Boğaziçi Üniversitesi'nden doktora öğrencisi Ömer Faruk Yekdeş'in Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Savcılık iddianamesinde, “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi”ne imza attığım için “terör örgütü propagandası yapmak”la itham ediliyorum.
Avukatım esasa ve içeriğe dair savunmamı yapacağı için ben sadece söz konusu metni neden imzaladığımı açıklayarak isnad edilen suçla bir ilgimin olmadığını, imzamın herhangi bir propagandayla ilintili olmadığını, tersine bireysel etikle ilgili entelektüel bir duruş olduğunu savunacağım.
Konu devlete yönelik işlenmiş bir suç iddiası olduğu için öncelikle şu tespiti yapmak yerinde olacaktır. Devlet zaman ve mekan dışı metafizik bir kavram değil, tersine kişi ve grup çıkarları doğrultusunda egemenlik ilkesine dayalı işleyen zaman ve mekanla sınırlı bir kurumdur. Bu durum devletin belli bir zaman ve mekanda yaptığı her şeyin mutlak anlamda doğru ve hiç bir şekilde sorgulanamaz olmadığı anlamına gelir.
Devlet, iktidar ve hukukla ilgili teorik tartışmalara girmeksizin son yüzyılda bazı devlet pratiklerine ve sonradan aynı devletin temsilcileri tarafından bu pratiklere karşı gösterilen olumsuz tavırlara baktığımızda, devletin her zaman evrensel insan hakları ve hukuku çerçevesinde eylemde bulunmayabildiğini gözlemleyebiliyoruz.
Bu durumun en önemli örneklerinden biri Almanya’nın “Yahudi Sorkırımı”ndan dolayı devlet başkanları düzeyinde dilediği özürdür.
Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt 1970’te Polonya gezisinde Varşova Gettosu Ayaklanması Anıtı önünde diz çökerek Yahudilerden özür dilerken, Almanya Federal Devlet Başkanı Johannes Rau, İsrail parlamentosu önüne çıkarak özür beyanını yenilemiştir.
Benzer şekilde Şili insan hakları ihlalleri için ihlalin mağdurlarından, Amerika İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kamplarında tutulan Japon Amerikalılardan, Avustralya Aborjinlerden, İngiltere Kanlı Pazar olayı nedeniyle Kuzey İrlanda’dan, Bulgaristan, ülkesindeki Türklerden, Sırbistan Srebrenitsa Katliamı’ndan, Fransa da Cezayir’deki sömürgeciliği dönemindeki yaşananlardan dolayı kamusal alanda özür dilemiştir.
Devletlerin, kendi yurttaşlarının belli kesimlerine yönelik belirli dönemlerde işledikleri suçları, devlet adına kabul edip, tanıması ve özür dilemesi konusunda verilen yukarıdaki örnekler devletin her zaman mutlak doğruyu yapmadığı tezini ortaya koyması açısından önemlidir. Bu duruma Türkiye’den örnekler vermek de mümkün.
Anayasanın kendilerine verdiği rejimi koruma yetkisine dayandıklarını ileri sürerek askeri darbe sonucu ülke yönetimine el koyan, aynı zamanda bir dönem ülkenin cumhurbaşkanlığını da yapan Kenan Evren 2014 yılında mahkeme tarafından “12 Eylül 1980'de de cebren Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tağyir, tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül eden TBMM'yi ıskat ve cebren men suçunu işledikleri gerekçesiyle” ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır.
Buradaki ironi, darbeyi yapanlarla, buna ceza verenlerin aynı anayasaya dayanıyor olmasıdır. Bu örnek devlet geleneği açısından da güç dengeleri bağlamında “doğruluk” kavramının değişebileceğini göstermesi açısından önemlidir.
Bir başka önemli örnek de 2011 yılında dönemin başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın Dersim olayları için dilediği özürdür. Bilindiği gibi Cumhuriyetin kurucu kadroları 1938 yılında modern ulus devletin sınırları içine girmeye karşı direnç oluşturan Dersim’e yönelik askeri operasyonlar gerçekleştirmiş ve bu operasyonlarda binlerce insan hayatını kaybetmiştir.
Devletin bu eylemi, 2011 yılına kadar devlete karşı gelen asilerin imhası ve bölgenin vahşetten arındırılıp medenileştirilmesi bağlamında değerlendirilirken, Recep Tayip Erdoğan olayı katliam olarak tanımlayıp, “eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” sözleriyle özür dilemiştir.
Dava konusu olan “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi” Kürt sorunuyla ilgili devletin belirli uygulamalarında ortaya çıkan insan hakları ihlallerine dikkat çekmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin en temel problemlerinden olan bu konunun sürekli bir biçimde askeri çatışma yönü olagelmiştir.
Gerek Türkiye’nin bağlı olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu konuda insan hakları ihlalleriyle ilgili Türkiye’yi mahkum eden çok sayıdaki kararı, gerekse Türkiye’nin iç hukuku bağlamında çatışmalı süreçlere ilişkin idari ve askeri uygulamalara yönelik açılan davalar ya da mecliste zamanın politik eğilimleri doğrultusunda kurulan komisyonların tuttuğu raporlar çatışmalı süreçte, devlet adına hareket eden kişi ve kurumların zaman zaman aşırı güç kullanarak hukuk dışına çıkıp temel insani hakları ihlal ettiğini göstermektedir.
Kürt sorununa siyasi bir çözüm bulma amacıyla başlatılan Çözüm sürecinin akamete uğraması sonucu yeniden başlayan çatışmalı süreçte insan hakları ihlallerine dair birçok haber yayıldı.
Öncelikle devletin kent ve ilçe merkezlerinde on binlerce insanın yaşadığı alanlarda haftaları ve ayları bulan uzun sürelerle sokağa çıkma yasağı ilan edecek şekilde bir mücadele yöntemi benimsemesi, bu bölgelerde yaşayan insanları toplu göçlere zorlamış, kalmak durumunda kalanları da en temel insani gereksinimlerini karşılama sıkıntılarıyla karşı karşıya bırakmıştır.
Bunun yanı sıra çatışma alanlarıyla ilgili hak ihlallerine dair bulgular işin şiddet yönünü ortaya çıkarmıştır. Bu süreçte, Silopi’de hayatını kaybeden Taybet İnan’ın cenazesinin 7 gün boyunca yerde kaldığı haberi görüntüleriyle beraber medyada yer aldı.
Cizre’de evine isabet eden mühimatla hayatını kaybeden 13 yaşındaki Cemile Çağırga’nın cenazesinin sokağa çıkma yasağından dolayı gömülemediği için, derin dondurucuda saklandığının video çekimleri yayımlandı.
Muş Varto’da Ekin Van adlı PKK üyesi bir kadının çıplak cenazesinin başında özel harekat mensupları bulunduğu halde çekilmiş fotoğrafı sosyal medyada dolaşıma girdi, Muş Valiliği bu görüntüyü doğrulayıp sorumlular hakkında soruşturma açıldığını bildirdi.
Barış için akademisyenler bildirisini, yukarıda kısaca söz ettiğim olayların yaşandığı bir dönemde sosyal medyadan gördüm. Girişte dile getirdiğim gibi devletin otoritesini sağlama adına güç kullanırken insan hakkı ihlallerinin söz konusu olduğu kanısı bende oluştuğu için, vatandaşlık bağımdan dolayı kendisiyle organik bir ilişki içinde olduğum devleti, yıllar sonra belki özre konu olacak şekilde yeni hak mağduriyetleri oluşturmaması konusunda uyarma gereği gördüm.
Bu bildiriyi tam da bu amaçla, devlete insan haklarını gözetmesi çağrısı yaptığı için imzaladım. Devlete yönelik bir ikazı ifade eden bu imzayı akademide bulunan bir entelektüel olarak aydın sorumluluğuyla imzaladım.
Edward Said gerçek entelektüelin, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikat ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkum eden, zayıfı savunan, baskıcı otoriteye meydan okuyan biri olduğunu söyler.
Ona göre, entelektüel kamunun gündemine sıkıntı verici sorular getirir, ortodoksi ve dogma üretmektense bunlara karşı çıkar, kolay kolay hükümetlerin ya da büyük şirketlerin adamı yapılamaz, devamlı unutulan ya da sümen altı edilen insanları ya da meseleleri temsil eder. Entelektüelin iktidara yaltaklanmak değil ona hakikati söylemek görevi vardır.
Said’in bu saptamalarından yola çıkarak şunları söylemek isterim. Ben bir entelektüel olarak söz konusu bildiriyi, herhangi bir politik tarafın, örgütün propagandasını yapmak için değil, devlete bir hakikati hatırlatmak amacıyla imzaladım.
O hakikat de şudur: Devletin uzun sure sokağa çıkma yasağı ilan ettiği yerlerde on binlerce sivil insan yaşamaktadır, sivil insanların can ve mal güvenliği her türlü kurumsal kaygı ve amaçlardan önce gelmektedir. Hiçbir amaç insan haklarının ihlaline gerekçe olamaz. (ÖFY/TP)