Bilindiği gibi Ankara Üniversitesi'nde yeni bir rektör göreve başladı. Akabinde de Afrika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi'nde (AÇAUM) görevli yöneticiler, rektörün çalışacağı isimleri seçmesini kolaylaştırmak amacı ile istifa etti. Bunun üzerine de müdürlüğe Prof. Dr. Doğan Aydal atandı.[1] Buraya kadar bir sorun yok; tipik bir bürokratik uygulama ve gelenek görüyoruz. Fakat esas hikaye sonrasında başlıyor:
"Eski yönetim, görevi devrederken, 2011'de baharında yayınlanmaya başlanan hakemli derginin yayına hazır olan 3. sayısı hakkında da Prof. Dr. Aydal'ı bilgilendirdi.
Derginin editör yardımcısı AÇAUM'un eski müdür yardımcısı Barış Ünlü'nün hakemli dergi ve yer alacak akademik çalışmalar ile yazılar hakkında bilgi verdiği Prof. Dr. Aydal'ın yanıtı ise şaşırtıcı oldu. Aydal, 'Sayıyı yayımlamadan önce okuyacağını ve uygunsuz bir şey görürse yayımlamayacağını ve böyle bir hakka sahip olduğunu' söyledi.
Derginin birinci sayfasında yer alan bir saha çalışmasındaki 'Kürdistan"'ifadesini, Cezayir üzerine çalışmaları ile bilinen Martinikli düşünür Frantz Fanon üzerine bir yazıdaki 'sömürge' ifadelerini örnek gösteren Aydal, bu gibi ifadeleri yayımlamayacağını belirtti. Türkiye'de yaşayan Afrikalıların Türkiye'ye dönük algılarını araştıran bir çalışmada geçen 'ırkçı' ifadesini de sakıncalı bulan Aydal, 'Bizde' ırkçılık yok, öyle ifadeler yayımlanırsa, bütün dünya bunları alıntılayıp Türklere ırkçı diyecek' tepkisi gösterdi.
Aydal'ın bu çıkışıyla akademik bir çalışmaya, 'Türk milletine ırkçı dedirtmem' kriteri ve engeli de getirilmiş oldu. Barış Ünlü de Prof. Dr. Aydal'a, böyle bir durumun söz konusu olmadığını, sözü edilen ifadelerin, bir saha araştırmasında görüşülen, Türkiye'de yaşayan bazı Afrikalıların belirttiği görüşleri olduğunu hatırlattı.
Öncelikle şu açık ki; Türkiye'de akademi içerisinde antidemokratik tutumlarla mücadele etmek günlük alışılageldik bir faaliyet olmuş durumda. Çalışılan araştırma konularından, yazılan çizilen makaleye ve katılınan televizyon programlarına kadar her şeyin "bilimsel" açıklaması ve meşrulaştırılması yapılmak zorunda.[2]
Akademinin kendine has dinamikleri olduğu bir gerçek. Şöyle ki, usta-çırak ilişkisi, okul geleneği, iyi kötü bir ekolden beslenerek bilgi üretmek diğer tüm "meslek" ilişkilerinden farklı dinamikleri kapsıyor. Lafı uzatmaya gerek yok; akademi şu örgütlenişiyle en ince damarlarına kadar yozlaşan bir ağa dönüşmüş durumda. Hocasının çantasını taşıyan, fakültenin ders programını hazırlayan, fotokopi çeken asistan alegorisi, çanta taşımaktan başka iş yapamayan; üstüne üstlük de kadro güvencesizliği içerisinde kıvranan asistan gerçekliğine dönüşmüş durumda. Kadro almayı başarabilenin de farkı yok; sayılabilir "performans" kriterleri çerçevesinde etki faktörü (impact factor) yüksek dergiler de makale yayınlatabilmek için atılan binbir taklanın ardından ünvan alındıktan sonra da, bir anda ne hikmetse akademik heyecanın yitirilmesi ile sonuçlanan bildik süreç.
Yüksek lisans ve doktora gerçeğini de kenara atmamak lazım; intihalle dolu bir dolu tez. Neredeydi hatırlayamıyorum; bir yorum Türkiye'de yazılan çoğu tezin yazıldığı kağıt kadar değeri olmadığını söylüyordu. Maalesef bu da doğru. Taşra üniversitelerine gittikçe durum daha da vahimleşiyor; alenen rantla yüzleşmeye başlıyoruz. Fakat olası bir ilk taşı günahı olmayan atsın o zaman eleştirisine rağmen; sinizme kapılmanın da bir alemi yok.
Üniversitelerin özerk olması talebi, idari ve entelektüel manada her türlü özerklik anlamına geliyor. Özerklik sadece YÖK'ten ya da hükümetten özerklik değil. Entelektin özgür kılınmasına, hem politik iktidar ağlarının hem de gündelik ilişkilerde üretilen ast-üst, idareci-akademisyen, araştırma görevlisi-doçent arasındaki biat ilişkisinin tam reddine dayanan bir özerklik formülünden bahsediyoruz.
Esas olarak SBF'den beslenen AÇAUM gibi bir merkezde bile bu müdahale oluyor ve ancak hala akademik özgürlük talebini dillendiren akademisyenler sayesinde bu durum dolaşıma giriyor ve haberdar olabiliyoruz. Bir de bu "sansür" halinden memnun olan akademisyenlerle dolup taşan okullarda haberdar bile olmadığımız hak ihlalleri ve müdahaleleri düşünürsek, varın gerisini neyleyelim.
AÇAUM'da yaşanan bu sansür vakası, yeni YÖK yasasının tartışmaya açıldığı şu günlerde hakikaten çok manidar. Yeni yasa tasarısının 6. Bölümü Yükseköğretim Kurumlarının Denetimi ve Yükseköğretim Kalite Güvence Sistemi başlığı taşıyor.[3] Üniversitelerin birer meslek okulu olarak kavranması ve piyasaya eklemlenmiş, "verimli" ve "kaliteli" iş üreten kurumlar olarak inşasına dair denetim mekanizmalarından bahsedilen bu madde, tam da AÇAUM'da yaşanan sansür vakasına bir örnek. Metnin içerisinde sanırım okuyucu anlamazsa diye onlarca defa geçen kaliteli üretim deyişi tabii ki son derece muğlak bir tanımlama ve haberdeki veriye göre AÇAUM'da yaşanan sansür, en nihayetinde devletin ve milletin uğrayacağı prestij kaybından bir takım devletlü kırmızı çizgilere uzanan politik ve ideolojik bir hat üzerinde şekilleniyor. Bu söyleme bütüncül yaklaştığımızda "kalite" ve "verimlilik" standartları dahilinde piyasa merkezli bir algılama kolaylıkla eklemlenir.
Bu açıdan "akademik özgürlük" nasıl sağlanabilir sorusunu sormak lazım. Bunun birkaç cevabı olması olası. İlk olarak akademik gelenek ve prensiplerin esnetilmemesi, bir takım ilkelerden taviz verilmemesi önerilebilir. Nerede geleneğin yaşatılması gerektiği söyleniyorsa orada o geleneğin cenazesi çoktan kalkmıştır tespiti aklımızda duradursun,[4] gelenek öldüyse ne yapmak gerek? Geleneği özlemle yad edip, arkasından iyi konuşalım da; Eagleton'ı da hatırlayalım: "kamu alanı kendi sınırları ötesindeki doğuştan us sahibi kimlikleri tanımaz; ussallık kabul edilen şey, düşüncelerini kesinlikle bu sınırlamalar içinde dile getirme yetisidir."[5] Kısaca akademisyen, emeğinin iyiden iyiye değersizleştirildiği şu periyodda aklın ve eleştiri kabiliyetinin çeperlerini görmek zorunda. Zira zaten entelek faaliyetin dayandığı gelenek böyle bir çeper dahilinde. Türkiye akademisinin yaslandığı akademik gelenek ya da aslında geleneksizlik aslında her zaman yaratılmış, inşa edilmiş bu ussallığın; bir adım atalım bu "bilimselliğin" dahilinde tecrübe edildi. Karşı çıkanlar cezalandırıldı, cezalandırılıyor.
Bu noktada akademinin elinde var olan tek silah hala ve hala nesnel olabilme iddiası. Objektiflik ile nesnellik arasındaki farka değinmiyorum bile. Bilgi ve iktidar arasındaki ilişki her zaman girift oldu ve Heidegger'in teknikleşme olarak adlandırdığı bir periyodun devamında bu çok daha açık. Kısacası, akademisyene moral değerler yüklemek ya da akademik geleneği moral değerler ile kurmak sorunun bir çözümü olamaz. Zira bilgi üretme kapasitesiyle iktidara her zaman yakınsama ihtimali olan akademi, moral değerler ile değil; ancak "nesnel" ölçütler ile özerk kalabilir. Dahası ancak bu çerçevede bir akademisyene güvenilebilir. Başka bir deyişle, akademisyen "kaliteli" bilgi üretmek zorunda değildir. Aksine "kaliteli bilgiyi" masaya yatırır ve o kaliteyi tanımlayan referansları analiz etmek için ve gerekirse dönüştürmek için "nesnel" yöntemler ve öneriler geliştirir. Bunun idari bir mekanizma ile denetlenmesi söz konusu olamaz; denetim ancak gene akademik mecralarda başka "nesnel" değerlendirmelerin ve argümanların ikna ediciliği ile yapılabilir. Bu çerçevede akademide üretilen bilgi tabii ki politiktir. Bu açıdan üretilen bilginin politik olmaması için yöntemler türetmeye çalışmak ya da politik olarak hoşa gitmeyen bilgiyi "kalitesiz" olarak nitelemek idari bir denetimin hülyasıdır. Bana kalırsa, akademinin de iflasıdır.
Sorun şu ki, akademinin nefesi bir yere kadar. Kurtarılmış bir özerk bölge olan akademi mitinden vazgeçmek gerekiyor. Böyle bir şey hiç olmadı ya da olduysa bile hiç birimiz hatırlamıyoruz. Akademi en özerk haliyle bile kurtarılmış değil; kapatılmış durumda(ydı). Özerkliğine de bu durumda izin verildi. Ne zaman ki kapatmışlığını aşmaya çalışsa ve Yeni YÖK Yasa Tasarısı'nın ironik bir şekilde belirttiği toplumsal ihtiyaçların giderilmesi amacına yönelse, karşısına hem dışarıda üretilen hem de içeride üretilen iktidar ve rant ağları çıktı; idari ve yargısal denetim mekanizmaları çıktı. Dolayısıyla Yeni Yök Yasa Tasarısı'na karşı akademi, eleştirmenin yanında kendi taslakları ile çıkmalı ki AÇAUM'da yaşanan sansür vakası da rutinimiz haline gelmesin. Düzenlenen konferanslar böyle bir öneri kalkışmasına zemin olmalı kanımca.
Yasa Tasarısının nasıl geçeceği sanırım hepimizin malumu, ama bu noktada iğneyi YÖK'e çuvaldızı da akademiye batırmak lazım. Kendi çeperlerinde sıkışmış ve toplumsal taleplere destek vermeyip kapalılığına devam eden akademi, bu çerçevede de toplumdan sınırlı bir destek alacak. Oysa ki istihdam sorunu, piyasa merkezli düzenlemeler, performans kriterleri ve kamu hizmeti anlayışının iğdiş edilmesi sadece akademiyi değil, tüm herkesi ilgilendiren bir sorun.
AÇAUM'da sansür, başta da belirttiğim gibi Siyasal gibi hala toplumsal taleplere kulak vermeye çabalayan ve buna yönelik bir eğitim veren bir okuldan ya da en azından ben bir Siyasal mezunu olarak öyle düşünüyorum, beslenen bir merkezde gerçekleşmesi ile öne çıktı.
Yazılar sansüre karşı tepki olarak yazarları tarafından geri çekildiği için içeriklerini maalesef bilemiyoruz -hem çıksaydı kim bilir belki birileri de başka bir yazıyla Fanon'un kolonizasyon analizlerini çürütebilirdi; hem de sömürge kelimesi bile kullanmadan!-; ama habere göre Fanon üzerine bir yazıda sömürge ifadeleri olması ya da Afrikalı göçmenlerin Türkiye'ye dair algılarında ırkçı geçmesi yönetimi rahatsız etmiş.
Merkez müdürüne yapılan açıklamada, bunların saha araştırmasından gelen bilgilerden ibaret olduğu da belirtilmiş. Bilginin saha araştırmasından gelmesinin de bir önemi yok tabii ki; bir araştırmacı Türkiye'de ırkçılık üzerine bir araştırma yapıp, pekala ırkçılığın yaygın olduğu yönünde bir argüman da geliştirebilir. Fanon'un sömürgeleşme sürecine dair tespitlerini bir kenara koyalım; eskaza çok da yanlış anlaşılan şiddet üzerine analizleri söz konusu olsa demek ki asla yayımlanamayacak. Bu durumda, "kaliteli" bilgi, AÇAUM'un Türkiye'nin yeni dış politika açılımı çerçevesinde sadece Afrika ile ticaret hacmini nasıl artırır vb. temalı araştırmalar mı olmalı?
Ezcümle, akademik özgürlük akademinin devlet, hükümet ve YÖK'ün yanında lokal olarak kendi içerisindeki denetim mekanizmalarını da reddi ve yerine bir öneri ile gelmesine bağlı. Bu da akademinin gene "nesnel" bir analizle, daha fazla topluma dönüp kapatılmışlığını aştığı bir formülle mümkün gibi gözüküyor. AÇAUM'daki sansürü eleştiren akademisyenler de tam buna işaret ediyor: "Eğer mesleğimizin her geçen gün saygınlığını yitirdiğine inanıyorsak, işadamı ya da bürokrat mantığını üniversitede hâkim kılmaya çalışan akademisyenlere karşı kendi içimizde mücadele etmek zorunda olduğumuzu hatırlatmak isteriz." (GÖ/HK)
* Görkem Özizmirli, Koç Üniversitesi
[1] "Ankara Üniversitesi'nde 'Afrika' Sansürü!", l, erişim tarihi: 29. 11. 2012.
[2] Türkiye'de akademik hak ihlalleri ve baskı üzerine araştırmalar yapan ve politik bir tutum alan oluşum; akademinin tam da yapması gerekeni yapıyor kanımca. Bkz: http://gitturkiye.org/
[3] Yeni Yasa Taslağı Önerisi, erişim tarihi: 28. 11 2012.
[4] Hatta Ayhan Hoca ironik bir şekilde bunu, son derece de haklı bir şekilde, SBF'yi örnekleyerek ve SBF'lilerin çok iyi anlayacağı bir tartışma dahilinde belirtiyor! Ayhan Yalçınkaya, Siyasal ve Bellek Platon'da Anımsama Platon'u Anımsama, (Ankara: Phoenix Yayınevi, 2005), 4.
[5] Terry Eagleton, Eleştirinin Görevi, çev. İsmail Serin, (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 1998), 17.