülmemesini, hiçbir annenin de evladının cansız bedeniyle beraber uyumamasını ve hiçbir ailenin yakınlarının cesetlerini derin dondurucuda saklamak zorunda kalmamasını üç sene önce de savunuyordum, aradan geçen üç senede önce ofisinde göz altına alınmış, işinden uzaklaştırılmış sonrasında ise ihraç edilmiş bir akademisyen eskisi ve şüpheli olarak şimdi de savunuyorum.
Üçüncüsü, halasının kucağında keskin nişancılarca vurulan üç aylık Miray bebek ile can çekişen minik yavrunun yaralı bedenini ambulansa bindirmeye çalışırken vurulup oracıkta son nefesini veren büyük babası. Sayın savcının da dikkatle incelediğinde açıkça göreceği gibi demokratik hukuk devletlerinde böyle acılar yaşanmaz ve hatta böyle acıların yaşanması dahi düşünülemez.
Dördüncüsü ise unutamadığım bir fotoğraf: Yüksekova’da bir evin yatak odasında makyaj masasının aynasına ev sahibesinin rujuyla “Aşk Yüksekova’da başka yaşanıyor,” diye yazıp, matah bir şey yapmış gibi o yazının önünde poz veren bir özel harekatçı.
“Devlet terörle böyle mi mücadele eder hakikaten,” “bu pozu ve benzer pozları veren güvenlik güçleri hakkında acaba hiç işlem yapıldı mı” gibi soruları sormak aslında her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının sorumluluğudur ve bu soruyu kimse sormak veya duymak istemese bile ben dillendirmek mecburiyetindeyim. Çünkü ben bir yazarım ve hakiki bir yazar imajları doğru-yanlış, iyi-kötü vb. ayırt etmeksizin kaydeden yüksek çözünürlüklü bir kamera hassasiyeti taşır.
Sayın savcı çağına, toplumuna, mesleğine ve hizmet ettiği devlete olan bütün sorumluluklarını askıya alarak bu yaşananları yok sayıyor, bildiriyi hiçbir ispata ve delile gerek görmeksizin “terör örgütü propagandası yapmayı amaçlıyor” diye yaftalıyor ve bu müthiş tespitini kuvvetlendirmek için “...bildirinin yayınladığı dönemin kısaca değerlendirilmesi gerekmektedir” diyerek iki nokta üst üste koyarak kendi muhayyilesinde inşa ettiği ve sadece kendi fantezi dünyasını yansıtan bir dönem değerlendirmesi yapmaya başlıyor.
İler tutar yeri olmayan bu değerlendirmeyle ilgili söylenecek tek şey, sayın savcının bu tarz değerlendirmelerini iddianamelerde zayi etmemesi ve terörle mücadele konusundaki değerli fikirlerini bir an önce kitaplaştırarak kamuoyuna sunmasının elzem olduğudur.
İmzaladığım metnin sert bir dili olduğunu ilk okuduğumda da görmüştüm. Bu sert üslubun pek çok kişiyi kızdıracağı meydandaydı. Zaten anayasal bir güvence olan ifade özgürlüğü de bunun için var; suç teşkil etmese bile devletin, toplumun öfke şimşeklerini üzerine çekebilecek ifadelerin dile getirilebilmesi için.
Dil hakikati açığa çıkarabilir ama aynı dil hakikatin üzerini örtmek için de kullanılabilir. Bu iddianame kullandığı dil gereği açıkça görülebileceği üzere hakikati ifşa etmeyi değil örtmeyi tercih ediyor.
Sayın savcı imzalanan metnin suç unsuru taşıdığını söyler ve beni de bu bildiriye imza vererek suça ortak olmakla itham ederken, neredeyse iddianamenin yarısından fazlasını benim yapmadığım veya öznesi olmadığım eylemlerle tıka basa doldurmuştur. Dahası birbiriyle ilişkilendirilmesi çok da mümkün olmayan bu eylemlerin varlığına yönelik iddialarının da makûl dayanakları bulunmamaktadır.
Ayrıca savcının başka ülkelerde de entelektüellerin bu tarz eylemlerinin ağır cezalara mahkûm edileceğine dair yazdıklarının hiçbir gerçekliği yoktur.
Fransız paraşütçülerinin Cezayir’de yaptıkları işkenceleri biz Fransız entelektüellerinden öğrenmiştik, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’nin Guantanamo Üssündeki işlediği insanlık suçlarını yine ABD’li entelektüellerin eleştirilerinden öğrendiğimiz gibi.
Sayın savcı hiç Emile Zola, Jean Paul Sartre, Noam Chomsky, Edward Said okumamış olabilir ama bu isimler vakti zamanında kendi insanlarını kendi devletlerine karşı korumak için seslerini yükseltmeyi bildikleri için bugün hem kendi uluslarınca hem de insanlık ailesince hayranlık ve onurla yad ediliyorlar.
Sayın Başkan, Sayın Heyet Üyeleri;
İmzaladığım için yargılandığım metnin içerisinde terör örgütünün eylemlerini meşrulaştıran bir ifade olmadığı gibi, şiddet eylemine teşvik eden bir ibare de yoktur.
Savcının hazırladığı bu iddianamenin, üç yüzyıl önce “Bana en dürüst adamın eliyle yazılmış iki cümle verseniz, onlarda bile onu asacak bir sebep bulurum,” diyen Kardinal Richeliu’nun tezini savunduğu açıkça görülüyor.
Hiçbir gerekçe göstermeksizin ve hiçbir iddiasını temellendirme ihtiyacı duymaksızın, tamamıyla afaki, öznel ve keyfi yorumlarla, kastetmediğim bir amacın üzerime atılmasını kesinlikle reddediyorum.
Hem imzaladığım metin hem de o metni imzalama gerekçelerim dikkatle incelendiğinde de açıkça görüleceği üzere ortada hiçbir suç yoktur. İddianamenin bir yerinde de denildiği gibi “hiç şüphesiz içerik itibarıyla suç unsuru barındırmayan bir bildirinin altına imza atmak demokratik bir haktır.”
Dolayısıyla demokratik bir hakkımı kullandığım için suçlanamam. Bu nedenle beraatımı talep ediyorum.
Yüce mahkemenin basiretli davranarak makûl, adil ve vicdani bir karar vereceğine ve bu kararla da bu toplumun bir arada barış içinde yaşama iradesine güçlü bir katkıda bulunacağına yürekten inanıyorum. (GYD/TP)
Gökhan Yavuz Demir'in duruşması
Doç. Dr. Gökhan Yavuz Demir'in birinci duruşması dün (3 Temmuz) Bursa Adliyesi, 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü. Demir'in savunmasının ardından duruşma savcısı, "Dosya hakkında bir mütalaamız oluşmuştu ancak ders verir gibi yapılan bu savunma sonrasında töhmet altında kaldığımız için mütalaamızı hazırlamak için süre istiyoruz" dedi.
Mahkeme, dosyanın iddia makamına gönderilmesine karar vererek duruşmayı erteledi.