Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan'ın Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Heyet, Sayın Mahkeme Başkanı,
Kısaca kendimi tanıtarak başlamak isterim: Bir doktor çocuğu olarak babamın zorunlu hizmeti çerçevesinde yaklaşık 15 yıl Anadolu’yu dolaşarak büyüdüm. Sonrasında da sürekli ziyaret ettiğim Anadolu’yu ve Anadolu insanını tanırım.
Ailem beni barışçıl, iyi bir insan olmak üzere yetiştirdi ve kendimden önce insanlığa faydalı olmam gerektiğini öğretti. Çok kitap okudum, çok film izledim, çok sergi gezdim; yanlış anlamadıysam bu eserlerde ekseriyetle, kötülüktense iyiliğin, adaletsizliktense adaletin, savaştansa barışın, ölümdense yaşamın peşine düşmenin gerektiği sonucu çıkıyordu.
Hayatım boyunca her türlü şiddetin karşısında oldum. Yaklaşık 25 yıldır şehircilik alanında bilimsel araştırmalar yapıyor ve dersler veriyorum. Esas olarak bir kamu üniversitesinde çalışmakla birlikte Avrupa’nın farklı ülke ve şehirlerinde kısa ve uzun süreler için bulundum, araştırmalar ve konuşmalar yaptım, dersler verdim. Çok sayıda yayın yaptım. Çeşitli yabancı kurumlardan uzun süreli teklifler aldığım halde, Türkiye’de yaşamayı seçtim, yaşamımı burada kurdum ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde çalışmaya devam ettim.
İşimi ve özellikle öğrencilerimle ve çalışma arkadaşlarımla birlikte öğrenmeyi, kolektif üretimler yapmayı çok seviyorum. Bunları da ilk kez sanık olarak bulunduğum bir mahkemede söyleme ihtiyacı duyduğum için hicap duyuyorum…
2015’in ikinci yarısında bölgeden gelen haberleri gören her insanın yaşananlarla hesaplaşmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
Bu haberlerin bir kısmının manipülatif olma ihtimalini hep düşündüm ve temkinli davranmaya da çalıştım ama gerçekliği teyit edilmiş bazı hikaye ve fotoğraflar hafızamdan silinemezdi, silinmedi.
Nihayet içimde hissettiğim ve ancak yakınlarıma aksettirebildiğim hüzün dışında yapabildiğim, yine internette karşılaştığım ve özünde bunu sağlayabilecek gücü olduğuna inandığım devlete hitap eden bir barış çağrısına imza atmak oldu. Sonrası malumunuz; barış talebi karşılık bulmadığı gibi; soruşturmalar, davalar, işten çıkarmalar, baskılar ve hatta bir genç meslektaşımızın intiharına varan iç karartıcı bir süreç yaşadık.
İddianameyi üzülerek okudum. İnsanın herhangi bir suçu olmadığını düşünürken kendisini savunmak zorunda kalması oldukça sıkıntılı bir hal. Hiçbir aslı olmayan ve kanıta dayanmayan suçlamalara nasıl yanıt vermeliyim bilemediğimden, savunmam daha çok bildiriye neden ve nasıl imza attığımı açıklamak üzerine kuruldu.
Bu çerçevede ve öncelikle, tarafıma isnat edilen terör örgütü propagandası suçlamasını şiddetle ve kesin bir dille reddediyorum.
Hayatı boyunca her türlü şiddete karşı olmuş birinin bir terör örgütünün propagandasını yapması, övmesi veya faaliyetlerini meşru göstermek çabası içerisinde olması mümkün değildir.
Suç oluşturduğu iddia edilen metinde amacın, devletin ve özellikle güvenlik güçlerinin faaliyetlerinde insan haklarına ve hukuka uygun davranmalarını temin etmek olduğunu düşünüyorum.
Kamuoyunda çokça eleştirilen ve iddianamede de delil olarak yer alan metinde PKK’nın adının geçmiyor, eleştirilmiyor ve barış adına PKK’ya seslenilmiyor oluşu PKK’nın muhatabım olmaması ile ilişkilidir ve adı geçmeyen bir örgütün propagandasının yapılamayacağının da açık delili olarak kabul edilmelidir.
Talep, eleştiri ve görüşlerimi, vatandaşı olduğum ve meşru muhatapım olan devlete iletmek durumundaydım çünkü barışı sağlayabilecek güce sahip tek kurum devletti ve bu gücü kullanmak üzere devleti yönetenlere seslenmek gerekecekti.
Bir vatandaş olarak görevim devleti yönetenlerin sözlerine ve eylemlerine her durumda inanmak ve onları onaylamak değil, demokratik ve çoğulcu siyasetin gereği olarak o sözleri ve eylemleri kendi savunduğum değerler çerçevesinde sorgulamak ve gerekiyorsa düzeltici hamleler yapmaktır.
Bu çerçevede, imza metninde meşru bir zeminde siyasi partilerle ve meclisle temas etmek, barış adına sorumluluk almak taahhüt ediliyordu.
Sevgili eşim Sibel Yardımcı’nın savunmasında belirttiği gibi; “bu durumda Devlete düşen, iddiaları hukuki çerçeveye uygun ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde araştırmak, varsa hak ihlallerini yine aynı çerçevede cezalandırmaktır. Kalıcı bir barışa giden yol da ancak buradan geçmektedir.”
İddianame, imza metninin uluslararası arenada devleti itibarsızlaştırdığını iddia etmektedir. Oysa geçen 3 sene içerisinde anlaşılmıştır ki, devleti itibarsızlaştıran açıkça ifade özgürlüğü çerçevesinde kabul edilmesi gerekirken dava konusu edilen, imzaladığımız bu metin değil, akabinde açılan soruşturma, işten atma ve devam eden davalardır. Nitekim uluslararası arenadan bu sürece tepkiler ardı ardına gelmeye devam etmektedir.
İddianamede metni hazırlayıp imza atmak üzere talimat aldığımız kişi olarak bahsi geçen Bese Hozat isimli kişiyi tanımam. Hatta adını okuduktan sonra eşime “Bu adam kim?” diye sorduğumu, onun da tanımadığını hatırlıyorum; internette arayınca da kişinin esasında kadın olduğunu öğrendik ve ilgili talimata da hiçbir zaman ulaşamadık.
Şunu da belirtmeliyim; toplumsal ve kişisel vicdana inanan, yanlışıyla doğrusuyla yüzleşebilen bir insanım, dolayısıyla kimseyi talimat alacak kadar yükseklere, talimat verecek kadar alçaklara koyma ihtiyacı duymam.
Vicdani hesaplaşmalara inandığımdan hala umutvarım; Sevgili Begüm Özden Fırat’ın savunmasında dediği gibi: “Bugün hala barışamadığımız bu ortamda, iyimser olmayan bir umutla, ortak iyi bir yaşamı birlikte kuracağımıza inanıyorum.”
Ve maalesef Sevgili Yıldırım Şentürk’ün savunmasında belirttiği gibi: “Anlıyorum ki huzur içinde yaşayan, kendisiyle ve başkalarıyla barışık bir toplum ve dünyayı tahayyül etmek ve istemek bir süre daha cesaret isteyecek.”
Ama nihayetinde barış isteyenlerle, barış isteyenlerin kanında duş almak isteyenler arasındaki tercihi yine insanlık yapacak ve tarih olan biteni bütün detayıyla yazacak.
Başımıza gelenin izahı zor ve sanırım durumumuzu en iyi yılların Sosyoloji ve Siyaset Bilimi hocası Prof. Dr. Haldun Gülalp’in savunmasındaki tespit açıklıyor: “Eğer bir toplumda suçlu olarak kabul edilen kişilerin sayısı hızla artıyorsa, o toplumdaki bireylerin oturup hep birlikte suç işlemeye karar verdiğini değil, davranış normlarını tanımlayan kuralların siyasal iktidar tarafından hızla değiştirildiğini, davranış biçimlerindeki kabul sınırlarının hızla daraltıldığını anlamamız gerekir.”
Bizler söz konusu imzayı atmadan yalnızca birkaç sene önce sürdürülen “açılım” siyasetinin meseleye yaklaşımı ve kurulan dil ile iktidarın ve medyanın imza dönemindeki yaklaşımı ve dili birlikte düşünüldüğünde kuralların ve kabul sınırlarının nasıl da hızla değiştiğini kolaylıkla görebiliriz ve esasında toplum olarak bu hızdan dolayı hayrete düşmeliyiz.
Bir açıklama veya fiilin suç oluşturup oluşturmadığı konjonktüre, şartlara ve kişilere göre değişiyorsa bu durumun hukukun objektif olmak vasfına aykırı olduğunu da unutmamalıyız.
Son söz olarak belirtmek isterim ki, imzayı, kendimi bildim bileli bölgeye dair ölüm ve kayıp haberleriyle sarsılmış sorumlu bir vatandaş olarak, açılım sürecinde siyasilerin kararlı duruşu ile sağlanabildiğini gördüğüm barışın yeniden tesis edilebilmesi için tamamen kişisel irademle, internet üzerinden ve hiç kimsenin talimatı olmaksızın attım. İmzacıların büyük bir çoğunluğunu tanımam ve hiçbirisiyle örgüt vs bağım yoktur.
Söz konusu bildiri kesinlikle şiddet çağrısı yapmamakta, şiddet eylemlerini meşru gösterme girişiminde bulunmamaktadır. Şahsım için tamamıyla barışın şartlarının yeniden kurulması adına devlete yönelik bir çağrıdan ibarettir.
Bu çerçevede, hakkımdaki terör örgütü propagandası suçlamasını reddediyorum ve beraatımı talep ediyorum. (MCY/TP)