En iyisi olmak, diğerlerinin arasından sıyrılmak, gazetelere, televizyonlara çıkmak, üne, şöhrete kavuşmak. Sistem başarıyı “ünlü”, ünü de “görünür” olmakla eşleştirdikçe kim bilir Zac gibi kaç genç bu hayalleri kuruyor? Kaçı isteklerine ulaşabiliyor? Kaçı yolda kayboluyor?
Çağdaş bir takıntıya dönüşen gastronomi üzerine bir kitap olarak okumayı beklerken bu sorularla yüzleştiğim bir roman oldu Aşçı. Bir süredir okuma listemde bekliyordu, geçen hafta yeni çıkan kitaplar arasında “Aşçı”yı görünce hatırladım. Ancak bir karışıklık olmaması için hemen belirteyim; Holden Kitap’tan yeni çıkan Aşçı, Amerikalı yazar Harry Kressing’in. Holden Kitap’ın kıyıda köşede kalmış, hak ettiği ilgiyi görmemiş yazarları ve eserleri Türkçe’ye kazandırdığı #Kuytu serisinin ikinci kitabı olan Aşçı’yı da okuma listemize alarak, bu yazının konusu olan Aşçı’ya dönelim.
Aşçı, İthaki Yayınları’nın 2012 yılında İlker Sönmez çevirisi ile yayımladığı bir roman. Aşçı aynı zamanda günümüz Avustralya edebiyatının sevilen yazarlarından Wayne Macauley’in Türkçe’ye çevrilmiş tek kitabı.
Yazardan okura ‘değer” üzerine bir sitem
Macauley; Blueprints for Barbed – Wire Canoe, Caravan City ve The Cook romanları ile dünya çapında tanınıyor. Aşçı da pek çok ülkede yayımlanmış, ödüllü bir eser. Bu açıdan bakınca Macauley bizim için yeni, ülkesi için değerli bir yazar diyebiliriz. Ancak tam da bu noktada, onun da okura ilişkin -en azından kendi ülkesindeki okura- pek haklı bulduğum bir sitemi var.
“Avustralya’nın ‘kültürel utancı’ dediğimiz şey uzun zamandır ortalıkta dolaşıyor. Temel ilkesi, Avusturalyalı bir sanatçının yurtdışında tanınmadan kendi ülkesinde değer görmesinin pek mümkün olmadığıdır.” Yazarın başka bir yazarı çözümlediği bir makalesinde yer alan bu saptama, sanıyorum bizim ülkemiz dahil pek çok yere uyarlanabilir.
Noktalama işaretleri yok!
Bu romanı alma nedenim yeni bir yazar keşfetmek kadar, sevdiğim bir müzisyen olan Nick Cave’in “Gerçekten dikkat çekici ve rahatsız edici bir roman… Bayıldım” yorumu yapmış olmasıydı. Yıllar sonra, şişirilmiş yemek yeme kültürü üzerine eleştirisel bir roman okumayı düşünerek başladığım roman beni her yönüyle şaşırttı. İlk şaşkınlığım yazarımızın, nokta dışında noktalama işaretlerine yer vermeyişi oldu. En son hatırlarsanız Saramago’nun Görmek adlı romanında bu teknikle tanışmıştık. Görmek’ten sonra bu tarz bir kitabı okumanın kolay olacağını sansam da itiraf edeyim başlarda zorlandım.
Bazı ifadelerin çeviri hatası olduğunu düşünmek üzereydim ki; hikayeyi kahramanımız Zac’in ağzından dinlediğimiz gerçeğini fark ettim. Bazı cümleleri anlayabilmek için birkaç kere tekrarlamak zorunda kalsam da Zac’in diliyle okumaya başlayınca işler kolaylaştı. Anlatıcı Zac; zor bir geçmişi olan, henüz reşit olmamış, pek de eğitimli olmayan bir gençti. Kahramanımızın algılama yetisi ve gramer bilgisi bu kadarcıktı.
Zorlayıcı akış, şaşırtıcı final
Belki de farklı bir şekilde anlatılsa hikaye istenen etkiyi yaratmayacak, okura çok yavan gelecekti. Ancak yazar, okurunu hem zorlayan (sadece diliyle ilgili değil) hem de merak ettiren ve finalde oldukça şaşırtan bir eser ortaya çıkarmayı başarmış. Bu keşiften sonra yazarın kendine özgü bilinç akışı yöntemini ve elbette bu yolla yaptığı ironinin tadını çıkardım. Hatta romanın sonlarında Zac’in kurduğu uzun ve süslü cümlelerle onun artık hayalperest, toy bir delikanlı değil, kafası karışık bir yetişkin olduğunu çok iyi hissettim.
Düşünüyorum da biz bu zamanda nasıl Hemingway’i, Steinbeck’i hayranlıkla okuyor ve çözümleyemeye çalışıyorsak, gelecek kuşaklar da bir benzerini Macauley gibi yazarlar için yapacaktır…
Aşçılık Okulu ve detaylı tarifler
Roman; Zac’in işlediği bir suçtan dolayı rehabilitasyon amacıyla gönderildiği aşçılık okulunda başlıyor. Kitabın ilk yarısı boyunca kaldığımız ve Zac’in diğer adaylarla birlikte iyi bir şef olmayı öğrendiği bu okul; televizyonda program yapan, farklı şehirlerde restoranları olan ünlü bir şefe ait. Ancak çocukların eğitimi ile yardımcısı Fabian ilgileniyor.
Zavallı Fabian’ın haute cuisine olarak nitelendiği eğitim süreci sayıları giderek azalan öğrenciler için değil okur için de oldukça zorlu geçiyor. Zaman zaman sanki MasterChef izliyormuşsunuz gibi hissedebilirsiniz. Ancak kapsamlı tarifler, pişirme teknikleri herkesin seveceği türden değil. Çiçeği burnunda bir et yemez olmasaydım da bu romanı bitirdikten sonra muhtemelen vejetaryen olurdum!
Yazar, aşçı ile günümüzün başarı değerlerini masaya yatırırken adına “gastronomi” denilen ve milyar dolarlık pazarlar yaratan yemek kültürünü de sorgulatıyor. Öyle ki bu romanın bende, insanın açlıktan ölmeme güdüsünün; nasıl vahşi bir lezzet avcılığına, doyurulmaz bir haz ihtiyacına dönüştüğünü uzun uzun araştırma ve yazma isteği oluşturduğunu söyleyebilirim.
Bir yerlere gelebilme özgürlüğü…
İştahınızı kapatmadan ve tüm şefleri töhmet altında bırakmadan okulun Zac’i “adam” ettiğini söylemeliyim. Zac, günlerden sonra gördüğü Baş Şef’in “Bana ne yediğinizi söyleyin size kim olduğunuzu söyleyeyim” diyerek başladığı konuşmadan oldukça etkileniyor. Ünlü bir Fransız yemek üstadı Brillat Savarin’in, kendisi kadar ünlü bu sözünden yola çıkarak “Nasıl daha iyisi olurum?” sorusunun peşine düşüyor. Kahramanımız Zac, Baş Şef’in sözünü ettiği “Bir yerlere gelebilme özgürlüğü” ile seçilmiş, ayrıcalıklı, şanslı biri olduğu fikrine kendini kaptırıyor.
Boyun eğerek güçlenmek!
“Sloganımız hizmetten doğaç güç” diyen Baş Şef, ilginç bir konuşma yapıyor. Zac’i derinden etkileyen bu konuşmanın bir bölümü şöyle: “Boyun eğerek güçleniyoruz. Ve neye boyun eğiyoruz? Toplumun zevklerine. Heveslerine. Yeni bir tat ve konusu olan her şeye. Biz kaprisin ve manasızlığın önünde eğiliriz yoz ve aşırı gereksiz olan her şeyin hizmetkarıyız. Göreviniz nedir? Çok basit. Müşterilerinizin ürettiğin şeyin bedelinin on katını size vermesi ve bu ayrıcalık için teşekkür etmesi.”
Bu romanı için ünlü şeflerin tariflerinden, restoranların menülerinden yararlanan yazar, trajik bazı olaylarla ilk bölümü tamamlıyor. Yazar fiziki bir ayrım yapmasa da Zac’in okuldan alınıp lüks bir malikaneye getirilmesi ile ikinci bölüm başlıyor. Zac artık zengin bir ailenin aşçısı. Hanımefendi, giderek birbirinden uzaklaşan ailesini mükemmel sofralarda bir araya getirmeyi umut ederken, artık kendi mutfağının şefi olan Zac -Beyefendi’nin desteği ile- kendi restoranını açma hayallerine odaklanıyor.
Konu sadece yemekle ilgili değil
Bu aşamadan sonra Aşçı’nın aslında sadece yemekle ilgili bir roman olmadığı netleşiyor. Yazar; hırs, para, güç, sınıfsal farklar, gösterişçi tüketim, başarı anlayışı, şöhret tutkusu, seçim özgürlüğü gibi konuları alt metinlerde çok iyi işliyor. Hatta evin büyük ve “komünist” kızı Melody’nin gözümüze soktuğu gibi günümüzde kölelik, sosyal adalet ve Kamboçya’daki aç çocuklar gibi önemli konulara da değiniyor.
İşaretler olmadığı için diyaloglar ve monologların birbirine karıştığı bu romanda, hemen her karakter, fikrine katılmasanız bile altını çizeceğiniz esaslı cümleler kuruyor. Romanın en sinir bozucu tiplerinden Nick bile! “…durumu kötü olanlara onları mutlu edecek ve oldukları yerde tutacak kadar bir şeyler vermenin dadı devlet sosyalizminin gerçek dünyada yeri yok” diyen Nick’in “dadı devlet” gibi ortaya attığı bazı kavramlar üzerine durup düşünmek mümkün.
Macauley’in Zac’i ve Süskind’in Jean-Baptiste’i
Kitabı ilk okumaya başladığımda (hele de kuzularla ilgili bölümlere gelince) bırakmayı düşündüm. Bitirdikten sonra ise Zac gibi bir karakteri tanımış olmaktan çok memnundum. Acaba Wayne Macauley’in Aşçı’daki Zac’ini, Patrick Süskind’in Koku’daki Jean-Baptiste Grenouille’ine benzetsem, çok mu abartmış olurum? Her iki romanı okuyanlarla bunun üzerine konuşmaya hazırım…
Herkese tavsiye etmeyeceğim bir roman olan Aşçı, yeni yazarlar, farklı teknikler deneyimlemek isteyenler, dümdüz anlatılan bir hikayenin altındaki derin manayı keşfetmeyi sevenler için bir baş yapıt olabilir. Kendine “iyi okurum” diyenlere Aşçı’yı tavsiye ederken, Zac’ten alıntı yaparak üzerine düşünebileceğimiz birkaç cümle bırakıyorum. Lütfen hırslı ve hizmet ederek güçleneceğini sanan bir gencin gözüyle okuyun.
“Tarih boyunca kölelik olmayan bir kültür görülmüş müdür? Piramitleri kim inşa etti sanıyorsunuz, firavunlar mı?”
“Bu dünyada ancak hayalperestler bir şeyler başarmıyor muydu? Biz serseriydik hiçtik ama yükselebilirdik Baş Şef de bunu söylüyordu zaten. Efendilerimizin çizmelerini boyayacaksak niye bunları çok iyi boyamayı öğrenmiyorduk?”
“Ben beni hayatımı idare ettirecek durumda tutacak bir patrona çalışmak istemiyorum ben onlardan aşağı olduğumu ve benim de bunu bildiğimi bilen müşteriler için çalışmak istiyorum. Benim utancım bu ben bu utançtan gurur duymak istiyorum.”
“Zengin ve başarılı insanlar etrafındakileri nasıl kendine göre ayarlayacaklarını öğrenmiş kişiler değiller miydi borsada oynayan biri güzel binalar tasarlayan mimarlar zavallılara rüya satan televizyoncular yazarlar ve mutlu sonları. Galiba medeniyet dediğimiz de bu doğayı kendimize göre ayarlamak.”
Aşçı, Wayne Macauley, çev. İlker Sönmez, İthaki Yayınları, 2012.
(NK/AS)