“Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır,” diye başlar Anne Karenina.
Bizim kurgusal dünyalarımızda ise her kadının farklı bir hikâyesi vardır; ama iyi kadınlar da kötü kadınlar da aynı ezberlere hapsolurlar.
Yeşilçam Sineması’ndan beri, genellikle fakir ama hep gururlu ve ahlâk timsali, başına her türlü kötülük gelmesine rağmen iyi niyetinden asla ödün vermeyen esas kızlar ve hırslarının, tutkularının esiri olan kötü kadınlar olarak ikiye ayırırız kadın rollerini. Biz sevdiği adamın tecavüzüne uğrayıp binbir badireler atlattıktan sonra o tecavüzden doğan çocukla ve o adamla kendisine mutlu sonlar yazılan Hülya Koçyiğitleri sevdik. Düzen bozan Lale Belkıslardan ise yıllarca nefret ettik. Araya kategorize edemeyeceğimiz ezber bozan Müjde Arlar girince mevzuya uyanır gibi olduysak da safları terk edemedik.
Çünkü bizim genetik kodlarımıza başarıyla kazınan o kutsal aile mitinin devamını sağlayacak motivasyona yüz çevirmememiz için, kuracak başka hayat tahayyülü bulunmayan mutsuz kadınların ömürlerini “cefakâr ve fedakâr ana” olarak taçlandırılmasını birilerinin de bu şekilde romantize etmesi gerekiyordu. Bu yüce görevin bayrağını şimdilerde de ana akım diziler taşıyor.
Formüller
Formül basit. Dizi romantik-komediyse sakar, komik, güzelliğinin henüz male gaze geçerliliği olmayan; ama o dönüşümü geçireceğinden emin olduğumuz; esas erkeği bir sokak köftecisine götürerek “Aman tanrım, ne kadar da değişik bir kadın” şokuna sokma suretiyle kendine aşık eden hafif şaşkın kadınlar favorimiz. Bu şaşkın esas kızların esas oğlanla ayrılmalı-barışmalı ve bol yanlış anlamalı aşkına gölge düşüren de o hep sevmememiz gerektiği şekilde kodlanan fettan kadınlar. Başarılı bir kariyer inşa etmiş, etrafında herhangi bir aile baskısı da görmediğimiz, kendini gerçekleştirmiş; ama nedense bir türlü o mutlu aileyi kuramamış, bu yüzden de çareyi başka bir kadına binbir entrika kurarak hayatı zindan etmekte bulmuş o dişli ve dişi düşmanı kadınlar.
Bu kadını sevmemize giden bütün yollar iyi niyet taşlarıyla döşenir. Bir kere saf, sarsak değil cin gibidir ve evlilik öncesi sekse dair tabuları ve çekinceleri yoktur. İktidar sahibidir; ama esas oğlanla koalisyona açık olduğunu da biliriz. İyi eğitimli, hafifliğini vurgulayacak derecede dekolteli ve dikkat çekici bu güçlü kadın, esas kızın temsil ettiği her şeye karşı tez olarak hikâyeye monte edilir. Neyse ki esas oğlanın aşık olma kriterleri sokak köftecisi, samimi bir mahalle ve aile ortamı ve terlikle girilen dantellerle bezeli ev gibi bu fettan kadının gerçeğine temas etmeyen detaylarla çevrilidir de o ayrıl barış aşka ihanetle gölge düşmez.
Dramalarda da babasından bir ömür gördüğü fiziksel şiddetten, başka bir erkeğin tahakkümüne girerek kurtulan ve bu sırada cehennemini değil, sadece kendisini yakan ateşini değiştirdiğini fark etmeyen kadınları severiz genelde. Bazen devreye başka aile fertleri ve başka istismarlar girse de “kurtarıcı” hep aynıdır, düşman da öyle. Yine serbest cinsellikle esas oğlanı bir süre elinde tutan; ama oğlanın saf aşkı esas kızda bulmasıyla deliye dönen şeytan kadın.
“Makbul kadınlar”
Hayat standartları, ekonomik parametreler, toplum dinamikleri değişse de bize dayatılan makbul kadın başrol pratikleri hiç değişmiyor. Mümkünse evlenmeden sevişmeyen, sevişmişse de iyi niyetine ve masumiyetine bir şekilde bizi ikna ettikten sonra sevişen ve genellikle bu ilk birliktelikte çat diye hamile kalan ve tabii o bebeği asla ve asla aldırmayan makbul başroller yıllardır sabitimiz.
Kürtaj masasına yatan ve o masadan gebeliğini sonlandırarak kalkan kadınlar bizim moral sınırlarını rahatlıkla tartışmaya açabileceğimiz, fettan, kurnaz, anne olduktan sonra da disipline girmeyeceğine kani olduğumuz ahlâken düşük kadınlardır, Yaprak Dökümü Ferhunde ve Aşk-ı Memnu Bihter gibi. Onlardan gelecek nesebi sahih olmayan çocukla toplumun çok da işi olmaz zaten. Mürebbiyelerle ve piyano resitalleri ile büyüyen, 18 yaşına gelir gelmez amca oğluyla evlenme hayalleri kuran öz hakiki burjuva Nihal’e ya da önce kendi kök ailesine, sonra da üç çocuklu nobran bir adama adadığı ömrünün ödülünü sonradan yeşeren bir aşkla alan orta sınıfın medarı iftarı Fikret’e ve onlardan gelecek çocuklara aş erer toplum.
Bir kadının zorla evlendirilmesi, isteyerek boşanmasından çok daha çabuk sindirilebilir bir diziler evreni gerçeği mesela. Zaten o zorunlu evlilikten de çiftin birbirini hırpalama dozu arttıkça reytingi artacak bir aşk çıkacağı da malumumuzdur.
“Aldatılma diziler evreninde bir KPSS ataması niteliğindedir”
O yüzden boşanmaların da yazılı olmayan kuralları vardır. Bir kere hiçbir kadın, seyirciyi salt psikolojik şiddet gördüğü için boşanması gerektiğine ikna edemez, bu nedenle kendisini de iknaya çalışmaz. “Ev iyisi el ayısı” diye yaygın bir evlilik modellemesi olarak belletilen bir gerçeğin karşılığı tek celsede biten bir anlaşmalı boşanma değil, yıllar sürecek şiddetli bir seçimsizlik olmalıdır: Boşanmayı ve kendini seçememe.
Kocası tarafından her türlü manipülasyona, gaslihgting’e, aşağılamaya, küçümsemeye maruz bırakılan bir kadının boşanma rüştünü ispatlaması için bunların üzerine illa ki bir de aldatılması gerekir. Aldatılma diziler evreninde bir KPSS ataması niteliğindedir, zor çıkar ama çıkınca da yerin garantidir. Sonra asıl mücadeleye geçeriz. Çocuklarının velayeti için savaşan mazbut ve tokgözlü bir anne ve kadını çocuklarıyla cezalandırmak için her şeyi yapan, eli de her yere uzanan zengin ve güçlü koca savaşı başlar. Evet biri annedir, diğeri ise koca.
Kadının evlilik süresince edindiği mal varlığı üzerindeki kanunihakları, evliliğin sona ermesine yol açan karşı tarafın kusurları nedeniyle talep edebileceği tazminat miktarı, yıllarca çalışmamış ya da çalıştırılmamış olmasına rağmen kendisine bağlanacak nafaka ve çocukları için tartışılmaması gereken iştirak nafakası gündeme getirilmez ki biz o kadının ne kadar gururlu olduğuna ikna olalım.
Çünkü aksi halde biz saf izleyiciler onunla değil de “mallarının üzerine çökme” tehlikesi yaşattığı zengin kocasıyla empati yapma gafletine düşebiliriz. Zira erkeklerin boşanma sonrası tüm sorumluluklarından azade olarak yeni bir hayat kurabilme haklarını ve eski karılarının hayatlarına tebelleş olma imkânını ellerinden almak çok kritik bir müdahaledir ve bunu yapabilmek için makbul başrol kadın olma kriterlerini asla esnetmemek gerekir. Çünkü daha sırada o makbul kadına yaşatılacak yeni ve helâl bir aşk beklemektedir. Biz izleyicilerden o onayın alınabilmesi için pirüpak bir kadınlık çerçevesi çizilmesi gerekir ve nafaka bunu bozar.
Kadının kendi kaderini tayin hakkı
Kızılcık Şerbeti Doğa’ya söyletilen “Ben nafaka almayı gurursuzluk olarak görüyorum,” gibi bir önermeyle bunun iyice altı çizilir. Kendisini hamileyken aldatmış ve bebeklerinden birinin kaybına sebep olmuş kocasıyla boşanırken, aleyhine düzmece bir “Akıl sağlığı yerinde değildir” raporu alınmasına rağmen sürdürmeye çalıştığı bir evlilikteki ısrarı değil de, o evlilik bitince bir yaşındaki bebeğine bağlanacak olan nafaka gururunu kırar nedense.
Kadının kendi kaderini tayin hakkı elinden alınarak erkeğin tahakküm alanına ve inisiyatifine bağlı bir yaşam kurması ve topluma bir tehdit değil, ataerkiye bir müttefik olarak konumlandırılması çok da gizli olmayan bir toplum dizaynı. Diziler de kuşkusuz bu dizaynın bir parçası. Kadınların boşanma iradesini baltalamak, bu kararlarını zorlaştırmak, başına neler neler gelir bak, diye ekrandan sopa sallamak da sinsi ama etkili bir yöntem.
Çünkü bekâr kadın, boşanmış kadın, evlenmek ya da doğurmak istemeyen kadın bu dizayna aleni bir tehdit olarak görülüyor. Marjinalleştirilerek, ötekileştirilecek ya da boyun eğdirilerek ehlileştirilecek, sistem kadınlara üçüncü bir alternatif ön görmüyor. Kurguda da gerçekte olduğu gibi bir kadının ona biçilen roller dışında mutlu olması ve hatta mutluluğunun bir erkeğe, bir aileye, birilerinin annesi olmaya bağlı olmadığını keşfetmesi cezalandırılıyor.
Ataerki ezberi
Bir kadının başına gelebilecek en ağır şeylerden birinin çocuk sahibi olamamak ya da çocuk düşürmek olduğunu, 15 yaşında hamile kalmış bir kızdan çok 35 yaşında anne olamamış bir kadına üzülmemiz gerektiğini, tüm travmalarımızın ve yaralarımızın doğru adamı bularak iyileştirilebileceğini, kariyerin o kadar da önemli olmadığını; ama anneliğin her türlü fedakârlığa değdiğini zihinlerimize kazıya kazıya, kadınlığı aynı tanımlarla başka zeminlerde tekrar tekrar inşa ediyorlar.
Kadının kadına yurt değil de kurt olduğuna dair ataerki ezberlerine yaslanılarak, aldatılma hikâyelerinden bile sadakat yükümlülüğü ihlal eden erkeğe değil de onu baştan çıkarıp yuva yıkan fettan kadına fatura çıkarılarak seyircinin gazı alınıyor.
Aynı erkeğin kurbanı olmuş iki kadından birinin melek birinin şeytan yapılmadan resmedildiği bir aldatma hikâyesi yok. Oysa aynı denklemde kandırılmış bu iki kadının yoldaşlığını izlemek, faturayı bir kere de sadece erkeğe ödetmek de bir seçenek. Tıpkı çocuklar için toksik bir evliliği sürdürmeyi güzellemek yerine, sağlıklı bir boşanmayı deneyimlemenin gerektiği durumları göstermeyi seçmek gibi.
“İzleyici bunu istiyor” bahanesinin arkasına saklanıp yaratılan kadın düşmanı dünyalara izleyiciler de tepki gösteriyor. Bahar’ın ilk sezon yapabildiği ve izleyicide coşkun bir karşılık bulan, gerçekle temas etmiş kadın hikâyeleri anlatılınca gayet de izleniyor zira, gördük.
O zaman “bunu” isteyen gerçekte kim? Neden istiyor? Dizilerin ağırlıklı tüketicisi olan kadınların ne zaman, ne şekilde ve kaç tane doğuracağına kadar karar verip tebliğ edenler, kadınların neyi fantezileyeceğine de mi karar vermek istiyor? (HK/TY)