Orhan Berent’in yeni kitabı Trenler Çıldırırsa, İletişim Yayınları’nın Türkçe Edebiyat dizisinden bu ay çıktı. Daha önce yine İletişim Yayınları’nın, bu kez Futbol Kitapları dizisinde yayınlanmış Altay-Alsancak’ın Sakini[1] kitabının da yazarı Berent, yeni kitabında, aşina olduğu demiryolları ve İzmir kent tarihine yer veriyor.
Uzun bir süredir İzmir’in kent içi tarihi ve demiryollarını fotoğraflayıp belgeleyen yazar, bu kez onu hikâyeleştiriyor ve oluşturduğu hikâyeyi girift bir olay örgüsü içinde okuyucusuna sunuyor. Şöyle ki; Berent’in anlatısının, romanına da adını veren tren rayları üzerinde ilerlediğini düşünebilir, hatta yazarın kitaptaki kişilerin hayatını birer ray olarak metaforikleştirdiğini ileri sürebiliriz. En nihayetinde bu rayların birbirleri ile kesişmesi gibi, anlatıdaki tüm hayatlar da birbirine karışıp tek bir hikâyeye dönüşüyor. Kitap boyunca kimi zaman olaylar kimi zamansa İzmir’in günümüzde unutulmaya yüz tutan kent dokusu değişimli olarak öne çıkıyor. Böylelikle hikâyenin başından sonuna dek, yazar, okuruna, adeta bir trenin içindeymişcesine, iki sarmaldan –olay ve kent dokusu- oluşan bir geçidin içinden geçerek yolculuk etme fırsatı sunuyor.
Trenler Çıldırırsa, Orhan Berent İletişim Yayınları, 2016 124 sayfa, 13.5 TL. |
Olay örgüsü temel olarak, kitabın ana kahramanı diyebileceğimiz orta yaşlarının sonunda bir adam olan, trenlere ve yaptığı işe -makinistlik- büyük bir tutku ile bağlı Mümtaz, nam-ı diğer Deli Mümtaz’ın etrafında döner. Fakat hikâye her ne kadar onun üzerinden ilerlese de onun dışındaki -Mümtaz’ın eski eşi, kayınbiraderi ve çalışma arkadaşları Ahmet ve Caner gibi- karakterler de anlatıda kilit bir rol oynar. Yedi bölümden oluşan her anlatıda olay farklı bir karakterin üzerinden ilerler ve nihayetinde Mümtaz’ın hayatına bağlanır. İsimleri –Amnesia, Dementia, Obsession, Paranoia-Melancholia, Insomnia, Delirium, Schizophrenia- birer psikiyatrik rahatsızlığa işaret eden bu yedi bölümü birer yap-boz parçası olarak düşünebiliriz. Yap-bozun eklenen her bir parçası ile hikaye giderek teferruatlanırken, her bölümde bahsi geçen olaylar o bölüme ismini verdiği rahatsızlığa da göndermede bulunur.
İlk bölüm, belleğin bozukluğa uğrama durumuna işaret eden Amnesia ile başlar. Sürekli bir hatırlama eylemi içinde olan Mümtaz, belleğindeki kayıp parçaları aramaktadır. Fakat Mümtaz’ın içinde bulunduğu durum unutkanlık ile karıştırılmaz, çünkü unutkanlık doğaldır. Hâlbuki çoğu zaman endişe, tedirginlik ve kaçış isteğinden doğan Amnesia, kitapta yer verildiği gibi Mümtaz’ın hayatı boyunca başından geçenler ile uyumlu bir çerçeveye oturur. Bu kısımda görece daha genç yaşlarında ve hâlâ makinist olan Mümtaz, geçmişteki bir olayı tüm hatlarıyla anımsamaya çalışır, onu yeniden yaşar. Daha sonraki kısım olan ve çoklukla ileri yaşlarda ortaya çıkan Dementia bölümünde ise karşımıza daha yaşlı, artık emekli olmuş bir Mümtaz çıkar. Bu bölümde bellekteki hasar daha yıkıcı bir hale gelir; bu Mümtaz’ın yaşadığı kişilik değişikliğinin de habercisidir.
Üçüncü bölüm Obsession’da farklı anlatıcıların bakış açısından Mümtaz’ın yaşantısındaki farklı yönleri, takıntılarını öğreniriz. Her yeni bölümde o ve onun hayatındaki olaylarla ilgili değişik bir şey keşfeder ve hikâyenin her anlatıcı ile yeniden şekillenen bir versiyonunu buluruz. Böylelikle yazar, ileride de bahsedeceğimiz gerçeklik kavramının bir kişiden diğerine nasıl da değişebildiğinin de altını çizer.
Bir sonraki bölüm olan Paranoia/Melancholia’da, olay yine bir başka karakterin yaşantısı üzerinden ilerler ve daha önceki tüm hikâyeler gibi, onun hikâyesi de yine başkarakter Mümtaz’ın hayatına, yani ana hikâyeye bağlanır. Ferit, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarken bir nevi Proustvari anlamda kayıp zamanın izine düşer. Eski tren yoluna ait rayları takip ederek geçmişe ulaşmaya çalışan Ferit’in peşine düştüğü bu arayışta kendisine çoklukla – yine Proustvari bir kavram olarak adlandırabileceğimiz- melankoli duygusu eşlik eder.
Uykusuz geçirilen bir gecenin ortasında geçen olayları ele alan Insomnia’yı izleyen bölüm, uyku yoksunluğundan sonra oluşabilen Delirium’dur. Bu iki bölümle birlikte, şimdiye dek birbirine eklenen tüm olaylar bir ivme kazanır. Yazının başında da ileri sürüldüğü üzere, içindeki okuyucuyla birlikte raylarda belirli bir ritimde ilerleyen tren, bu dönemeçten sonra tepetakla olmak istercesine hızını arttırıp hem karakterlere hem de okuyucuya bir tür katarsis yaşatır. Kitapta sürekli değişik formlara bürünen gerçeklik, son bölüm olan Schizophrenia’da da muallâk kalır.
Berent’in kitabında baskın olan iki olgunun “gerçeklik” ve “zaman” olduğunu söyleyebiliriz. Yazar, yüzyıllardır insanoğlunun üzerine düşündüğü bir sorunsal olan gerçekliği yarattığı karakterler üzerinden irdeliyor. Karakterlerin tümü anlatı boyunca kendi gerçekliklerini üretir ve böylece biz de her bölümde başka bir kişisel gerçekliği deneyimleriz. Diğer olgu olan zaman ise -belirttiğimiz gibi- Proustvari özellikler taşır, kitaptaki hemen hemen tüm karakterler- Mücella ya da Ayşe dışında- geçmişe özlem duyar ya da onu merak eder, araştırır. Başlarda aranan kayıp zaman, kitabının sonuna doğru yakalanan zamana dönüşür.
“Hoşlanıyordu tren yolu kenarlarında vakit geçirmekten. Ta eskilerden başlamıştı bu garip huyu. Hat boylarında yürüyor, gelip geçen trenleri merakla izliyordu. Yalnızdı daima. Demiryolu kenarına bir çocuk neden inerdi? Alt tarafı raylarda bozuk para ezdirmek için. Peki ya yirmi iki yaşına gelmiş kazık kadar bir adam?” (ŞE/HK)
[1] Orhan Berent, Altay, Alsancak’ın Sakini, İletişim Yayınları, Mayıs 2014.
* Fotoğraf: Haluk Kalafat