Haberin İngilizcesi için tıklayın
Bilgi Üniversitesi İşletme Bölümünden Dr. Öğr. Üyesi Yonca Demir'in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 28. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
İnsanın kendini anlatmak zorunda bırakılmasında gerçekten rahatsız edici bir yan var. Yine de madem bu kürsü bana açıldı, burayı kendimi ifade etmek için kullanacağım.
Hemen asıl meseleye gelelim. Asıl meselemiz Güneydoğu’da olanlar. Olanlara kalp dayanmaz. Zamanı geri alabilmeyi ve olanların olmamış olmasını isterdim; vurmaların, yakmaların ve bütün diğer olanların.
Detaylarıyla hatırlamak istemiyorum. İlan edilmiş bir savaş durumunda dahi sivillerin üzerine ağır silahlar sürülmesi savaş suçudur. Dediğim gibi olanları hatırlamak istemiyorum. Düşük yoğunluklu çatışma, operasyon veya güvenlik önlemi… Ne ad verirseniz verin, bir şeyler oldu. İddianame savcısı da bunların olduğunu inkâr etmiyor.
Sadece “oldu ama neden oldu, bir de bana sorun” diye özetleyebileceğimiz bir yaklaşımla bazı sebepler sıralıyor ve hükümetin yaptıklarını koşulsuz müdafaa ediyor.
Savunmaya ihtiyacı olan da aslında mevcut hükümet politikaları doğrultusunda o yapılanlar, benim “hayır bunu yapmayın, sorunları şiddetsiz çözün” dememin savunulmaya ihtiyacı yok. Çünkü çok açık, çok sade, çok anlaşılır.
İddianame savcısının yaptığı türden sebepler sıralaması, bizim gibi eli silaha bulaşmamış insanların, ağır ceza mahkemesine sanık olarak çıkartılması için kullanılamaz. Herkesin, özellikle de hukuk eğitimi almış insanların bunu bildiğini düşünüyorum.
Dünyaya baktığımızda birçok gelişmiş ülkenin geçmişinde “Kürt Sorunu” benzeri sorunlar görebiliriz. Bu sorunları çözmüşler.
Silahlı çözümün işe yaramadığını anlayıp, bir tür uzlaşma yapmışlar. Hâlâ bu tür sorunlarla uğraşan, bunu silahla çözmeye çalışan ve iç çatışmalarını bitirememiş ülkelerin ilerleyemediklerini, silah tüccarları için mükemmel pazarlara dönüştüklerini de görüyoruz.
Bu sorun silahla çözülmez. Konuşarak çözülür.
Örneğin, İngiltere ve İrlanda arasındaki çözüme / anlaşmaya birçok tarafın katılımı ve kamuoyunun şeffaflık temelinde bilgilendirilmesi ile ve uluslararası gözlemcilerin nezaretinde ulaşılmış.
Benzer bir sorun yaşamış olan İspanya’ya baktığımızda, dönemin Başbakanı Zapatero, kendi siyasi kariyerini riske atarak başlattığı ETA ile müzakereler süresince halkı sürekli bilgilendirmiş, parlamentodaki diğer partileri de, her türlü itirazlarına rağmen, gelişmelerden haberdar etmiş. Yapılmak istenen şeyin bir çeşit taviz veya pazarlık olmadığını, ülkenin huzuru ve çıkarları gereği gerçekleştiğini halka anlatabilmiş.
Kolombiya’da FARC gerillalarıyla hükümet arasında uzlaşma sağlandığında bir müzakereci mutluluğunu “müzakereler yoluyla barışa ulaşıldığında kazanan ya da kaybeden olmaz. Kolombiya kazandı, ölüm kaybetti” sözleriyle ifade etmiş.
Bütün bu örneklerde ortak bir yan var; o da süreçte devlet-hükümet-iktidar tarafının irade göstermiş olması. Benim görüşüm de bu yönde: Süreci yöneten, eli uzatan ve barış talebinde ısrarcı olan devletler/hükümetler olmalıdır, tarihte de bunu görüyoruz.
Bu sonuca ulaşmak için barış talebinde ısrarlı ve kararlı olmak gerekir, en ufak bir sorun olduğunda hemen vazgeçmemelidir.
İddianamede çözüm sürecinin durmasına sebep olarak gösterilen Ceylanpınar’dan bahsediyorum. Bu olayın amacı barış sürecini sekteye uğratmak olabilir. İki taraftan herhangi biri yapmış olabilir, bu barışı istemeyen başka aktörler olabilir.
Ülkemizin geçmişinde ne yazık ki çok uzun yıllar sonra kimin yaptığının ortaya çıktığı nice olay vardır, bunların bir bölümünün de dönemin siyasi aktörleri ya da devlet içinde kümelenmiş kimi gruplarca yaptırıldığı çok uzun yıllar sonra kamuoyu tarafından öğrenilmiştir.
Fail kim olursa olsun, barış sürecini sonlandırmak için Ceylanpınar gibi bir olay yeterli midir? Bence hayır. Failler bulunup cezalandırılır ama koca barış süreci feda edilmez. Barış isteyen ısrarcı olmalıdır. Bir gün başarıya ulaşılır. Her konuda bu böyledir. Vazgeçmeyen, uğraşan, ısrar eden başarıya ulaşır.
33. ACM Siyaset Bilimi hocalarından Aysuda Kölemen’in çok yerinde tespiti şöyle: “…barış, bir ateşkesten ötesidir, … kavgayı şiddet kullanarak sonlandırmakla sağlanamaz. Kalıcı barış, şiddeti reddetmekle, çatışmaların çıkmasını baştan önleyen bir düzen kurulmasıyla, her sorunda şiddetsiz çözümleri keşfetmekle ve uygulamakla mümkün olur.
Bu, ancak gücün demokratik bir düzen içinde devlet ve topluma paylaştırıldığı, farklılıkların tanındığı … bir ülkede mümkün olur.”
Evet, bence de barış basit bir ateşkes değildir ve şiddetsiz çözümler bulmakla, farklılıkları tanımakla, gücü devlet ve topluma paylaştırmakla mümkün olur.
Diyelim ki karaciğerimizde yağlanma var ve bunun sonucu olarak yüzümüzde sivilce çıkıyor. Sivilceyle savaşıp onu yok etmeye çalışabiliriz ama başarılı olamayız. Asıl sebebi ortadan kaldırmamız ve karaciğerimizi sağlığına kavuşturmamız gerekir. Yani bir sorun olduğunda sorunun sebebine inmek gerekir.
PKK sorunun bir belirtisidir, bir sonucudur ama sebebi değildir. Sorunun sebebi eski-yeni devlet politikaları ve demokratikleşememektir.
Kürt sorunu benzeri sorunlarını çözmüş ülkelerde kamuoyunun şeffaf bir şekilde bilgilendirilmiş olmasına dönmek istiyorum.
Bir süreden beri Türkiye’de toplum, Kürt sorunu konusunda iyice kutuplaştırıldı ve bu konu bir çeşit tabuya dönüştü. Mesela ben bile, bile diyorum çünkü “bu suça ortak olmayacağız” metnini imzalamış biri olarak bu konudan bir nebze daha az çekinen biriydim, Bese Hozat’ın adını iddianamede duydum.
Uzun yılların koca sorununun nispeten ünlü aktörlerini tanımamak, bu sorun söz konusu olduğunda okumanın, takip etmenin bile korkulan bir hal aldığının, bu yönüyle de karanlıkta kaldığımızın bir göstergesi. Böylesi bir karanlık ve korku ortamı sağlıklı değil, barış tesis etmek açısından uygun değil.
Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından, cenaze töreni sırasında eşi Rakel Dink’in yaptığı ve sadece tetiği çekene değil onun arka planına dikkat çektiği konuşmada söylediği bir söz, ülkemize dair durumu anlatmaya yetiyor “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan…” İşte bu karanlığı aydınlatmamız gerekiyor.
Maalesef Türkiye’de demokratik toplum olma özelliğini gitgide kaybettiğimiz bir döneme girmiş bulunuyoruz.
Bu iddianame ile hakkında dava açılan ve günlerini Çağlayan’da geçirmek zorunda kalan bizleri; fikirlerini söyledikleri, yazdıkları için cezaevlerinde olan gazetecileri, avukatları, hak savunucularını; sosyal medya paylaşımları yüzünden dava açılan yüzlerce insanı görüp, düşüncelerini paylaşmaktan imtina edenler, ürken, korkanlar oluyor muhakkak. Belki davaların ve tutuklamaların amacı da budur. Amacı olsun olmasın, yaratılan ortam, toplumun üyelerinin düşüncelerini, taleplerini ifade edebilecekleri bir ortam olmaktan çok uzaktır.
Geldiğimiz günde artık Türkiye’de politika yapmakla “terörist” olarak damgalanmak arasındaki sınır iyice flu-laştırılmış bulunuyor.
Ben bundan şikayetçiyim sayın hakimler. Sosyal medya paylaşımları yüzünden yargılanan ve bir duruşmasını izlediğim bir vatandaşın sözleri çarpıcı: “telefonu melefonu hep attık, artık sessiz konuşuyoruz, evde bile.”
36. ACM hukukçu akademisyenlerinden Reyda Ergün şöyle demiştir: “… ifade özgürlüğü … açıklanan görüşlerin birbiriyle buluşmasını… toplumsal çatışmaların bir arada yaşama imkânını ortadan kaldıracak süreçlere dönüşmemesini sağlar, …demokratik toplumun …vazgeçilmez bir unsuru(dur). Demokratik toplum, …toplumsal çatışmaların şiddete dönüşmesinin önüne geçebilecek, çoğulcu ve çoksesli bir yaşamı kurabilecek koşul ve mekanizmaları yaratabilen toplumdur… Politika, toplumun üyelerinin bir araya gelebildiği, düşüncelerini çeşitli araçlarla ifade edebildiği, birbirine değebildiği, birbirini dönüştürebildiği, kendisine benzemeyenle ilişkilenebildiği, böylece birlikte yaşamın şiddeti dışlayan normlarının … inşa edildiği alandır. … Toplumun üyelerinin, … politik taleplerini dile getirebilecekleri bir alandan yoksun bırakılması …toplumsal çatışmaların derinleşmesine, birlikte yaşamanın koşullarının zedelenmesine, toplumsal olarak iyileşmesi çok zor yaraların açılmasına, travmaların kuşaktan kuşağa aktarılmasına neden olur. Demokratik toplum, bunun farkındalığı içinde, politika alanını ve toplumun her üyesinin bu alana erişimini olabilecek en geniş biçimde güvence altına alan toplumdur.”
Metinler, fikirler tartışılabilir ama mahkemeye çıkartılamaz. Bildiride yazılanlar beğenilmemiş olabilir, toplumun bir kesiminin düşünce ve inancına ters düşüyor olabilir, böyle olsa bile bunlar tartışma programlarında, konferanslarda, gazete yazılarında, çalıştaylarda tartışılabilir.
Ama mahkeme bu tür tartışmaların, fikir açıklamanın yeri değildir. Mahkemeler, insanların fikirlerini yargılamak yerine, insana, hayvana, bitkiye, toprağa, sanata, suya, doğaya, tarihe karşı gerçekten suç işleyenleri adil bir şekilde yargılamakla uğraşmalıdır.
İktidar sahipleriyle aynı düşüncede olmadığım için karalanamam ve yargılanamam. Kimseyle aynı düşüncede olmak zorunda değilim.
Ben bu ülkenin vatandaşıyım ve o dönemde yapılanlara benim rızam yoktur. Yine söylüyorum: Bu suça ortak olmayacağım.
Eleştirmek, yazılı olarak eleştiriyi ifade etmek ve eleştirilen tutumda değişiklik talep etmek bir vatandaşın demokratik hakkını kullanmasıdır.
Bence bir eleştirinin devlete/siyasal iktidara yöneltilmiş olması, devleti zayıf göstermez. Ama siyasal iktidarın, kendini savunma refleksi içinde, eleştiriyi dillendirmiş olan insanları susturmaya, cezalandırmaya çalışması devleti zayıf gösterir.
Şimdiye kadar izlediğim duruşmalardaki farklı mahkeme tutumları, kararın en baştan verildiği kaygısını taşımama sebep oldu. Hızla ifade alıp, arkasından derhal mütalâa verip, karar çıkartılıyor. Delil toplanması gibi talepler asla kabul edilmiyor. Usul kuralları çiğneniyor. Mahkemeler hukuki kriterlere değil kendi değer yargılarına göre hareket ediyor. Bir kısmı bunu açıkça hissettiriyor.
Örneğin bazı heyetler mahkemede beyan edilen düşüncelerden, gösterilen belgelerden suç isnadı yaratıyor, bazı heyetler ise biz imzacıların, kolluk kuvvetleri ve resmi görevlilerin ölümlerine üzülmediğimizi ima eden sorular soruyor.
Benim, bizlerin, siviller yaşarken askerlerin ölmeye devam etmesi gibi bir isteğimiz yoktur. Biz tabii ki bütün ölümlere üzülüyoruz. Barış ortamı sivil olsun, resmi görevli olsun, tüm ölümleri ortadan kaldıracak bir ortamdır.
Birlikte yargılandığım çok sevgili arkadaşım 36. ACM Aslı Takanay bir cümlesiyle hislerime tercüman olmuş: “… toplumsal barış talebim, sadece bu ülkedeki değil, dünyadaki tüm insanların, tüm canlıların, eşit, adil, savaşsız, sömürüsüz, şiddetten uzak, şen şakrak bir hayat sürmesi talebim, bakidir.”
Bir kez daha vurgulamam gerekirse: Barışı tesis etmek için; devlet elini uzatmalıdır, süreci yönetmelidir, toplumu çıkar gözetmeden, doğru ve şeffaf bir şekilde bilgilendirmelidir. (YD/TP)
Kaynakça
1) Özkul, B. “Kuzey İrlanda Çözüm Süreci”, Birikim Dergisi, Mart 2015.
2) Doucet, L. “ETA'nın 58 Yıllık Silahlı Mücadelesi Nasıl Bitti?”, BBC Türkçe, Nisan 2017.
3) Öğüt, Ö. “Bask Sorunu ve Eta’nın Silahsızlanma Süreci”, Uluslararası Politika Akademisi, Temmuz 2017.
4) BBC Türkçe “Kolombiya'da Tarihi Barış Anlaşması İmzalandı”, Ağustos 2016.
5) Aysuda Kölemen, 33.ACM
6) Reyda Ergün, 36.ACM
7) Aslı Takanay, 36.ACM