Türkiye'de küflenmeye yüz tutmuş neye yeniden nefes veren Yansımalar, artık sadece bir grup ismi değil. Köklü bir mirasa kendi rengini katan özgün bir müzik türü de.
Üstelik beslendikleri "miras"ı unutturmamak için adeta arkeolog gibi çalışıp arşiv tutuyorlar.
Enstrümantal müzik yaparak çeyrek asırdır bir arada durmayı başaran ikili son albümü Mektup'la altıncı kez dinleyiciler karşısında.
Bestekar aynı zamanda gitar ve tambur çalan Birol Yayla ve neyzen Şenol Filiz'le konser öncesinde buluştuk.
Türk-Batı müziğinin çekişmesinden buz pistindeki semazen gösterilerine kadar her telden çaldık.
Buyrun, söz onlarda.
Nasıl tanıştınız?
Ş.F: Aynı sınıftaydık. Küçük bir okuldu o zaman, şimdiki İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı. Çok şanslı bir dönem olmuştu. Erkan Oğur, İsmail Hakkı Demircioğlu, Salih Bilgin gibi çok iyi müzisyenlerle sınıf arkadaşıydık.
Hocalarımız da Kani Karaca, Bekir Sıtkı Sezgin, Münir Nurettin Selçuk (bizim girdiğimiz yıl vefat etti) gibi isimlerdi. Sadece müzisyenlikleriyle değil, bugün çok özlediğimiz başka bir iklime ait insanlardı.
Müzik arkadaşlığı ne zaman başladı?
B.Y: Bir gün Şenol, "yaptığın müzikleri çalacağımız bir konser ayarlasak" dedi. Yıl 1990. Konserin bir bölümünde geleneksel saz eserleri çaldık, ikinci bölümde de benim o güne kadar yazdığım müziklerden, Yansımaları yaratacak bir bölüm sunduk.
Biraz tedirgindik. Nasıl tepki alacağımızı bilmiyorduk. O gün için çok yeni, çok farklı hatta bizim gittiğimiz yola belki biraz ters gelebilecek bir şeydi. Çünkü son sınıftan itibaren Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nda sazende olmuştuk. Klasik Türk Müziğinin içindeyiz artık bir kimliğimiz oluşmaya başlamıştı. Güzel tepkilerina ardından o kadar yoğun ve verimli çalışma dönemi geçirdik ki; aslında bizim ikinci tanışmamız oldu. Hemhal olduk diyelim.
Caz çalan öğrencileri okuldan atarlardı
Müziğinizi modern hayata bir muhalefet olarak tanımlamışsınız. Öyle mi ?
Ş.F: Tam muhalefet demeyelim ama ona karşı sade bir duruş.
B.Y: Modern hayatın kaosunda kendimizi kaybedip dönüp baktığımızda bulamıyoruz.
Ş.F: Biz o kaosu terk etmeyi değil, kendimize yaklaşmayı istedik.
Bu yeni müzik tarzınıza hocalarınız ne dedi?
Ş.F: En radikal müzisyenler ya da hocalar bile bu yeni açılmış çiçeğin ortaya salmış olduğu kokudan hep memnun oldular. O günkü müziklerin böylesine iç içe geçmiş, kaynaşmış hali yoktu. Türk müzikçisi Batı müzikçisine ters bakardı. Devlet Konservatuarlarında caz çalan öğrenciler 10 yıl öncesine kadar okuldan atıldılar. Herkes kendi küvezi içindeydi. Ama biz bugün bir caz cafede çalıyoruz. Eskiden küsmüş gibi suni oluşumlarla birbirinden ayrılmış müziklerin aslında sadece bizler tarafından ayrıldığına şahitlik etmiş oluyoruz.
B.Y: Yansımalar, bu iş için bir çabası olmadan Türkiye’de o ayrışmış olan müzik fikirlerini bir araya getiren köprü oldu.
Peki neden bu kadar keskindi Türk Müziği ve Batı Müziği arasındaki çizgi?
B.Y: Nerdeyse Lale Devri’nde beri gelen Osmanlı'nın yüzünü batıya çevirme niyeti vardı. İşte Dede Efendi‘nin bu ortamdaki karmaşadan, sarayda orkestralar olması vs. rahatsız olup "bu oyunun tadı kalmadı" deyip hacca gittiği söylenir. Bu modern, bu geri kalmıştır tartışması başlıyor.
Ve buna karşı Türk Müziği müntesiplerinin refleksi de daha içe kapanık, daha katı bir yapı içine sıkışmak oldu. "Batı müziği ne ki bizim makamlarımız, usullerimiz var. Yabancı unsurlar müziğimizi yozlaştırır" gibi saçma sapan bir bakış açısı vardı. Nerdeyse Türk Müziği, Batı Müziği’nden de büyüktür gibi akıl almaz manifestolara dönüştü bu. Bir yandan da "Türk Müziği sadece Türklerindir" gibi söylemler gelişti.
Türk müziği sadece Türklerin mi?
Kimindir peki?
B.Y: Yani bir imparatorluğun müziğinden bahsediyoruz. Orta Asya’dan getirirsin üzerine ironi koyarsın, Bizans’tan, Arap kültüründen etkilenirsin. Ermeni, Rum, Yahudi müzikleri. Osmanlı sisteminin getirdiği asıl kökeninin şu anda ne olduğunu bilemediğimiz devşirmeler... Önemli olan o hamurdan ortaya çıkan malzemeden yeni bir fikir çıkarmak.
Onun dışında sanat zaten kontrol edilebilir bir şey değil. Sanat toplumun kendi yapısı içinde var olur. Beğenilir, beğenilmez, reddedilir, kabul edilir, sevilir, kalır.
İşte artık bu suni ayrışmalar ortadan kalktı. İsteyen istediği müziği, istediği enstürmanla çalıyor. Yani Türk Müziği camiasındakiler bu tür yeniliklerin çok da korkulacak bir şey olmadığını tam tersine yeni ufuklar açabileceğini gördüler. Diğer taraftan da armonik bir yapı içinde bu coğrafyanın tınılarının edepli bir şekilde yapılırsa çok farklı renkler oluşturabileceğini anladılar. Burada sadece benim pek hoşuma gitmeyen şey Türk müziğini batılı bir sounda getirmek.
Nasıl?
B.Y: Dede Efendi'nin eserlerini çok sesli seslendirelim, Itri’nin eserlerini bir orkestrayla çalalım vb. Bunlara gerek yok. Otur yeni beste yap, bu makamları kullan ama Dede’den Itri’den ne istiyorsun Allah aşkına. Onlar zaten dahi yani...
Ney uzun istirahatinin acısını çıkarıyor
Ney ve rebab için "aslında unutulmadılar sadece istirahat çekilmişlerdi" demişsiniz. Peki döndüler mi sizce?
Ş.F: Ney kendi tarihinin en popüler zirvesine geldi. Bugün Türkiye'de herhalde 50 bin kişi evinde ney bulunduruyor. Bunu da ney yapan insanların sayısındaki artıştan hesapladım. Pek çok kişi Yansımalar'ın neye karşı rağbeti arttırdığını söylüyor. Rebab için de eskiye göre bir kıpırtı var diyebiliriz. Ama ney çok açık farkla geçmiş zamandaki uykularının da acısını çıkarmış oldu.
Peki niye bu kadar zordur ney üflemek?
Ş.F: Bir kemençe, tambur ne kadar zorsa; ney de o kadar...Altı ayda ses çıkarmak gibi rivayetler vardır. Tekniği var, nefesin kırılma açısının doğru ayarlanması. Ama esas zorluk ses oluştuktan sonra başlıyor. Yani sesin kontrol altına alınması, rengin var olan lezzete ulaşması; esas o zaman alır. Bu her enstrüman için böyle. Kanunun telini çekiyorsunuz ses çıkıyor, ya sonra?
Tabii, neyin zorluğu ona bu coğrafya üzerinde atfedilen yükle de alakalı. Enstrümanın ötesinde insanı olgunlaştıran bir yapı olarak özellikle Mevlevilik için önemli bir yeri var.
Aaa semazen olmayacak mı?
İstanbul’da semazenler ve ney turistlerin de çok ilgisini çekiyor. Artık alışveriş merkezlerinde bile ney eşliğinde sema gösterileri yapılıyor. Ne diyorsunuz?
Ş.F: Sema Mevlana’daki vecde yansıyışın ortaya çıkardığı bir döngüydü. Bunun rahmeti de güzelliği de sadece ona aitti. Onun yolundan gitme çizgisinde iyi niyetli taklitlerle başlayan süreç şimdi suiistimale vardı. Bugün baktığımızda artık bir meslek haline geldi. İbadet meslek olamaz ki. Bunun ortaya bir meta olarak dökülmesi işi kendinden yabancılaştırır.
B.Y: Semazenlerin AVM'de ya da buz pistinin üzerinde ney ve bendir eşliğinde sema etmesini çok aşağılayıcı buluyorum. Sultanahmet’te bazı afişlerde görüyorum, içim acıyor gerçekten. Çarşamba göbek şov, perşembe sema gösterisi falan. İnsanın her şeyi ranta dönüştürmek gibi düşük bir hali var.
Muhafazakar bir hükümet döneminde ticarileşmenin artmasını garip bulmuyor musunuz?
B.Y: Muhafazakar olmak geçmiş birikime sahip çıkmakla eşdeğer bir şey değil. Sadece semboller üzerinden birtakım şeyleri muhafaza etmeye çalışırsanız böyle garabetler ortaya çıkar.
Bugün muhafazakar bir iklim olmasa sağda, solda sema gösterileri olmazdı. Bu o felsefe için hayırlı mı olurdu, hayırsız mı? Bunların prim yaptığı bir ortam var ama yerlerde sürünüyor. İklimini bulduğunda insan her şeyden bir menfaat sağlamanın yolunu buluyor.
Ş.F: Mesela bize devlet ricalini ilgilendiren bir proje geliyor: "Aaaa semazen olmayacak mı?" diyorlar. İşte size korumacılığın bir örneği. Biz izah ediyoruz onun başka bir şey olduğunu. Bunu yapmazsak para kazanamayacağız. O zaman kazanmayalım. (NV)
* Fotoğraflar: Zehra Kucur