AB ile uyum süreci konusunda hayvancılık ya da tarımda kayda değer bir yapısal dönüşüm yaşanmadı. Yaşanması da mümkün değildi zaten, herhangi bir konuda yapısal dönüşüm yaşanabilmesi için her şeyden önce bir kayıt sistemi ve envanter olması gerekir.
Avrupa Birliği ile uyum süreci konusunda hayvancılık ya da tarımda kayda değer bir yapısal dönüşüm yaşanmadı. Yaşanması da mümkün değildi zaten, herhangi bir konuda yapısal dönüşüm yaşanabilmesi için her şeyden önce bir kayıt sistemi ve envanter olması gerekir. Türkiye'de henüz çiftçi kayıt sistemi yok; kısmet-se önümüzdeki yıl olacakmış.
Hayvancılıkta gerçekleşen tek dönüşüm iddiaya göre büyük başta "kültür ırkı" denen hayvanların %20 olan payının %40'a çıkmış olması. Bunu nasıl değerlendirmeli? Kültür ırkının bu derece artması esas itibariyle endüstriyel ve büyük ölçüde sağlıksız hayvancılığın yaygınlaşması anlamına geliyor. Bunun dışında yapısal sorunların tamamı devam ediyor:
• Oligopsonist ürün piyasaları
• Eksik rekabetin hakim olduğu girdi piyasaları
• Regülasyonun olmaması
• Örgütsüzlüğün esas olması (tarımsal birlikler çiftçilerin örgütü sayılamaz)
• Üreticinin değil tüccarların büyük kazançlar elde ettiği bir sistemin yürürlükte olması.
Bu dönemde hayvancılıkta uygulanan politikalarda mantıksal tutarlılık bulunmuyor. Önce hayvan varlığı çok azaldı diye ithalat kararı alındı. Fakat ithalat bir anda mümkün olan bütün ülkelerden değil tek tek izin verilen ülkelerden yapılınca ithalat fiyatları kısa bir süre içinde 2-2.5 kat arttı. Busırada ithalat izni öncesi ilgili ülkelerde yatırım yapıp ucuza hayvan toplayan "tüccarlar" aniden zenginleştiler.
İkinci büyük yanlış, bakanlığın "sıfır faizli kredi" ile 1-1.5 milyon civarında sorunlu işletmeye sahip bir sektörde sorunlu işletme sayısının artmasına neden olması oldu. Bu politika kapsamında ilk altı ayda 7 milyar TL kredi dağıtıldı; oysa bu kaynak ile küçük aile işletmeleri rehabilite edilse hem sektörün sağlıklı gelişimi hem de işsizlik sorunu için çok olumlu bir adım atılmış olurdu. En azından işletme sermayesi ile hane bütçesinin farklı olduğu kavratılabilse büyük bir adım atılırdı.
Üçüncü olarak, hayvan varlığının bölgesel kotalarla takip edilebilmesi bir politika olarak belirlenebilse girdi piyasasındaki büyük dalgalanmaların önüne geçilebilirdi. Bugün Marmara Bölgesi'nde zaten kısıtlı olan tarımsal alanlar şehirleşme baskısı altındayken çok sayıda yeni işletmenin kurulması ve hayvan varlığının patlaması ile bölgede girdi temininde zorluk yaşanıyor. Aslında sıfır maliyetli bir girdi olması gerekirken yüksek fiyatlarla saman bile ithal edildi.
AB ve ABD'de tarım politikalarında da çiftliklerin varlıklarını korumak esas alınırken Türkiye'de tasarlanan bütün politikalar tarımsal ürünlerin ticaretini yapanların işine yarıyor. AB ve ABD'de tarımsal planlama var, Türkiye'de ise karmaşa hakim.
AB ve ABD'de idari kayıt sisteminden sigortaya ve girdi piyasalarında "forward-future" işlemleri ile girdi fiyatlarından kaynaklanan şoklara karşı güvence yaratan kapsamlı ve iktisadi açıdan zarif bir regülasyon varken Türkiye'de deregülasyon ve plansızlık esas.
Gıda ve Tarım Örgütü'nün (FAO) 2014 yılını tarımda küçük aile işletmeciliği yılı ilan etmesini fırsat bilip, bir an önce küçük aile işletmeciliğini rehabilite edecek önlemler alınmalı. Hayvancılıkta meralar ve tarımda ise topraklar (özellikle kamu mülkiyetindeki topraklar) küçük aile işletmelerini destekleyecek şekilde kullanıma sunulmalı. Küçük aile işletmeciliği doğal tarım esasına dayandırılmalı ve ürünlerin yerelde işlenmesini sağlayacak tedbirler alınmalı. Hayvancılıkta, aşı kategorisinde olduğunu düşünerek steroid kullanımına kadar varan bilinçsizliğin ve tarımsal üretimdeki benzer bilinçsiz kimyasal kullanımının kesinlikle önüne geçilmeli. Çiftlik varlığını korumayı esas alan ve halk sağlığını ön planda tutan gerçek ve bağımsız bir regülasyon gerçekleştirilmeli ve gerekli kurumlar oluşturulmalı.
Ekolojik sürdürülebilirliğe destek olan, hatta ekolojik onarım pratiklerinin önemli bir parçası haline gelebilecek yeşil bir et tüketimi için üç temel gereksinim var. Birincisi et üretiminin ziraat ürünleriyle değil, küçük işletmeler ve köy/hane ölçeğinde bütüncül yönetilerek bir yandan da ıslah edilen meralardan otlatma ile sağlanmalı. İkincisi tüketicilerin et ürünlerini, doğrudan pazarlama ve topluluk destekli tarım (CSA) temelli üreticilerden, "yalnızca meradan" şartı konularak almalı. Diğeri ise şöyle özetlenebilir: Küçük üretici temelli ve kütlesel boyutlu olmayan üretimin en büyük sıkıntısı satış kanalı.
Halihazırda aktif durumda olan satış kanalları büyük üreticilerin ve sanayi tipi üretimin kontrolü altında. Bu kontrol teşvik politikasını da sarmış olduğundan kamu kaynaklarından gerçekleştirilen teşviklerin büyük bölümü fiilen üretimi ve üreticiyi desteklemek yerine tüccarı ve ticareti destekliyor. Bu yapının kırılabilmesi tüketici kooperatiflerinin örgütlenmesi ve hızla yaygınlaştırılması ile mümkün. Tüketici kooperatifleri ile üretici kooperatiflerinin işbirliği altında gerçekleştirilecek üretim deseni tercihleri hem kaynakların boşa harcanmamasına, hem manipülasyonların engellenmesine hem de küçük üreticinin hak ettiği gelire tüketicinin de sağlıklı ve yeşil gıdaya ulaşmasına yardımcı olacak.
Bu yaklaşımla et üretiminin hem sağlıklı girdiyle, hem de ekolojik sürdürülebilirlik/onarım süreçlerini garanti altına alarak yapılması sağlanabilir. Hayvancılıkla uğraşan köylüler, hayvanı "yasağa" çekmenin (merada otlatmak yerine bahçe veya ağılda yemle beslemenin) hem et kalitesi, hem de ekolojik döngü için yanlış olduğunu çok iyi bilirler, ancak eti/hayvanı satma konusunda seçenekleri "ya kasaba ya tüccara"dır. Bu nedenle "anonimleşen" üründe kaliteye ve ekolojik etkiye dikkat edilmez.
Tüketicilerin örgütlü talebi halinde ise, ekolojik sürdürülebilirliğe ve hatta onarıcılığa hizmet eden bir hayvancılık mümkün. (HG/NV)
* Bu yazı Heinrich Böll Stiftung'un hazırladığı Et Atlası'ndan alındı.