Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İç Mimarlık Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Gevher Gökçe'nin Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 25. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Gökçe'nin ilk duruşması 29 Kasım 2018'de görüldü. Beyanını celse arasında yazılı olarak mahkemeye sundu.
Sayın Heyet,
Mahkemenizce yargılaması yapılmakta olan dosya kapsamında son derece ağır bir suçla yargılanmaktayım.
Savunmama geçmeden önce, iddianameye ilişkin itirazlarım olduğunu belirtmek istiyorum. Hakkımda düzenlenen iddianame, yanlış ifadeler, yanlış bilgiler ve aynı zamanda yaşanılan süreçte müdahil olmadığım birçok konuyu da içinde barındırıyor. Delil olarak sunulanlar ile iddianamede yer alan maddi hataları önem sırasına göre özetlemem gerekirse:
1. İddianamenin 3. sayfasında, 15 Nisan 2016 tarihinde Emniyet Müdürlüğü’nde verdiğim ifadede “sorulara tek tek cevap vermeyeceğim. Bütün sorulara bir kez cevap vereceğim” şeklinde beyanda bulunduğum yazılı ve 4. sayfasında ise söylemediğim bu cümlelerin gerekçesi gene benim adıma verilmiş; soruları “Anayasa’nın 25/2 maddesinde düzenlenen kimsenin düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanmayacağı yönündeki hükme açıkça aykırı” olduğu gerekçesiyle cevapsız bırakmış olduğum yazılmış.
Anayasa’nın vatandaşlarına tanıdığı susma hakkı gibi, konuşma hakkı da dokunulmaz olmalıdır. 55 yıllık hayatımda hiçbir ortamda, bana yöneltilen hiçbir soruyu cevapsız bırakmadım, susmak yerine her zaman kendimi ifade etmeyi tercih ettim. Bütün soruları cevaplamak suretiyle verdiğim ifademin ülkemin adalet sistemi tarafından yok sayılmasını anlamam mümkün değil. Dosyamda bulunması gereken ifademi bu delile karşı delil olarak arz ediyorum.
2. İddianamenin deliller bölümünde yer alan “….basın açıklamalarına ilişkin tespit tutanakları, şüphelilerin ifade ve sorgu tutanakları ile tutuklama müzekkereleri…” biçimindeki ifadeler, şahsımla ilgisi olmayan konulardır. Ben hiçbir basın açıklamasına katılmadım, hiç yargılanmadım ve tutuklanmadım.
3. Delil olarak gösterilen ve “ikinci bildiri” olarak geçen basın açıklamasında bulunmuşluğum ya da herhangi bir bildiriye 2. bir imza koymuşluğum yoktur ve bu tesadüf değildir. Barışı tesis etmek ve ülkemde daha huzurlu bir ortam yaratmak umuduyla imzaladığım ilk bildirinin, amaçlananın tam tersine gerginliği arttırdığı ve bu bağlamda bir yandan safiyane barışın tesisini talep eden akademisyenlerin mağduriyetine yol açarken, diğer yandan gerginliğin artmasından çıkar sağlayabilecek kesimlerin işine yarayabileceği düşüncesiyle aldığım bilinçli bir karardır. Dolayısıyla buradaki eylemsizliğim yok sayılamaz.
4. İddianamede delil olarak sunulanın aksine, Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chris Stephenson’la dayanışmışlığım, Adliye’ye gelip desteklemişliğim, davasını izlemişliğim yoktur. Öte yandan adı geçen kişi ilk duruşmasında beraat ettiğine göre, bütün bunları yapmış olsaydım da suç kapsamına girmeyeceğini, zaten adalet sistemimizin kendisi kabul etmiştir.
5. Dayanışma Akademisi’nin dersleri kamuoyunu ve üniversite öğrencilerini kışkırttığı iddiasıyla suça delil olarak gösterilmiştir. Bu kışkırtmanın delili ise iddianamede yer almamaktadır. Fakat böyle bir delil sunulmuş olsaydı bile beni ilgilendirmezdi, çünkü Dayanışma Akademisi’nde ders vermişliğim de yoktur.
6. 11 Ocak 2016 tarihinde sanal olarak imzaladığım bildirinin dili Türkçedir. Bu bildiriyle ilgili delil olarak gösterilen ve nereden bulunduğunu, kimin elinden çıktığını bilmediğim yabancı dile çevrilmiş olan metinlerden sorumlu tutulmam mümkün değildir. Çeviri yoruma açık bir eylemdir ve sorumlusu da çevirmenin kendisidir. Böyle olmasaydı çeviri kitapların üstüne çevirmenin adı yazılmaz ve aynı şiiri birden çok şair Türkçeye çevirmezdi. Kürtçe bilmediğim için iddianamedeki Kürtçe ifadeyi anlamam ve yorumlamam mümkün değildir, ancak İngilizce metinde yer alan “Kurdish provinces” ifadesinin imzalamış olduğum ilk metinde bulunmadığının altını önemle çizmek istiyorum. Türkçe bildiride “Kürdistan” ya da “Kürt illeri” gibi bir ibare geçmemektedir.
7. Bütün bu yanlış delillerin temelinde, iddianame boyunca kullanılan “çoğul” dil yatmaktadır. Bu hitap tercihi, yalnızca yanlışlıklara yol açmakla kalmamakta, aynı zamanda adalet sistemimiz adına çelişki arz etmektedir; zira bazı avukatların bu bildiri kapsamında açılan davaların birleştirilmesi talebini reddeden Mahkeme kararlarına karşılık, İddianame savcısı belli ki “suç”u ve hatta hükmü bile, çok önceden kendi bakış açısına göre birleştirmiştir. Öte yandan, iddianamenin tüm akademisyenlere karşı aynı “delil”leri öne sürmesine ve Anayasa’nın aynı maddesine göre ceza öngörmesine rağmen, bazı Ağır Ceza Mahkemelerinde ilaveten "örgüte üye olmamakla beraber örgüte yardım" suçlamasıyla karşılaşılması da, adalet sistemimiz adına bir başka çelişkili durumdur.
8. İddianamenin çoğul dili, hiç kuşkusuz bütün imzacıları organize bir bütün olarak görüyor olmanın ve aynı zamanda göstermeye çalışmanın delilidir. Oysa böyle organize bir grup yoktur; olmuş olsaydı, olduğuna dair içimde bir şüphe uyanmış olsaydı, zaten o ilk bildiriyi imzalamamış olurdum. Zira, bugüne kadar hayat görüşüme bütünüyle uyan, bütünüyle aidiyet hissedeceğim, beni her anlamda temsil etmesine izin vereceğim hiçbir grup, parti ya da oluşuma, hatta ailem dışında hiçbir insan topluluğuna rastlamadım. Dolayısıyla genellemelere tâbi tutulmayı reddediyorum ve burada da yalnızca kendi adıma beyanda bulunuyorum. Burada söz konusu olan, ne yasadışı ne de yasal bir parti ve hatta siyasi görüş adına değil, olsa olsa ülkemizde yaşanan sivil can kayıplarına karşı duyulan insanî, vicdanî bir endişe ve sorumluluk duygusuyla atılan bir “imza ortaklığı” olabilir; ve bu da başka hiçbir gerekçe aranmasına gerek bırakmayan, gayet anlaşılabilir, haklı bir gerekçedir.
Dolayısıyla, iddianamede geçen suçlamalardan yalnızca biri şahsımı ilgilendirmektedir: Ben, elektronik ortamda gördüğüm 11 Ocak 2016 tarihli bir “Türkçe bildiri”nin altına, “sanal imza”mı attım. "Delil” olarak sunulan yalnızca bu metin olabilir. Bu metinle ilgili iddialara karşı savunmam da şöyledir:
I- Öncelikle bu bildiriyi neden imzalamış olduğumu ifade etmek isterim. Ülkemizin Doğu ve Güney Doğu Bölgelerinde 2015 yaz sonu ve sonbahar başında tekrar başlayan terör eylemleri ve bu eylemlere karşılık PKK’ya karşı başlatılan harekât, ülkenin çok uzun süredir mücadele ettiği terör sorununun çözülemediğini göstermiş ve ülkemizin doğu ve güneydoğusunun yeniden içine sürüklendiği bu çatışma ortamı, siyasi görüşü ne olursa olsun, kuşkusuz vicdan sahibi herkesi üzmüştür. Bu süreçte peş peşe gelen şehit haberlerinin yanı sıra, uygulanan uzun süreli sokağa çıkma yasaklarının sivillerin günlük yaşamı üzerinde yaratmış olduğu olumsuzluklarla beraber eğitimi ve sağlık hizmetlerini sekteye uğrattığına, fakat daha da acısı, sivil halkın, özellikle de kadınların ve çocukların can güvenliğinin olmadığına, can kayıplarına ve hatta insanların ölülerini defnetme imkânı bile bulamadıklarına dair haberler medya/sosyal medya aracılığıyla yurdun dört bir yanına ulaşmıştır.
Öncelikle bir insan, sonra bir anne ve aynı zamanda evlat olarak, gerek vermiş olduğumuz şehitlerin gerekse de sivil kayıpların acısını yüreğimde hissetmiş olmam; internet ortamında tesadüfen rastlamış olduğum bu bildiriyi imzalamış olmamın nedenidir.
Siyasetle uğraşmayan sade vatandaş olarak, bu bildiri bana bu kayıplardan duyduğum üzüntüyü dile getirebileceğim yegâne fırsatı sunmuştur.
Metinde bazı sivri ifadeler bulunduğunu fark etmekle beraber, bunların kamuoyunun dikkatini çekmek için özellikle tercih edilmiş olabileceğini düşündüm ve bütününe bakıldığında yegâne talebi ve çağrısı ülkemizin tüm vatandaşları adına barışın tesis edilmesi olan bu metnin altına adımı yazdım; nitekim kimin ya da kimlerin elinden çıktığını bilmediğim anonim bir metnin diline müdahale şansım da yoktu.
II- Bu imzayı atmaktaki amacım, PKK’ya karşı sürdürülen savaşın sivil vatandaşların can güvenliği ve temel insan hak ve özgürlüklerinin tehlikeye atılmaksızın yürütülmesi, bu operasyonlarda hak ihlâlleri olmuşsa faillerinin bulunması ve haklarında adli sürecin başlatılması talebimi dile getirmekti. Bu, siyasi değil tamamen insani ve ahlâki bir sorumluluk duygusu olmalıdır ve neden bu imzanın arkasında, “örgüt” ya da “talimat” gibi, başka gerekçeler aramaya ihtiyaç duyulduğu da benim için muammadır.
III- Hakkımda düzenlenen iddianame özünde tamamen varsayımdan ibaret olan bir talimat üzerine kurulmuştur. Bu talimat kadar, Bese Hozat isimli kişi de benim için bana ait olmayan bir tasavvurun ürünüdür. Çünkü Emniyet Müdürlüğü’nde bana sorulana kadar adını hiç duymamış olduğum gibi, sonrasında da vermiş olduğu iddia edilen bu talimata dair herhangi bir bilgiye rastlamadım.
Öncelikle, her kim olursa olsun, bir akademisyenin talimatla hareket edeceği iddiası bana ve aynı zamanda bu mesleğe ve özellikle de hocalık kurumuna yöneltilmiş ağır bir hakarettir.
55 yıllık hayatımda hiçbir zaman talimatla karar almadım, hareket etmedim. İddia edilen talimatı öncesinde görmüş, herhangi bir şekilde bu bildiriyle ilişkilendirmiş/irtibatlandırmış olsam zaten imzalamazdım.
Fakat bundan da vahimi, burada terör örgütü temsilcisi olarak tanımlanan bir kişiye, ülkenin bin küsur akademisyenine talimat verme gücü ve otoritesi atfedilmektedir. Asıl bu temelsiz ve kanıtsız iddianın kendisi adı geçen terör örgütü hakkında adeta propaganda niteliği taşımaktadır ve iyi niyetle verdiğim bir imzanın böyle bir şeye vesile kılınmasını benim için çok üzücüdür.
Nitekim, daha önce de ifade ettiğim gibi, bu ilk imzanın sonrasındaki eylemsizliğimin gerekçelerinden biri de budur.
IV- Bildirinin PKK’yı eleştirmiyor ve barış adına PKK’ya seslenmiyor oluşu da iddianamede delil olarak sunulmaktadır. Oysa bu aynı zamanda bildiride PKK’nın adının bir kere bile geçmediğinin de kanıtıdır ve adı geçmeyen bir örgütün propagandasını nasıl yapmış olabileceğim benim için muammadır.
Bu sözde delil her şeyden önce, herhangi bir yasal partinin bile üyesi olmayan sıradan bir Türk vatandaşının yasadışı bir örgüt nezdinde yaptırım gücü olacağı varsayımına dayanmaktadır ve bu düşüncenin mantığını anlamak da mümkün değildir.
Ben, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak, toplumsal barışın tesis edilmesi hususundaki dileğimi maddi-manevi hiçbir bağım, ilişkim olmayan ve hiçbir şekilde beni temsil etmeyen bir terör örgütüne değil, ancak ve ancak yurttaşlık bağıyla bağlı olduğum, aidiyet hissettiğim kendi devletime hitaben dile getirebilirim. Kim, hangi gerekçeyle benden aksini yapmamı bekleyebilir?
İddia edilenin aksine, bildiri PKK’ya çağrıda bulunuyor olsaydı, bir imzacı olarak kendimi bu örgütün eylemlerinden sorumlu hissettiğim anlamına gelirdi. Asıl böyle bir hitap benimle bu örgüt arasında bir bağ olduğunu düşündürebilirdi.
Nitekim “bu suça ortak olmayacağız” ifadesi, buradaki “ortak”lık, doğrudan devlete aidiyete işaret etmektedir.
PKK’nın işlediği suçlara ortak olmak için PKK’nın beni temsil ediyor olması gerekirdi. Asıl bu “ortak”lık kapsamına PKK sokulmuş olsaydı suça kanıt teşkil ederdi. Bu hâliyle bu bildiri, devletten başka hiçbir kişi veya örgüte iktidar atfetmemektedir.
V- İddianamede, 30 yıldan fazla süren çatışmalar neticesinde ortaya çıkan can kaybından, ekonomik zarardan ve bu bağlamda aynı hükümet tarafından, bildirinin yayınlanmasından kısa bir süre öncesine kadar yürütülmüş olan “Çözüm Süreci”nden bahsedilmektedir. Her ne kadar bazı bakımlardan eleştirilmiş ve eleştirilebilir bir süreç olsa da, barış ve huzur ortamının tesis edilmesi için başlatılan bu girişim, toplumun farklı kesimleri için çatışma ortamının son bulması adına bir umut ışığı olmuştu.
Nitekim, bildiri de yaşanan hak ihlâllerinin ve gerçekleşen sivil ve askerî can kayıplarının önlenmesi adına, Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesine yönelik bir çağrıdır.
Aynı iktidardan, hükümet politikası olarak yıllardan beri sürdürülen bu sürecin devam etmesini veya yeniden başlatılmasını talep etmek, bugün hangi gerekçeyle şiddeti övmek olarak okunabiliyor?
VI- İddianamede metnin içindeki birtakım sözcükler cımbızlanarak suça delil olarak gösterilmiştir. Oysa metnin bütününe bakıldığında suç unsuruna rastlanmadığı gibi, talebi ve çağrısı yalnızca ülkemizin tüm vatandaşları adına barışın tesis edilmesidir. Bildiri, devletin izlediği politikanın eleştirisidir. Eleştiri sert bir dille yapılmış olabilir, fakat eleştirinin sertliği de ifade özgürlüğünün özgürlüğüdür. Devlete yöneltilen eleştiri neden ve nasıl PKK yanlısı olarak okunabilir? Devlete muhalefetin tek alternatifi terör örgütü mü olmalıdır? Bu bakış açısı ile değerlendirme yapıldığı takdirde bugün iktidarın eylemlerini eleştiren her kesimin terör örgütü ile ilişkilendirilmesi gerekecektir.
VII- Devletin organlarını eleştirmek suç olmadığı gibi, her gün sürekli karşılaştığımız, hukukî, doğal ve sağlıklı bir muhalefet biçimidir. Devlet, bu eleştirilerin haklılığını araştırmak, haksız ise haksızlığını kanıtlamak ve kamuoyuyla paylaşmak için gereken tüm araçlara ve güce sahiptir. Bu bağlamda devletlere, kendilerini eleştirenleri cezalandırmak değil, konuya hoşgörü ve uzlaşmayla yaklaşmak yakışır, devletin büyüklüğü buradadır.
VIII- Benim için mesleğimin en kutsal yanı hocalığıdır, 30 yıllık eğitimcilik hayatımda her zaman öğrencilerimi çocuğum bildim. Onlara karşı sorumluluğum her şeyden önce iyi, dürüst, adaletli bir insan olmaktır. Tam da bu nedenle, bugüne kadar onlara sunduğum hoca imajını karalamaya yönelik bu suçlamalar benim için çok ağırdır. Bu konudaki en büyük tesellim ise bir tek öğrencimin bile bu ithamları bana kondurmayacağını adım gibi biliyor olmamdır.
Yukarıda ayrıntılı olarak arz ve izah ettiğim üzere tarafıma yöneltilen suçlamaların hiçbirini kabul etmiyorum. Derhal beraatimi talep ediyorum. (GG/TP)
* Fotoğraf: Evrensel