Böylelikle, karşısındakine şu mesajı iletmek istiyorlar: "Ben olmazsam sen bir hiçsin"... "Bugün seni görmeyeceğim; o halde sen de bugün varolmayacaksın."
Bu protesto yönteminin muhabirlik mesleğini ve gazeteciliğin doğasını çok güzel yansıttığını düşünüyorum. Evet, gazeteciler sıradan insanların ulaşamadığı kişilerle, olaylar ve durumlarla, kendilerine verilmiş bir takım ayrıcalıklar nedeniyle karşı karşıya geliyorlar.
Sadece lüks oteller değil, savaş alanları da
Bu nedenle, onların vazifesi halkın giremediği yerlere girmek, konuşamadığı kişilerle konuşmak, soru sormak, fotoğraf ve görüntü almak, ardından da en kısa zamanda haber merkezine dönüp haberi editörlerine teslim etmek.
Ancak, gazeteciler mesleklerini yaparken sadece lüks otellerde, toplantı salonlarında, restoranlarda karşı karşıya gelemiyorlar haber kaynaklarıyla; kimi zaman da korkunun kol gezdiği savaş alanlarında, çatışma bölgelerinde görev yapıyorlar.
Gün geliyor güvenlik güçleriyle halkın birbirine düştüğü, toplumsal olaylara tanıklık ediyorlar, bazen de cinayet ve saldırıların ortasında buluyorlar kendilerini. Gazetecileri polisiye olayların ortasına, savaş meydanlarına veya lüks otellerin lobilerine bir mıknatıs gibi çeken şey, "Hadi bir gidelim görelim, bakalım neler oluyormuş", keyfiyeti değil kuşkusuz.
55 bıçak ve Derya Tuna
Gazeteciler, her olayı mesleki sorumlulukları gereği, yani toplumun haber alma özgürlüğü adına "tanıklık etme" ve "aktarma" anlayışıyla izliyorlar. Bu nedenle, fotoğraf makinelerinin yere bırakılması, kameraların kapatılması, gazetecinin toplumsal rolünün anlaşılabilmesi açısından önemli bir mesaj içeriyor.
Şimdi, son günlerde gazetecilik mesleği üzerine yeniden başlatılan "İnsanlık mı, gazetecilik mi?" tartışmasına biraz da bu boyutuyla bakmak gerekir.
Hem Adana'da yaşanan, imam nikahlı karısını 55 kez bıçaklayan koca, hem de Derya Tuna'nın bacağından kurşunlanması olaylarında, özellikle muhabirlere (olayları görüntüleyen fotoğrafçı ve kameramanlara) yöneltilen saldırıları çok acımasız ve haksız bulduğumu söylemeliyim.
Kötülerin kötülük yapma isteği azalacak
Gazetecilik etiğini, gazetecinin gazetecilik yapmasını engelleyecek birtakım "insanî kurallar" silsilesi olarak gören sansürcü zihniyete başından beri karşı çıkmışımdır. Bunun nedeni gazetecinin insani değerlerden nasibini almamış, kaba ve duygusuz kişiler olduklarına inanmam değil tabii ki.
Dünyada yaşanan pek çok haksızlık, işkence, zulüm ve cinayetin, sadece ve sadece gazeteciler tarafından görüntülendiği için ortaya çıktığını bilmem ve gazeteciler işlerini yapmaya devam ettikleri sürece "kötülerin kötülük yapma isteklerinin azalacağına" olan inancım.
Hem Adana'da, hem de İstanbul'un göbeğinde yaşanan olaylarda "Neden kameralarını bırakıp yardım etmediler?" sorusunu soranların, hatta bununla da yetinmeyip "Allah kahretsin böyle gazeteciliği!" türünden hakaretler yağdıranların daha çok "meslek içinden" gelen kişiler olması ilginçtir.
Ruhat Mengi Kalsaymış gece nöbetine...
Gazetesinin birinci sayfasında Derya Tuna'nın vurulduktan hemen sonra acı içinde kıvranan vücudunun görüntüsü manşete oturmuş olan Vatan Gazetesi yazarı Ruhat Mengi haykırıyor mesela: "Çekime devam etmek yerine şöyle bir hareketlenseler, hep birlikte ilerleseler, bağırsalar adam anında korkup kaçacak!".
Keşke o gece Ruhat Mengi kalsaymış gece nöbetine diyesi geliyor insanın. O olsa, kamerasını elinden atıp, Derya Hanım'ın yanındaki aşçısını, uşağını, şoförünü, menajerini, akrabalarını filan bir hamlede ekarte edip, bir nevi Tomb Raider misali hayat kurtarıcı rolüne soyunacaktı demek...
Savaşlar ve çatışmalar kadar, polis ve adliye haberleri izleyen muhabirler için de sorulabilecek en saçma sorunun "haber mi önde gelir, yoksa insanlık mı?" olduğunu düşünüyorum.
Eksiksiz aktarabilme dokunulmazlığı
Gazetecinin, suç ve suçluluk olayında taraf olmadığı sürece, olayın kurgusunda, tasarlanışında ve gerçekleşmesinde rol oynamadığı sürece, güvenlik gücü ya da koruma rolü oynamasına da karşıyım.
Gazetecilerin sadece bu tür durumlar ve olayları eksiksiz aktarabilmek için dokunulmazlıkları olduğunu, dolayısıyla, söz konusu olacaksa, önce muhabirin güvenliğinin sağlanması gerektiğini savunuyorum (Hele hele Türkiye gibi gazeteciye dönük saldırıların çok sık yaşandığı ülkelerde).
Adana'daki olayda, bir adam karısını delik deşik ederken, kadını kurtarmak isteyen vatandaşı engelleyen güvenlik kuvveti yerine, polislerin acizliğini görüntüleyen ve kamuoyunu/yetkilileri bu konuda bilgilendiren gazetecilerin topa tutulmasına ise tamamen karşıyım.
Muhabirler değil, editörler
Eğer iddia edildiği gibi "olacağı önceden haber alınmadıysa", Derya Tuna olayında da, gözlerinin önünde gerçekleşen ve haber değeri taşıyan bir olayı belgeleyen muhabirlerin, işlerinin gereğini yaptıklarını düşünüyorum.
Ama Derya Tuna'nın kurşunlanması olayının büyük basınımızda veriliş tarzının, kapladığı alanın/sürenin, hatta ülkenin tek ve en büyük olayı gibi sunulmasının tartışmaya açık olduğunu da ekliyorum. Burada da sorumlu tutulması gerekenin "gidip haberi getiren" muhabir değil, birinci sayfaları ve haber bültenlerini hazırlayan editörler olduğu kanısındayım.
Gazetecinin olacağını önceden haber aldığı kriminal olaylar ve durumlar karşısındaki tavrının, gazetecilik etiği çerçevesinde değil, suç ve suça iştirak çerçevesinde incelenmesi gerektiğini de söylemeliyiz.
Vatan muhabiri neden tedbirsiz yakalandı?
Derya Tuna olayında, magazin muhabirlerinin saldırının olacağını önceden haber aldıklarına dair ortaya atılan iddialar var; ancak henüz kesinlik kazanmış değil. Kesinlikle tartışmaya ve araştırılmaya muhtaç konular. Muhabirler (haber merkezleri) saldırının olacağını bilerek mi gittiler olay yerine?
O halde, mesela saldırıda yaralanan Vatan gazetesi muhabiri neden tedbirsiz yakalandı? Saldırının olacağını sadece bazı gazete(ci)ler mi biliyordu? Öyleyse, kimdi bu gazeteler, gazeteciler (gazetecilerin saldırıdan haberdar oldukları söylentisi Milliyet tarafından ortaya atılmıştı)?
Gazetecilerin önceden bildikleri iddia edilen bu planlı saldırı söylentisi, acaba Derya Tuna ve arkadaşlarına neden iletilmemişti? Çok daha önemlisi, Derya Tuna'nın Şamdan dergisi kapağına transparan pozlar vermesi ile başlayıp, Şavaş Ay'la "söyleşmesi" ile devam eden süreçte, medyanın sürekli "Acaba İbrahim Tatlıses ne diyecek bu işlere?" söylemiyle iki tarafı birbirine "bileyen" ve hatta "kışkırtan" rolünün, bütün bu olanlardaki sorumluluğu ne kadardır?
Sorun gazetecilik zihniyetinde
Şimdi bu soruların sorulması gerekirken, oturmuş sokaklarda haber peşinde koşan muhabirleri çarmıha geriyoruz. Oysa ki sorun, kamerasını bırakıp Derya Tuna'ya yardım etmeyen muhabirde değil, Derya Tuna'nın bacağından vurulması için gerekli zemini hazırlayan, haberiyle, röportajıyla ve yorumuyla şiddeti teşvik eden gazetecilik zihniyetinde.
Sütunlarından foto muhabirlerine gazetecilik etiği öğretenlerin, hayatında bir gün bile şiddete, savaşlara tanıklık etmemiş, polis adliye muhabirliği yapmamış, toplumsal olayları, çatışmaları, direnişleri izlememiş, şiddeti, işkenceyi ve kötü muameleyi elindeki makinenin deklanşörüne basarak tarihe geçirmemiş gazeteciler olduğunu görüyoruz.
İşte şimdi görün
Gazetecilik oturduğumuz yerden üç beş Gucci defilesini eleştirmekten çok daha farklı ve meşakkatli bir meslek maalesef. Derya Tuna'nın bacağından kurşunlanması haberlerinde muhabirin rolü ve sorumluluğu üzerine ders vermek gayretkeşliği içinde "Efendim sizin insanlığınız nerede?", "Kadın bana yardım edin diye bağırırken nasıl olup da görüntü alırsınız?", "Sizi gidi medyatik şahitler!" diye bağıranlar, gazetecinin gerektiğinde kamerasını bırakmayı bilmesi gerektiğini söyleyenler, "insanlık adına, insanlık dışı olayları görmemizi" istemeyenlerdir.
Unutmayalım ki, yüzümüze "İşte şimdi gördün!" diye bağıran foto muhabirleri olmasaydı, dünyanın dört bir yanında insanın insana ettiği zulme tanıklık etmemiz de mümkün olmayacaktı.(EDA/NM)