“Konuş, dudakların hala özgürken
Konuş, hala dilin varken
Senin bedenin senin
Konuş, hayatın hala sana aitken
Konuş, geriye kalan çok az zaman varken
Bedenin ve dilin ölmeden önce
Konuş, doğru hala yerinde dururken
Konuş, konuşulması gerekenler geç olmadan.”
“Susma, sustukça sıra size gelecek” sloganının bir başka boyuttaki ifadesi olan bu dizeler, “Madaari” adı bir Hindistan filminin sonundaki jenerikte yazıyor.
Nishikant Kamat’ın yönettiği 2016 tarihli bu filmin başrol oyuncusu, Irrfan Khan bir süredir mücadele ettiği kansere 29 Nisan’da yenik düştü. Hindistan’ın Yılmaz Güney’i benzetmesi yapılan aktör Khan’ın 53 yaşındaki ölümü sinema dünyası için büyük bir kayıp. Khan, rolünü yaşayarak oynayanlardan. İki aktör arasındaki benzeşme yalnızca yeteneklerinden değil, çok erken ölümlerinden de ileri geliyor. Güney de 47 yaşında ölmüştü.
Madaari adı, büyücü anlamına geliyor. Filmin adının yaptığı çağrışım ve Khan’ın ölüm haberi kendiliğinden beni yazmaya sevk etti.
Bir bakıma yaşam, istenilir olan ile gerçek olanın çelişkisidir. Herhalde hayalin bir kaynağı da bu çelişki olsa gerek. Yaşama dair hayaller kurar ve çoğu defa da sorular sorarız. İnsanların çoğu fakirken az bir kesimi zengindir, neden? Sistemdeki adaletsizlikler, soygunlar, vurgunlar karşısında adalet yerini bulmuyorsa… Gücü elinde tutanların bu gücü kullanarak kamunun kaynaklarını talan ediyorlarsa… Savaşlar, silahlanmalar, rüşvetler… Devletin gücü karşısında bireyin sığınacağı, savunacağı yargı bozulmuşsa…
Mahkeme kurar, yapılan her türlü adaletsizliğin, yolsuzluğun, haksızlığın, riyakârlığın, halkı aldatmanın, kısacası gerçeklerin açığa çıkarılmasını hayal ederiz.
Uğradığımız bir haksızlık, şiddet veya hakaret karşısında gücümüzün yetmediği yerde bununla hesaplaşmak için hayal kurarız.
Yıllar önce TV’de Müjdat Gezen’in bir skecini izlemiştim. Gezen, mahallenin bir iki kabadayı geçinen tipi tarafından ayak işlerinde kullanılıyor, aşağılanıyor, şiddet görüyor. Karşılık vermeye çalışıyor ama gücü yetersiz, hep dayak yiyor. Bu haksızlık karşısında Gezen, kendinin Süpermen olmasını hayal ederek, kendine eziyet eden bu tiplere karşılık veriyor, onları dövüyor.
Toplumsal ölçekteki kötülüğün karşısında esas mücadelenin siyasal/sosyal örgütlenmeler yoluyla olabileceği, başarıya sınıfsal, kitlesel, bölgesel, yerel mücadelelerle ulaşılabileceği bir gerçek. Ama insan hayal kuran, hatırlayan ve gelecek tahayyülü olan bir varlık. Dolayısıyla sözünü etiğim gerçek mücadelenin içindeyken bile, mücadelenin daha etkin olmasının, hemen sonuç alınmasının hayalini kurabiliriz. Hemen hepimiz zaman zaman kişisel veya toplumsal sorunlar karşısında hayalimizde kendimizce çözümler üretiriz! Getiririz o kişiyi veya grubu halkın karşısına, anlatın bakalım deriz, yalan söyledikleri yerde belgelerle, tanıklarla yalanlarını ortaya sereriz vb. Hesabın bu dünyada sorulmasını sağlayan gücümüz olsun isteriz.
Sanatın daha çok edebiyat, tiyatro ve sinema dallarında hesap sorma, gerçeği açığa çıkarma biçimleri üzerine eserler var. Bunların bir kısmına “büyülü gerçekçilik” deniyor.
Madaari filmi fantastik veya büyülü gerçekçilik içeriğine sahip olmasa da adının “Büyücü” olması, böyle bir hesap sormanın büyüsünü yaşatmasından ileri geliyor.
Sistemin büyüsünün tarumar oluşu
Hindistan’da bir bakanın küçük yaştaki oğlu kaçırılır. Kaçıran kişinin bir talebi vardır: Kaybolan kendi oğlunun bulunması.
Çocuğu kaçıran kişinin küçük yaştaki oğlu okula giderken, geçtiği köprünün çökmesi üzerine ölmüştür. Filmde kaybolma, ölme anlamına kullanılıyor ve bu kayboluşun hesabının sorulması işleniyor.
Hindistan’da sıkça yollar bozuluyor, köprüler çöküyor ve çok sayıda ölümler yaşanıyor. Bakanın çocuğunu kaçıran kişi, köprünün çöküşü ve kendi oğlunun ölümü üzerinden toplumsal bir yaraya parmak basarak bu sorunun arkasındaki gerçeği açığa çıkarmaya soyunuyor.
Çocuğu rehine tutan kişi, çocuğun serbest bırakılması şartı olarak çocuğun babası olan bakanın, ihaleyi veren hükümetin bakanının, köprü işini alan müteahhidin ve inşaatın yetkili mühendisinin bir arada olduğu konuşmaların bir TV’nin canlı olarak Hindistan’a yayınlanacağı ortamı sağlıyor. İnsanlar merakla TV’lerin başında bu sorgulamayı izliyorlar.
Bakanın çocuğunu rehin alan kişi, sorgucu sıfatıyla bu kişilere köprü yapım işiyle ilgili sorular soruyor. Köprünün yıkılmasının arkasında büyük bir rüşvet çarkının olduğu ortaya çıkıyor.
Sorgucu, çocuğun babası olan bakana soruyor “Bu akıl almaz büyüklükteki rüşvet rakamları gerçek mi?” Bakan açıkça cevap vermek yerine lafı dolandırınca sorgucu, rehineyi öldürme tehdidini gerçekleştirebileceğini göstermek için, çocuğun yakınına bir el ateş ediyor. Rehin çocuğun babası bakan, bunun üzerine çözülüyor ve başlıyor açıklama yapmaya. “Evet, gerçek” diyor ve ekliyor: “Bunları alıyor ve aramızda bölüşüyoruz… Güç, bizim gibiler için sadece bir çeşit para kazanma yoludur… Biz oyunuzu almak için sana bir rüya gösteriyoruz ve sen de buna inanıyorsun” diyor.
Sorguda müteahhit tarafından bakanlara verilen rüşvetler yoluyla hükümetin çürümüşlüğü, yöneticilerin yalanları, iktidar gücünün zenginleşme için bir araç olarak kullanıldığı bizatihi sorgudaki bu kişilerin ifadeleriyle ortaya seriliyor. Film, aslında çürümüş bir sistemin eleştirisini yapıyor.
İktidarların neler yaptıklarının ortaya çıkarıldığı, kötülüklerin belgeleriyle sergilendiği bir mahkeme düşünün. Devletini en çok sevdiğini söyleyenlerin, devletini en çok soyanların olduğu görüp bilmek istemez misiniz? (Bu sözü takribi 10 yıl önce İlber Ortaylı söylemişti. Yaşadığım bir soru-cevap ilişkisinde de gördüğüm gibi, bu sözünü açmaktan kaçındı ve sonradan da bunun üzerinde hiç durmak istemedi!).
İşte filmdeki bu sorgulama sahnesi bana olması istenenin, yani hayalin gerçekleşmesi gibi geldi. Bu anlamda filmin son kısmını bir büyülü gerçekçilik olarak nitelemek de mümkün.
Edebiyatta ve sinemada toplumsal sistemlerin göründükleri gibi olmadıklarını, içinde siyasi riyakârlığı ve çürümüşlüğü barındırdıklarını konu edinen eserler var demiştik. Filmin final sahnesi bu açıdan Sovyet yazarı Mihail Bulgakov’un sistemin düzenli işlediğini, insanların memnun göründüğünü ama aslında öyle olmadığını anlattığı bir toplumun kara mizah eleştirisi olan “Usta ile Margarita” romanını çağrıştırdı.
Önemli olan, doğru zamanda konuşmaktır. Konuşmayacaksak biz neye yararız?
(HŞ/DB)
Konuşanların ve Khan’ın anısına saygıyla…