8 Aralık 2022 gecesi başımıza gelen şeyi anca 7 Kasım 2023’te mahkeme salonunda avukatının bu “şey”e dair yorumunu duyduktan sonra tanımlayabildim: “Sayın Başkan müvekkilimizin bu iddiaların öznesi olması ‘hayatın olağan akışına aykırı’”.
Sonrasında ise, tam tarih vermem gerekirse, sonraki yılın Mayıs ayının 7’sinde akşam çökmeye başladığında herkes birden hesap yapmaya başladı. Dörtte üçü, şimdiye kadar “geçirdiği zaman” ve farklı denetim biçimine ayrılan zaman derken, bir ara kulağıma 2030’lar geldi. O an fark ettim hiç hesap yapmadığımı.
Salacak’ta bir evin kırk kişiye açıldığı ama kırk kilidin kırk gün boyunca hiç açılmadığı o günlerde aklımın gör dediğini görmüyordum — değil devlet aklı, değil politik hafıza, tüm öğrenilmiş çaresizliklere dair fısıltılara kulaklarımı kapatmış, etrafta dolaşan gözyaşlarına gözlerimi yummuştum çünkü onun nefes almadığını düşündüğüm bir an bile olmadı.
Aradan tam iki yıl geçti… [1]
Yaşar Hanım
Taner Akçam, Serhat Ulugana ve Kumru Toktamış’ın büyük bir özen ve emekle derlediği Ağrı İsyanı’nda İstanbullu bir Kadın: Yaşar Hanım’ın Anıları isimli kitabın arka kapak yazısını şöyle bitiriyor: “... Keşke tüm anıları sadece kadınlar yazsaydı.”
Belki de bu şekilde (resmi) tarihin kurmaca “hakikat”inden daha kolay sıyrılırdık… Dağılan kolektif bellek anca böyle bir araya gelir(di) belki de.
Cerrah olan babasının 1921’de hayatını kaybetmesiyle, İstanbul Üsküdar’da büyüyen Yaşar Hanım, küçük kardeşi Hayri ve annes ile birlikte Iğdır’da askeri hekim olan abisi Ali Haydar Bey’in yanına gitmek için yola çıkar. İstanbul - Trabzon arası bir gemi yolculuğu yaparak önce Erzurum’da Ali Haydar Bey’le buluşurlar ve henüz Iğdır’a varmadan Ali Haydar’ın arkadaşlarından, “fırkanın en kıymetli zabitlerinden” olduğu bilinen İhsan Nuri Bey ile karşılaşırlar. Yaşar Hanım ve İhsan Nuri çok geçmeden evlenir ve İhsan Nuri Bey’in sınır taburuna tayin olmasıyla, Doğu Beyazıt’a (Bazid) taşınırlar. İhsan Nuri, Azadi hareketinin reisi olan Cibranlı Halil Bey ile irtibatlı olduğu için ilk askeri soruşturmasından geçer:
“O sıralarda İhsan Nuri ‘İntikam’ başlığı ile Bitlis’in nasıl düştüğü ve daha sonra nasıl düşmandan geri alındığı üstüne bir kitap hazırlamıştı. Bu kitapta aynı zamanda Kürtlerin özveri ve kahramanlıklarını da dile getiriyordu. Çalışmaları, ordu komutanı Kazım Paşa’nın da ilgisini çekmiş ve Paşa, yaverine ‘İhsan Nuri’nin kitabının hangi sayfasına baksam gözlerim tekrar tekrar aynı cümleye rast geliyor: Yaşasın Kürtler’.” (s. 62)
Sonrası İhsan Nuri Bey’in kendi yolundan vazgeçmeyişi ve kaçmak zorunda kalışı ve tabii ki Yaşar Hanım’ın İhsan Nuri’ye kavuşma sürecinde yaşadıkları…
1927 yılında hükümet ile Ağrı Dağı’ndaki Kürt güçleri arasında bir müzakere süreci başlar ve devlet iyi niyet göstergesi olarak Yaşar Hanım’a Ağrı Dağı’ndaki eşinin yanına gidebileceğini iletir. Yaşar Hanım da bu yolculuğa annesiyle birlikte çıkmaya karar verir. 1930 yılına gelindiğinde, “Bir Türk gazetesi, Türk ordusunun Araratlılara karşı saldırıya geçmek için 100 savaş uçağı ve 66.000 asker ile jandarma göndereceğini bildirir” (s. 145). Bu askeri güce karşı direnmeye çalışsalar da bir süre sonra bu direnişin işe yaramadığını gören İhsan Nuri, Yaşar Hanım ve annesini alarak İran’a geçer. Yaşar Hanım’ın anıları da burada son bulur.
Yaşar Hanım’ın anıları çok boyutlu bir tanıklık anlatısı. Ağrı İsyanı’nına denk gelen dönemi de içeren anlatı erken Cumhuriyet dönemi Kürt tarihine kadın olmanın her haliyle bakıyor. Yaşar Hanım’ın anıları aracılığıyla devletin toplumu biçimlendirme ideolojisini, bu ideolojinin sınırlarını ve etki alanlarını da fark ediyor ve bir kez daha kişisel ve gündelik olan politiktir diyebiliyoruz.
İstanbullu Yaşar Hanım, Kürt İhsan Nuri Paşa’ya aşık olur ve onu bekler. Bu bekleyiş sürecinin sonlanması için annesinin imasını (“Devlettir, zordur, her sözü söyleyebilir”) da anlar ve stratejik kabullenişlerde bulunarak sonunda sevgilisine kavuşur.
Yaşar Hanım kendisini nasıl tanımlardı bilmiyorum, belki sadece “ben aşık bir kadındım” derdi[2] ancak “vefadari” olarak kaleme aldıkları ve gözlemlediği detaylar dönemin siyasi atmosferini gündelik hayatta yaşananlar üzerinden anlamamızı sağlıyor. Aynı zamanda bir “süreç” anlatısı Ağrı İsyanı’nda İstanbullu Bir Kadın. Bir “barış süreci”yle kavuşuyor Yaşar Hanım İhsan Nuri Paşa’ya.
Veda Etmiyorum
Kişisel olanın politik olana tüm yanlarıyla doğrudan işaret edilebildiği son iki yıl tutarsızlıklar silsilesi. Bu tutarsızlıklar içinde anılar da haliyle düzenini yitiriyor ve insan çeşitli var olma biçimleri deniyor ve belleğini bir düzene sokma ihtiyacı duyuyor.
Bunları düşündüğüm bir gün karşıma çıkıyor “Veda Etmiyorum”. Güney Koreli yazar Han Kang’ın[3] April Yayıncılık tarafından 2024 yılında Türkçeleştirilen son kitabı. Kang, üç kadının bakış açısından 1948’de Güney Kore’de yaşanan Jeju katliamını - 14.000-30.000 sivilin öldürülmesine, yani adanın o zamanki nüfusunun yüzde 10’una kadar olan bir kısmının katledilmesine yol açan katliamı, hafızanın kapılarını aralayarak anlatıyor. Hayatın olağan akışında olanlar yani faili meçhul cinayetler ve sivil katliamlar, bu kez Jeju katliamıyla hatırlanıyor.
Kitaba eşlik eden kar fırtınası nedeniyle, Veda Etmiyorum’u gözlerimizi kısarak okusak da kitap Orta Doğu ateşiyle yaratılan belleği de harlıyor, çünkü buralardan bir ifadeyle “derimizin kalınlaşmasında” ya da kederli soğukkanlılıkta Han Kang’la ortaklaşıyoruz:
"Sanki hiçbir sevinç ya da iyilikten etkilenmeyerek bir sonraki an korkunç bir talihsizlik yaşasalar bile bununla başa çıkabilecek azmin bedenlerine sindiği anlaşılan, uzun süreli acılara alışkın insanlara özgü o kederli soğukkanlılıkla." (s.83)
Adını hafızanın kapıları biraz daha aralandıkça öğrendiğimiz anlatıcı Gyeong Ha, “katliam ve işkencelere dair” yazmaya karar vermiş bir yazar. In Seon ise Gyeong Ha’nın Mançurya ve Vietnam’da tarihe tanıklık eden kadınların belgeselini yapmış arkadaşı. Bir gün In Seon parmaklarını kestiği için hastanedeyken, Gyeong Ha’yı arıyor ve Jeju Adasındaki evindeki kuşuna bakması için hemen eve gitmesini istiyor. Gyeong Ha’nın Jeju’ya gitmesiyle hafızanın kapıları da okuyucuya açılıyor.
Kar ve fırtınanın içinden ancak “hatırlayarak” çıkabileceğimizi okuyoruz Kang’da. Çiyaye Agiri’ye her baktığımda düşündüğüm gibi.
Olağan akış…
Hayatımızın olağan akışı, aksi ispatlanana kadar hiçbir şeyin bizden yana olmadığı ve şüpheden bizim yararlanamadığımız bir akış. Öyle bir akış ki bütün yasaları, söylemleri ve sözcükleri dışlıyor, onları aşıyor ve alt üst ediyor.
Dolayısıyla bu akış yeni var olma biçimleri yaratıyor ve kendimize sadık kalabilmek için bir tür direnç geliştirmemiz gerekiyor çünkü bu akışta yeri geliyor tüm itirazlarımız esastan reddediliyor. Ancak Yaşar Hanım ve Gyeong Ha gibi hafızamızı konuşturmak da direncimize katkı sağlıyor. Böylece hakikatimize sadık kalabiliyoruz.
[1] Yaşar Hanım’ın Anılarına kendi halinde bir nazire diyelim. Bknz: Ağrı İsyanı’nda İstanbullu bir Kadın: Yaşar Hanım’ın Anıları (Serhat Ulugana & Kumru Toktamış). 2022. Dipnot Yayınları. Ankara.
[2] Kumru Toktamış Hoca aktarıyor: Mehmet Uzun’a başka ne yazmak istersiniz diye sorduklarında, “Yaşar Hanım’la İhsan Nuri Paşa’nın aşkını yazmak istiyorum” demiş.
[3] Han Kang 2024 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nün de sahibi.
(SA/HA)