İsrail-Gazze savaşı devam ederken, Filistinlilerin haklarını ilerletmek ve savunmak için çalışan hak örgütlerinin karşılaşacakları ikilemler neler? Daha önce olanlar yüzünden zarar görmüş olan güvenilirliklerini kaybetmeden bir etkileri ve hatta söz hakları olabilir mi?
Kolay değil.
openGlobalRights’da daha önce yayınlanan makalelerden İsrailli örgütlerin ülke içinde para toplamada ya da çalışmaları için kitlesel destek almada (ilgili haberler 1, 2, 3) zorlandıklarını biliyoruz. 2008 yılındaki “Gazze Savaşı” sırasında gerçekleştiği iddia edilen savaş suçlarının uluslararası araştırmasında hak örgütlerinin rolü, bu problemleri ortaya çıkardı ve belki derinleştirdi.
Politikacılar ve sivil örgütler için, bir kamuoyu araştırmacısı, stratejist ve analizci olarak, bu hassas konuda İsraillilerin tutumlarının nasıl geliştiğini gözden geçireceğim ve yakın gelecekte insan hakları örgütlerinin karşılaşacağı bazı stratejik seçeneklerin ne olabileceğini tartışacağım.
İsrailli hakları örgütleri 1. Aşama: Filistin’in yükselişi
İsrailliler kendilerini demokratik ve saygılı insanlar olarak görüyor. Genel olarak, İsrailli Museviler, Filistin İşgalini, İsrail’in insan hakları konusundaki yaklaşımının bir yansıması olarak görmüyor. Aslında 1967 yılından sonraki ilk 20 yılda, hiç görmediler bile. Al-Haq gibi, Filinstili insan hakları örgütleri bu sırada çalışmalarına devam etse de, İsrail halkına çok etki etmediler (hala da edebilmiş değiller).
1987’deki ilk Filistin ayaklanması, bir insan hakları söyleminin ortaya çıkmasının ilk aşamasıydı: İntifada devletsiz insanlar üzerindeki 20 yıllık askeri yönetimi yok saymayı imkansız hale getirdi. İsrailliler şaşkındı: İsraillilerin gittiği; ucuz alışveriş yapıp, yemek yedikleri ve rahatça dolaştıkları Filistin alanları, bir gecede, meşum protestoların, yanan tekerleklerin ve uçan taşların mekanına dönüştü.
Dolayısıyla B’Tselem gibi hak örgütleri, Filistin bölgelerindeki hak ihlallerini kaydetmek ve eleştirmek üzere ortaya çıktılar ve temel olarak İsrail halkının huzurunu kaçıran, İsrail’in imajının o kadar da güllük-gülistanlık olmadığını hatırlatan kurumlar oldular.
İsrail Eski Başbakanı Yitzhak Rabin, Oslo anlaşmalarını takiben, İsrail Yüksek Mahkeme’sinde, yeni Filistinli yönetimin, “B’Tselem ve Bagatz olmadan” Filistinli militanlarla savaşabileceğini söyledi, yani böyle yaparsa daha etkin olacağını ima etti. Bu ifade, bu fikri anlatmak için kullanılan bir deyime dönüştü.
İşin tuhaf yanı; “İnsan hakları” kavramını ortaya koyan, 1987-1992 ayaklanması, aynı zamanda Filistin-İsrail ilişkilerini de aktif bir çatışma haline dönüştürdü, böylece çoğu Musevi İsrailli için insan hakları konusunu, milli güvenliğe karşı ve o başlık altında değerlendirmesi kolaylaştı.
Çoğu İsrailli için, dünyadaki birçok başka insan için olduğu gibi, milli güvenlik, evrensel haklardan daha öncelikli. Bunun sonucunda, Musevi İsrailliler, kontrolleri altındaki Filistin özelinde, insan hakları davasını gerçekten sahiplendiler.
2. Aşama: İkinci Filistin Ayaklanmasından Gazze Savaşı’na
2000 yılının Eylül ayında başlayan İkinci Filistin ayaklanması, 1993 Oslo Anlaşması’nda yaratılmış olan umutlu “barış paradigmasını” bitirdi.
Artık, ilk İntifada sırasında bulunmayan, Filistin Yönetimi, uluslararası tanınma, kısmi idari özerklik, bir bütçe ve hafif silahlara kısıtlı erişim hakkı kazanmıştı. Filistinli militanların, Yahudi sivillere karşı gerçekleştirdiği intihar bombaları da sıradan bir hale gelmişti.
Bunun sonucu olarak, birçok İsrailli, çatışmayı artık, eşitler arasında görmeye başladı, yani kendi orduları, aynı güçte bir Filistinli düşmanla savaşıyordu. Hatta bazıları bu çatışmanın eşit olmadığını düşünüyordu, Filistinliler, Yahudilerin tarih boyunca yaşadıkları ebedi zulümü, hatta varoluşsal bir tehdidi temsil ediyordu.
Bunun sonucunda İsrailli insan hakları örgütleri rahatsız edici bir unsur olmaktan, anlaşılamayan bir konuma ya da bazı radikal sol görüşlü insanlar tarafından vatan haini konumuna geldiler.
Musevi İsrailli solcu politik kamp da yıkılmıştı. Seçmenler hükümetten orta-solu tamamen sildi, halkın görüşleri sağa doğru kaydı ve barış yanlısı faaliyetler azaldı. Son olarak, 1982 Lübnan Savaşı sırasındaki acımasızlıkları yüzünden cezalandırılmış olan, İsrailli sağ görüşlü lider, Ariel Sharon, Başbakan oldu. Böylece İsrailli insan hakları topluluğu, kendi ülkesinde “partnerlerinin olmadığının” farkına vardı.
Bunun sonucunda ise, birçok solcu ve insan hakları aktivisti, İsrail halkının içeriden değiştirilemeyeceğine karar verdi. İskandinavya ve Avrupa’nın, İsrail’e Amerika’ya göre daha az bağı olduğunu ve uluslararası baskı oluşturulabileceğini umut ederek, dışarıya döndü.
Aynı zamanda İsrailli sağcı aktivistler de, yeni kavramsal yaklaşımlar, özellikle ciddi suiistimallerde uluslararası adalet konusunda dışarıdan medet umdular. Uluslararası yasaları kullandılar ve İsrail ordusu ve politik liderleri yararına olabilecek evrensel yasaları incelediler. En önemlisi, yabancı hükümetler dahil olmak üzere, uluslararası kaynaklardan fon topladılar.
3. Aşama: Gazze Savaşı ve Goldstone Raporu (2008-2010)
2008-2009 yılları arasındaki İsrail’in Gazze Savaşı operasyonu, ülkenin bölünmüş solunu canlandırdı, böylece 2007’den beri tecrit halinde yaşayan Gazzeliler’e karşı orantısız olduğunu düşündükleri savaşa karşı yeni stratejiler geliştirmeye ve genel olarak çatışmanın çözümlenmesindeki durağanlığa karşı durmaya başladılar.
Ana akım İsrail toplumu, Gazze Savaşı’nı bunun tam tersi; İsrailli sivillere roketlerle saldıran radikal bir rejime karşı savaş olarak gördü. Ordunun misyonuna toplum desteği arttı ve insan hakları meselesi ya göz ardı edildi ya tamamen reddedildi ya da haince ve tahrip edici olarak algılanıp eleştirildi.
Savaş sonrası Birleşmiş Milletler’den Justice Richard Goldstone tarafından yürütülen soruşturma, bu düşmanlığı ayyuka çıkardı. İsrail hükümeti işbirliğini reddetmiş olsa da, İsrailli insan hakları örgütleri savaş boyunca topladıkları bilgileri paylaştılar.
Goldstone’nin raporu destansı bir İsrail öfkesi ile karşılaştı. Rapor her iki tarafı suçlamış olsa da, buradaki İsrail eleştirisi Musevi halkı çileden çıkarttı. Yurtdışında ve İsrail’de, kısa bir zaman önce altı milyon Yahudi’yi öldürmüş olan Batı’nın akıl almaz bir eleştirisi olarak gördükleri raporu kınadılar.
Dünyadaki diğer korkunç insan hakları ihlalleri göz önüne alındığında, Yahudiler küresel bir ikiyüzlülük olarak algıladıkları bu duruma çok öfkelendiler. Başka yerlerde çok daha korkunç şeyler olurken, İsrail neden eleştirilerin hedefi oluyordu? O sırada katıldığım bir etkinlikte, bir Musevi Amerikalı bana “Bir kabusu yaşıyoruz,” dedi.
İsrailliler ayrıca öfkelerini içerideki düşmana çevirdi yani Goldstone’ya gerekli bilgiyi sağlamış olan İsrailli insan hakları örgütlerine. Kamusal tartışmalarda, “vatan haini” ya da “kanser” olarak tanımlandılar ve bir sivil toplum kuruluşu, Im Tirzu, İsrailli insan hakları örgütlerini destekleyen, the New Israel Fund’ın İsrailli liderine karşı kişisel bir saldırı kampanyası başlattı.
Birçok Musevi İsrailli, yurt içindeki insan hakları örgütlerinin, yurt dışından destek alan ve kendi milletinden nefret eden kurumlar olduklarına ve kendilerini “yardımsever kişiler” olarak gösterirken aslında gizli amaçlarının İsrail’i içeriden yok etmek olduğuna inandı. Filistinliler ve terörizm arasında bir fark görmekten aciz ya da görmemeyi tercih ederek, İsrailli insan hakları gruplarının Filistinli teröristleri desteklediğini düşündüler. En korkunç suçlamaları ise teröristler ve destekçilerinin insan hakları örgütlerine fon sağladığıydı.
İsrailli insan hakları savunucuları, etraflarındaki tüm kapılar kapanırken hazırlıksız yakalanmışlardı.
“Savunma Taşı” Operasyonu: İsrailli hak örgütlerini ne bekliyor?
Şimdi yeni bir savaşın acılarının içindeyken, İsrailli insan hakları örgütleri kendilerine yeni bir rol bulacak mı ya da kamusal algıda yeni bir aşamaya geçiş yaşanacak mı? Henüz bir şey söylemek için çok erken. Ancak bir önceki aşamanın hassasiyetini göz önüne alırsak, bazı olası hareket seçenekleri mevcut; her yönü destekleyen argümanlar var ancak her biri kendi problemleriyle geliyor.
Denge: İsrail’in önde gelen insan hakları örgütlerinden B’Tselem, Hamas’ı Gazze’den İsrailli sivillere roket attıkları için defaten kınadı; bir yandan Batı Şeria’da üç Musevi gencin kaçırılıp öldürülmesini de kınadı. B’Tselem aynı zamanda İsrailin ihlallerine karşı da aynı derecede eleştirel yaklaşıyordu. Bu yaklaşım yeni değildi, ancak iki tarafın da ihlallerini vurgulamak, Musevi İsraillilerin güvenini yeniden inşaya ya da daha dostane bir ilişkiye yarayabilirdi. Bu yaklaşıma gelen en büyük eleştiri, her iki tarafta eşit suç bulması ve çatışmanın asimetrik doğasını örtmesiydi. Hamas’ın roketlerine ve tünellerine rağmen, İsrail neredeyse tamamen yok etme, hapsetme, baskılama kapasitesi ile hala daha güçlü olan taraf. İsrail’in tam gücünü kullanmamasını sağlayanın karşıt politik ve sosyal güçler olduğu da iddia edilebilir.
Alternatif siyaset ve çözüm önerilerini vurgulayın. İsrailli insan hakları örgütleri, ihlalleri kaydetmenin ve kınamanın yetersiz olduğuna karar verebilir. Bu faaliyetlerin gerçek emniyet ikilemlerine bir faydası olmadığı gibi gerçekçi alternatifler de sunmuyor.
Bunun yerine İsrailli insan hakları örgütleri, dışarıda eleştirmek yerine; yeni siyasi yaklaşımlar geliştirmeye konsantre olabilir, emniyet güçleri ile işbirliği yapabilir ve yönetimdekiler için daha yapıcı öneriler getirebilir.
Ancak bu yaklaşım İsrailli insan hakları örgütlerinin demokratik bir gözlemci rolüne zarar verebilir hatta “aydın” ama süren bir işgale olanak verebilir.
Az yerine daha çok politika. Son olarak İsrailli insan hakları örgütleri, daha politik bir hale bürünebilir, İsrail-Filistin çatışmasına daha muayyen çözüm önerileri getirebilir, ki bu sistematik ihlalin birincil kaynağı olarak görülüyor.
Diğer bir deyişle, insan hakları örgütleri, iki rolden birini seçebilir: açıkça politikleşmeden insan haklarını tanıtmak ve gizli bir amaçlarının olduğu suçlamalarına maruz kalmak (ne de olsa basın, politik etkinliklerde, insan hakları savunucularını, öznel bireyler olarak görüyor) ya da popüler olmayan görüşleri savunarak daha da fazla öfkeye maruz kalsalar da açıkça politik bir tutumu sahiplenmek...
Bu ikinci seçenekte bir umut ışığı var. Ana akım Musevi-İsrailli toplum zaten insan hakları örgütlerinin radikal solu ve Filistin destekçisi politik duruşu, “insan haklarını koruma” kisvesi altında desteklediğini düşünüyor. İsrailli insan hakları örgütleri açıkça politikleşirlerse, en azından gizli bir amaçları olduğu suçlamasından kurtulurlar.
Bu daha çok İsrailli Musevi’nin insan hakları topluluğundan hoşlanmasını sağlamayabilir, ancak en azından inandıklarının ne olduğu açıklığa kavuşur ve insan hakları örgütlerinin daha transparan ve dürüst algılanmasını sağlar.
Bu konudaki hiçbir çözüm basit değil. (DS/HK)
* Bu makale opendemocracy.net'te yayınlandı.
Dahlia Scheindlin siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri için strateji danışmanlığı ve araştırmacı olarak çalışıyor. Tel Aviv'de yaşıyor ve İbranice ve Arapça blog olan +972 Magazine'de yazar. |