Bu akşam sevgili Füsun ablamızın anma toplantısına katılacağım. Ankara’da, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi (TTB MK) binasında yapılacak olan “Dr. Füsun Sayek’i Anma Toplantısı”nda Dr. Bahar Gökler, “Çağımızda çocuk ve ergenleri çevreleyen risk etmenleri: Meslek örgütümüzde çocuklar ve gençler için neler yapabiliriz?” başlıklı bir konferans verecek. Her yıl olduğu gibi, bu yıl da bilimsel ve örgütsel bir konu birlikte tartışılacak ve anılar paylaşılacak.
Dr. Füsun Sayek, 16 Ekim 2006 tarihinde yaşamını kaybetmişti. 18 yıl sonra, 2024’ün aynı gününde de uzun zamandır birbirini göremeyen dostları, arkadaşları, sevenleri bu toplantı vesilesiyle bir araya gelecek. Füsun abla, bazı dönemlerdeki çalışmalarda, tartışmalarda her ne sebeple olursa olsun ilişkiler biraz gerilse, suratlar biraz asılsa sitemlerini çoğaltır, hepimizi eleştirirdi. Şimdiki halimizi görse sitemlerini düşünemiyorum bile.
Doksanlı yıllarda TTB
Dr. Füsun Sayek, sağlık alanında kuramsal ve eylemsel üretimin yoğun ve birlikte yaşandığı özel bir dönem olarak adlandırabileceğimiz 1990’lı yıllarda, TTB’de zaman zaman aktivist, zaman zaman da yönetici olarak yer aldı. Tabii ki öncesi ve sonrasında da. O dönemin yapısal bir özelliği nedeniyle olsa gerek, seçilmiş yöneticiler dışında özellikle kolların, dergilerin, çalışma gruplarının ve komisyonların birçoğunun varlığını, çalışma yöntemini ve üretimlerini önemsediğini söylerdi. Bu faaliyetlere bizzat katılmaya çalışmakla yetinmezdi. Aynı zamanda, bildikleri, hatta tanıştıkları kişiler arasından yeni üyelerin de bu çalışmalara katılması için çaba gösterirdi. TTB MK mutfağının, oradaki kolektivizmin hekimler ve çalışma koşullarıyla birlikte, dünya ve Türkiye’deki ekonomik, siyasi gelişmeleri ve bunların sağlık sistemine nasıl yansıyabileceğini de gören bir yerden toplum sağlığı, sağlık emekçileri ve hekimler adına bir taraf olarak üretim yapabiliyor olmasından gurur duyduğunu paylaşırdı.
Adlandırmalar
Birçok yakın arkadaşı gibi benim de anılarım, başkalarının olmadığı yolculuklarım ve derin sohbetlerim olmuştu. Bunlardan birisi, başka demokratik kitle örgütlerinde çok sık rastlanan “başkan(ım), genel sekreter(im)” gibi kişilerin örgütsel görevleri üzerinden adlandırılmasının sevimsizliği üzerineydi. Gayet mütevazı bir biçimde; “olmasa iyi olur, bizim mesleğimize de TTB’ye de hiç yakışmıyor” gibi bir sonuca bağladığımızı anımsıyorum. Kullandığına da hiç tanık olmadım.
Bununla birlikte, muhtemelen postmodernizmin de katkısıyla, özellikle de merkez konseyi başkanlığı görevi yapan arkadaşlarımız “başkan” olarak adlandırılmaya, çağrılmaya başlandı. Ancak, yetmedi. “Eski başkanlar” adlandırmasıyla, yarı kurumsal olarak da tanımlanabilecek, bir yapı tarif edildi. Bu da yetmedi. Dr. Füsun Sayek eğer yaşıyor olsaydı, 2024 yılı ile birlikte, TTB tarihinin de “TTB MK başkanları” üzerinden anlatılmasının tanıklarından birisi olacaktı. Bende kalan anısıyla paylaşmam gerekirse; “engel olamadığı” için üzülecekti de…
Hükümetin "sivil" örgütünden demokratik kitle örgütüne
Türkiye’de meslek örgütleri ve sendikalarla ilgi yasal düzenlemeler herhangi bir kitlesel, toplumsal talep ortada yokken, 1950’li yılların ilk yarısında, dönemin hükümeti tarafından gerçekleştirildi. Bir yandan NATO, öte yandan “sivil” örgütler eliyle kapitalist pakta aidiyet ve toplumsal yaşantının modern kapitalist üretim ilişkileri bağlamında düzenlenmesi çalışmaları kapsamında yürütülen “planlı” çalışmalar olarak. TTB özelinde 1953 yılında uygulamaya giren 6023 sayılı TTB Yasası’nı da yukarıdaki bağlamda değerlendirmek gerekir.
Bununla birlikte, bağımlı kapitalist ülkelere önerilen ithal ikameci üretim ve kalkınma modelinin uygulanabilmesi için yeni anayasa gereksinimi de 1960 asker darbesi sonrası karşılanmış ve karşıt toplumsal sınıflara benzer koşullarda mücadele edebilme olanağı sunulduğu toplumsal algısını da yaratan, ‘şartlarda eşitlik’-‘sosyal devlet’ koşullarının sağlanabilmesi için bir kısım düzenlemeler de gerçekleştirilmiştir. Yanı sıra, 60’lı yılların ortalarından itibaren merkez kapitalist ülkelerde yükselmekte olan toplumsal muhalefet, ülkelerin arasındaki sınır kapılarını bir çırpıda geçebilmiş, Türkiye’ye de girebilmiştir.
Böylesi tarihsel bir gelişmeyle birlikte, TTB, kapitalist toplum biçiminin korporatist bir yapısı olmaktan 68 kuşağı hekimlerle birlikte çıkarılmış, 78 kuşağı hekimlerle de bu durum kalıcı hale getirilmiştir. TTB’yi yönetmeye aday olan çoğu sosyalist, yurtsever ve onların dostları demokrat hekimler sisteme muhalif, toplumcu, kamucu bir örgütü ve örgüt kimliğini yaratabilmiştir. Bu tarihsel özellik, dünya genelinde kapitalist neoliberal ekonomik politikaların derin bir krize girdiği, Türkiye’de de bu politikaların uygulayıcısı AKP-MHP iktidarının “yönetememe krizini” yaşamakta olduğu bir dönemde özel bir önem taşımaktadır. TTB, önceden olduğu gibi, günümüzde de restorasyonun değil “yeni”nin yanında ve üreteni olabilmelidir. Yani, toplumun bütün üyelerini kapsayan, genel bütçeden finanse edilen, parasız, eşit, kamusal, basamaklı ve sevk zincirli olarak sunulan, bölge ve nüfusa göre örgütlenmiş, ekip hizmeti olarak üretilen, her düzeyde katılımcı ve sağlık emekçilerinin sağlığını da önemseyen bir sağlık sisteminin.
Hiyerarşi
Dünya örneklerinin yanı sıra, Türkiye’de de bazı demokratik kitle örgütleriyle sağlık meslek örgütlerinde gördüğümüz gibi, TTB’nin tarihini TTB MK başkanları üzerinden anlatan bir yaklaşım ve esas itibariyle de bu tutumu ortaya çıkartan değerlendirme ve gerekçelendirme sürecinin mekanizmaları (yöntem), yerelin inisiyatifini ne var edebilir ne de geliştirebilir. Aksine, doğası gereği hiyerarşik, dikey bir ilişkiyi yaratır ve pekiştirir. Hem seçilmişlerle üyeler arasında hem TTB MK ile tabip odası yönetimleri arasında hem de seçilmişlerden oluşan her bir organın kendi içinde. Böylece, bugüne kadar TTB’yi TTB yapan ve günümüzde daha da geliştirilmeye muhtaç yatay ilişkinin bırakalım aksayan yönlerinin düzeltilebilmesini tamamen yok olması-edilmesi riski ile karşı karşıyayız.
Cüret
Böylesi bir dönemde “kıymayın efendiler” demekle yetinmek elbette mümkün değil. Değişimi de gören bir yerden, doksanlı yıllardakine benzer bir yapılanma ile üretmek, paylaşmak ve yönetebilmek gerekiyor. “Parasız sağlık için nüfus cüzdanı yeter!” talebimizde olduğu gibi, “tüm” kötülükleri doğuran kapitalizmin ürettiği toplumsal ilişkiler ve kurumlar içinde yaşarken, “teslim olmadan” da yaşayabilmek mümkün. Yeter ki cüret edebilelim.
Ölüm yıldönümünde böylesi bir paylaşıma vesile olduğu için Füsun ablayı bir defa daha sevgi ve saygıyla anıyorum. İyi ki tanıdım, iyi ki birlikte çalıştık. (OH/TY)
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın.