Haberin İngilizcesi için tıklayın
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Matematik Bölümü'nden Prof. Dr. Ayşe Berkman'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Başkan ve Sayın Üyeler,
Barış istediğim için, daha fazla insan ölmesin dediğim için karşınızda bulunuyorum. Aralık 2015 ve Ocak 2016’da acı haberler peş peşe geliyordu. Hiç durmayan sivil ölümleri, suya, gıdaya ve sağlığa erişimin engellenmesi, ölülerin buzluklarda saklanması, Miray bebeğin halasının kucağında keskin bir nişancı tarafından öldürülmesi, Taybet Ana’nın cenazesinin yedi gün boyunca açıkta kalması, cenazeye ulaşmaya çalışan yakınlarının vurulması, okuduğum haberlerden bazılarıydı.
Ben de her gün aldığım bu haberlerden dolayı derin bir üzüntü duyuyordum ve ne yapacağımı bilemez perişan bir haldeydim.
Bu metni internette görünce belki bir faydası olur umuduyla hemen imzaladım. Bunu yaparken kafamda tek bir amaç vardı: daha fazla insanın ölmesini engellemek.
Daha önce hem sizin mahkemenizde hem de diğer ağır ceza mahkemelerinde aynı iddianame ile yargılanan meslektaşlarım 2015’te yaşananları ayrıntılı olarak anlattıkları için, ben tekrar etmeyeceğim.
Ancak Birleşmiş Milletler veya Avrupa Konseyi gibi bağımsız kuruluşlar tarafından yayımlanan raporlardan da maalesef o günlerde aldığımız haberlerin doğru olduğunu öğrendik.
Olayların üzerinden 3 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu raporları yanlışlayan hiçbir çalışma yapılmadı. Oysa benim Türkiye Cumhuriyeti devletinden bir vatandaş olarak beklentim, bu raporların doğruluğunu veya yanlışlığını ortaya koyması ve doğruysa da hak ihlallerine neden olan kişileri bulup cezalandırmasıdır.
Belki matematikçi olduğum için, belki de matematikte de mantığa yakın bir alanda çalıştığım için iddianameyi okurken en çok dikkatimi çeken, iddianamenin izlediği mantıksal yöntem oldu.
Liseden mezun olduktan sonra, Matematik Bölümü’ne girdim ve o gün bugündür yani 30 yıldır hiçbir zaman matematikten kopmadım. Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerimin hepsini matematikte yaptım.
Bence matematiğin en güzel yanı, dayanaksız ifadelere yer olmamasıdır, matematikte her söylediğinizi kanıtlamanız gerekir.
Ben bu davalar başlayana kadar, hukukta suçlamaların da aynı matematikteki gibi sağlam kanıtlara veya delillere dayandırılması gerektiğini sanıyordum, çünkü eğer bir suçlama yapmak için delil şart değilse, herkes herkes hakkında istediği suçlamayı yapabilir.
Bize gelen iddianamede delil yerine dayanağı açıklanmamış birçok kişisel yorum yazılmış. İddianameden birkaç örnek vermek istiyorum. “Bildirinin esas amacının ... olduğu anlaşılmış”, “dikkatlice incelendiğinde açıkça görülecektir”, “görünürde yasalara uygun ancak esasta yasalara aykırı bir şekilde”, “görünürde A ama özünde B", gibi yargılarla sonuca giden bir iddianame ile suçlanıyorum.
İkinci dikkatimi çeken nokta, iddianamenin bir varsayım üzerine kurulmuş olmasıdır. Savcıya göre, devleti eleştirmek terör propagandası yapmakla eşdeğerdir, savcı bunu doğru kabul edip, suçlamalar yapmıştır.
Oysa, vatandaşlar, devleti eleştirebilir, yanlış gördüğünde daha iyisi yapılsın diye bu yanlışa dikkat çekebilir. Hatta bunların yapılması gereklidir, ancak bu şekilde daha iyiye daha güzele gidebiliriz. Savcı “eleştiri=terör” varsayımı ile hareket ettiği için bizim terör propagandası yaptığımız sonucuna varmıştır.
Oysa, yanlış bir varsayımla başlandığında ve mantık kuralları çerçevesinde ilerlendiğinde, doğru veya yanlış hiç fark etmez, bütün cümlelerin kanıtlanabileceği, matematikçiler ve mantıkçılar tarafından bilinen en temel gerçeklerden birisidir.
Hukukçuların da bu kuralı bildiklerini düşünüyorum. Bu nedenle, biz matematikte aksiyom adını verdiğimiz varsayımlarımızı seçerken oldukça dikkatli davranırız, aksi takdirde kurduğumuz aksiyom sistemi çöker, çünkü çelişkiler dahil, her cümlenin kanıtlanabildiği hiçbir işe yaramayan bir sistem haline gelir.
Şimdi terör propagandasına temel oluşturan en büyük suçlamaya gelmek istiyorum: Ben Bese Hozat isimli kişiden talimat almışım ve bu talimat doğrultusunda barış bildirisini imzalamışım. Bu suçlamayı önce bir mantıkçı gözü ile irdelemek istiyorum.
Bu suçlama bir varlık cümlesidir, yani bir şeyin (bu örnekte talimat almış olduğumun) varlığını iddia etmektedir ancak ispat verilmemektedir.
Zaten ispat verilemez, çünkü ben kimseden talimat almadım, ama bunu bir tarafa bırakalım. İddianameyi hazırlayan savcı burada zaten herhangi bir delil göstermeye çalışmıyor, tek dayanağı bu kişi tarafından açıklama yapıldı, ondan sonra bildiri yayınlandı. Yani A, B'den sonra oldu; demek ki A'yı yapanlar B’yi yapandan talimat aldı.
Sayın heyet, mutlaka sizin de bildiğiniz ünlü bir örnek vardır, hatırlatmama izin verin. "Dondurma satışları arttıktan sonra denizde boğulmalar da arttı" biçiminde.
Buradan çıkarılacak mantıksal sonuç, elbette dondurma yemenin denizde boğulmaya neden olduğu değildir. Açıkça yaz gelmiş, havalar ısınmış ve insanlar serinlemek için farklı yöntemler uygulamaktadır.
Burada en azından iki olay arasında gerektirme olmasa da yine de bir bağ bulabildik. Savcının kurduğu mantığa göre bu bağ "Dondurma yemek gerektirir boğulmalar" olmalıydı ancak bu örnekte doğru analiz "Yazın gelmesi gerektirir dondurma yemek ve boğulma"'dır.
Çeşitli verilerin taranması ile aralarında herhangi bir gerektirme ilişkisi olmayan olaylar bile birbirini gerektiriyormuş gibi görülebilir. Bu konuda İngilizce’de istatistikçilerin kullandığı güzel bir söz vardır "correlation is not causation" derler, yani "korelasyon gerektirme değildir” ya da daha serbest çeviri ile her ilişki nedensellik ilişkisi değildir.
Dolayısı ile bana yöneltilmiş olan “talimat alma” suçlamasının dayanağı bir mantıkçının veya bir istatistikçinin kabul edebileceği bir dayanak değildir. Kanıtsızdır, kanıtlanması da mümkün değildir.
Herhangi bir delile dayanmayan suçlamaların hukukta bir değerinin olmasına çok şaşırdığımı bir kere daha ifade etmek isterim.
Bu konu ile ilgili olarak söylemek istediğim diğer husus, beni bir şeyin varlığı ile suçlayan iddianameye karşı elbette yapılabilecek en doğru savunma, suçlamanın yanlış olduğunu kanıtlamaktır, bu da suçlamanın değilini kanıtlamaya denktir.
Yani benim beraat edebilmem için Bese Hozat isimli kişiden talimat almadığımı kanıtlamam gerekmektedir.
Keşke bu matematiksel bir cümle olsaydı, çünkü matematikte bir şeyin olmadığını kanıtlamanın yolları vardır ancak yaşamla, dünyayla veya uzayla ilgili cümlelerde bir şeyin yokluğunu kanıtlamak genellikle mümkün değildir.
Bu felsefede bilinen bir husustur ve bunu vurgulayan en güzel örneklerden birini ünlü mantıkçı ve aynı zamanda uluslararası savaş suçları mahkemesini kurmuş olan Bertrand Russell vermiştir.
Russell yanlış olmasına rağmen yanlışlığı kanıtlanamayacak cümlelere çarpıcı bir örnek olarak "Dünya ve Mars arasında, eliptik bir yörüngede güneşin etrafında dönen porselen bir çaydanlık vardır." cümlesini vermiştir.
Bu cümle ile benim Bese Hozat’tan talimat almış olduğum cümlesi mantıksal olarak aynı kategoridedir. İşte iddianame beni yüzyıllardır felsefeciler, mantıkçılar ve matematikçiler tarafından çok iyi bilinen bir açmaza bu şekilde düşürmektedir.
İddianame ile ilgili olarak irdelemek istediğim son nokta, iddianamedeki “hiçbir ülkede terör propagandasına izin verilmeyeceği” iddiası.
Savcının terör propagandası tanımını devleti eleştirmek olarak alırsak, bunu yanlışlayan birçok örnek vardır.
Örneğin, aralarında Jean Paul Sartre ve André Breton’un da olduğu bir grup aydın tarafından, 1960 yılında Fransız ordusunun Cezayir’de yaptığı işkenceleri ve insan hakları ihlallerini kınayan, bu savaşı caniyane ve saçma olarak nitelendiren ve Fransızları orduya itaatsizliğe davet eden 121’ler Manifestosu yayımlanmıştır.
Bildiri o zaman Fransa’da büyük tepki çekmiş, gazetelerde basılması yasaklanmış, birkaç imzacı öğretim üyesinin derslerine ara verilmiş ve 121 imzacıdan 29’u hakkında iddianame hazırlanmışsa da, iddianame işleme konmamış, dolayısı ile hiçbir imzacı ceza almamıştır.
İkinci örnek, Amerika Birleşik Devletleri’nden. Vietnam Savaşı sırasında birçok Amerikan üniversitesinde savaşı protesto eden gösteriler düzenlenmiş ve üniversiteler savaş karşıtlığının merkezi haline gelmiştir.
Gösterilerde şiddet kullananlar tutuklanmıştır ancak savaş karşıtı görüşlerini dile getirdiği için hakkında dava açılan bir akademisyen olmamıştır.
Çarpıcı bir örnek olarak, Harvard Üniversitesi Senatosu yayımladığı bildiride “barışın tesisi için ABD askeri birliklerinin derhal Vietnam’ı terk ederek ülkeye dönmelerini” istemiştir.
Vereceğim son örnek İsrail’den. Altı ay kadar önce İsrail Ulus Devlet Yasası’nın kabulünün ardından, birçok aydın, yazar, sanatçı ve akademisyen yasayı protesto eden çeşitli bildiriler yayınlamıştır.
Bunlardan bir tanesi, devletlerinin Filistinlilere karşı etnik temizlik yaptığını, köyleri yakıp yıktığını, İsrail mahkemelerinin ise bu yapılanları yasal bulduğunu söyleyerek, çok geç olmadan uluslararası kuruluşları yardıma çağırmıştır. İsrail’de de hiçbir imzacıya dava açılmamıştır.
Önemli olaylar karşısında, siyasetçilerle aydınların fikir ayrılığına düşmesi ve aydınların sorumluluk alarak, siyasetçileri uyarması tarihte sıklıkla rastlanan bir durumdur. Burada yalnızca üç örneğe değinebildim.
Sayın Heyet, 20 yıldır üniversite öğrencilerine matematik dersleri veriyorum. Sanırım bu süre içerisinde, toplam 3000 civarında öğrenci benden ders almıştır.
Verdiğim derslerde ya da özel çalışmalarımızda, öğrencilerime elbette dersin ya da çalışmanın konusu ile ilgili teoremleri, bunların kanıtlarını veya problem çözme yöntemleri gibi matematiğin teknik taraflarını anlattım, ama aynı zamanda onlara özelde matematik, genelde de bilim kültürünü aşılamaya çalıştım.
Bir bilim insanının kavramlara nasıl yaklaştığını, problemleri nasıl analiz ettiğini, bazen sorunun zorluğu karşısında herkesin bocalayabileceğini ama yine de sorunun peşini bırakmaması gerektiğini hem bende gözlemlesinler hem de yaşayarak öğrensinler istedim.
Ancak onlara vermeye çalıştığım, üstelik de tüm bunlardan daha fazla önem verdiğim bir konu daha vardı. O da kısaca eleştirel yaklaşım olarak nitelendirebileceğim alışkanlığı edinmelerini istedim. Bu elbette yalnızca bilim insanlarında olması gereken bir özellik değil, her bireyde olmalıdır.
Eleştirel yaklaşım ile kastettiğim, öncelikle kişinin kendi aklına güvenmesi, aklını bir otoritenin emrine sunmak yerine, düşünmeye üşenmemesi ve gördüğü, duyduğu bilgileri fikirleri sorgulayarak kendi akıl süzgecinden geçirdikten sonra onları kabul etmesi veya uygulamaya koymasıdır.
Bu tip bir yaklaşım, herhangi bir kişiye, otoriteye, hocaya veya ders kitabına sorgulamadan inanmamayı gerektirir. Kişiler yanılabilir, kitaplar hatalı bilgi içerebilir, belli koşullarda doğru olan bir bilgi, koşullar değişince yanlış olabilir.
Bu farklılıkları anlayabilmek ve doğruyu bulabilmek için elimizde kendi aklımızdan başka kullanabileceğimiz bir ölçü yoktur.
Ancak öğrenciye ya da herhangi bir kimseye, “her şeye eleştirel yaklaşın”, “aklınızı kullanın” gibi sözler söyleyerek bu alışkanlığı kazandırmamız mümkün değildir. Ne şanslıyız ki, matematik anlatırken sözünü ettiğim noktaları vurgulamak ve uygulamak için karşımıza birçok fırsat çıkar.
Matematikte yanlış bir cümleyi ya da kanıtı kimse kimseye zorla kabul ettiremez. “Talimatla teoremi kabul etmek” diye bir şey yoktur.
Her iddianızı kanıtlamanız gerekir. Aslında kanıtlamak da yetmez, karşınızdakinin de ikna olması gerekir. İkna olmamışsa, karşınızdaki size anlamadığı yeri sorar, orayı açıklamanız gerekir. Bu sefer yeni bir soru gelebilir, onu da açıklamakla yükümlüsünüz.
Bu nedenle, matematikte kavga edemezseniz, varsa hatayı söylersiniz, karşınızdaki düzeltebilirse düzeltir, düzeltemezse iddiasını geri çeker, ya da sizin hata dediğiniz şey hata değildir, bu sefer de siz hatalı olduğunuzu kabul edersiniz.
Bu tartışmalar elbette ancak ifade özgürlüğünün olduğu bir ortamda yapılabilir. İdeal bir üniversitede, birinci sınıf öğrencisi, bir profesör’ün hata yaptığını fark ettiğinde bunu rahatlıkla ifade edebilir; herkes herkesle tartışabilir. Üniversite herkesin doğru bilgiyi aradığı yerdir.
Akıl, bilimsel tutum, dürüstlük, düşünce ve ifade özgürlüğü yalnızca matematiğin değil akademinin olmazsa olmazlarıdır.
Yeni fikirler ancak özgür beyinlerden, özgür ortamlarda doğar. Ülke olarak daha ileri gitmek istiyorsak, her alanda düşünce ve ifade özgürlüğünü ödünsüz savunmalıyız.
Sonuç olarak, aklı ve akılcı düşünceyi yaşamının merkezine koymuş biri olarak, “talimatla imza attığım” suçlamasını şahsıma yapılmış bir aşağılama ve hakaret olarak görüyorum. Bu hakareti reddediyorum.
Yalnızca bir bilim insanına ya da bir akademisyene değil, reşit olan herhangi bir bireye talimat aldığını söylemek bence en büyük hakarettir. Elbette başkalarından fikir ve görüş alınabilir ama kişi son kararını kendi akıl ve vicdan süzgecinden geçirdikten sonra vermelidir.
Özellikle de topluma karşı sorumluluğu olan meslek gruplarına mensup kişiler: örneğin adaletin tesisini sağlayan siz hakimler, savcılar, avukatlar; sağlığımızı emanet ettiğimiz doktorlar, gelecek kuşakları yetiştiren öğretmenler ve daha niceleri.
Doğrudan öğrencisi olmasam da, öğrencilerinin ve meslektaşlarının öğrencisi olduğum, Türkiye’deki akademik dünyaya hem doğrudan hem de dolaylı olarak büyük katkılar yapmış Cahit Arf Hocamız’ın adını burada saygı ve sevgi ile anmak isterim.
Cahit Arf, 70’li yılların sonunda ODTÜ’de Dekanlık yaparken Genelkurmay Başkanı’nın talimatlarını kabul etmemiş ve hem üniversiteyi hem de öğrencilerini baskılara karşı korumuş birisidir.
Sözlerime son vermeden önce, yeniden bildiriye dönmek istiyorum. Bildiride barış müzakerelerine dönme çağrısı yapılmaktadır.
Terör propagandası yapan bir metin barış çağrısı yapar mı, bunun yanıtını sizin takdirinize bırakıyorum.
Ayrıca bildiride müzakereler başladığında, görüşmelerde gönüllü gözlemci olarak yer almak istediğimiz yazılıdır. Dolayısı ile barışın yeniden tesisinde elimizden gelen katkıyı sunmak istediğimiz açıkça ortadayken terörizm propagandası ile suçlanmamız da ayrı bir ironidir.
Bildiri eğer bir şeyin propagandasını yapıyorsa o da barışın propagandasıdır, asla ve asla terörün değil. Hakaret içermemektedir, hepimiz için gerekli olan ve hepimizin sahip çıkması gereken ifade özgürlüğü sınırları içindedir. Vatandaş sorumluluğu ile imzalanmıştır.
Bu nedenlerle beraatimi talep ediyorum. (AB/TP)