Geçtiğimiz günlerde (9-11 Aralık 2009), Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin (TSBD) düzenlediği Ulusal Sosyal Bilimler Kongrelerinin onbirincisi Ankara'da ODTÜ yerleşkesinde gerçekleştirildi. İki senede bir mutat olarak yapılan bu toplantılarda -her ne kadar '80 darbesi sonrası, dokuz sene süreyle sekteye uğrasa da- bilimsel bilginin yaygınlaşması ve toplumsallaşması hedef alınıyor.
Farklı disiplinlerden ve ekollerden akademisyenlerin bir araya geldiği kongrenin, bu seneki temel gündemlerini ve meselelerini belki de şu şekilde özetlemek mümkün:
Türkiye'de iktisat ve emek tarihi, emeğin güncel halleri; kapitalizm çözümlemeleri, neoliberal politikalara ve süreçlere dair eleştiriler, bunun yanında/karşısında geliştirilen sosyal politikalar, son dönemde çokça tartışılan kentsel dönüşüm meseleleri; ulus-devlet ve egemenlik, bunun yanında, devlet ve toplum ilişkileri; güncel ve tarihi perspektiften eğitim meseleleri; "Kürt sorunu," kimlik siyasetleri ve milliyetçilikler; toplumsal cinsiyet soruları ve sorunları; medya'da hakim olan ve yadsınan söylemler ve ideolojiler. Bu gündemlerin ve meselelerin arkasında, konferansta hakim olan paradigmanın politik-iktisat olduğunu söylemek hata olmaz sanıyorum.
TSBD Başkanı Galip Yalman'ın bundan on iki sene evvel ileri sürdüğü "kentlerarası [akademik] kopukluğun giderilmesinde" bu kongrelerin etkin bir işlev görmemesi durumu, hala geçerliliğini koruyor sanırım (Toplum ve Bilim, 75, Kış 1997) Nitekim, Ankara ve Anadolu'daki üniversitelerden yoğun denebilecek bir ilgi varken, Boğaziçi, Sabancı, Koç ve Bilgi gibi İstanbul üniversiteleri konferansa bu sene de rağbet etmediler- tabii hiç ilgi yoktu denemez.
Galip Yalman, bir yandan, bu durumu "birinci lig"de oynayan üniversitelerdeki öğretim ve araştırma görevlilerinin bu toplantıları yeterli görmeyişleri olarak yorumlamış ve bu üniversitelerin akademik terakki için yabancı dilde yapılan toplantıları tercih ettiğini ileri sürmüştü. Bu tesbite katılmakla birlikte, İstanbul üniversitelerinin bu toplantılara düşük katılımını, üniversiteler arasındaki "ekol" ve sosyal bilimlere yaklaşım farklılığı ile açıklıyorum. Bilhassa, Boğaziçi Üniversitesi - Sosyoloji Bölümü, Sabancı Üniversitesi ve Bilgi Üniversitesi - Kültürel Çalışmalar ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümlerinde hakim olan eleştirel yaklaşımlar ve kültürel/sosyal antropoloji akımlarının dikkate alınması, ki bu yaklaşımlar zaman zaman ortodoks politik-iktisadi perspektifler tarafından marjinalize edilebiliyor, bu kongreye düşük katılımı bir parça izah edebilir diye düşünüyorum.
Bu minvalde verilebilecek örnek, son kongrede bellek, travma ve öznellik çalışmaları gibi alanlarda son derece az bildiri sunulmuş olmasıydı. Kongreye, bu üniversitelerden katılımın az olmasını -daha kategorik düşünecek olursak- yapısalcı ve post-yapısalcı, modernist ve post-modernist akademik anlayışlar arasındaki farklılıklardan kaynaklanmakta olduğunu söyleyebiliriz, sanıyorum.
Nitekim, bu akademik algı farklılığı kongrenin son oturumu olan "Toplumsal Bilimlerde Kriz mi?" başlıklı panelde de ortaya çıktı. Bu son oturumda, Nükhet Sirman, Zafer Toprak ve İşaye Üşür, bahsi geçen farklı ekollerin temsilcileri olarak bu soruya yanıt vermeye çalıştılar. Zafer Toprak'ın sunumunun ardından, Nükhet Sirman'ın bu sunuma verdiği yanıt, Boğaziçi Üniversitesi'ndeki iki farklı yaklaşımı yanyana ya da karşı karşıya getirdi.
Konuşmasına, son dönemde yeniden ivme kazanan küresel tarih anlayışının önemi ile başlayan Zafer Toprak, temel olarak sosyal bilimlerdeki krizin, post-modern yaklaşımların akademiye girmesi ile başladığını öne sürdü. 19.yy'da bilimlerin ayrışmasına, ilerleyen zamanlarda Marx-Weber-Durkheim çizgisinin kaybolmasına, dünya savaşlarının etkisine ve 1950'lerde nüve veren Amerikanlaşma eğilimlerine [ve buna bağlı olarak sosyal bilimlerin tarih'ten arındırılmasına] değinen Toprak; aynı zamanda, 1970'te Hayek ve Freedman'a Nobel verilmesi ile akademide yer edinen neoliberal yaklaşımların, toplumsal bilimleri krize sürüklediğini öne sürdü. 1980'deki linguistik dönüşüm ile, post-modern paradigmaların mikro, kalitatif, anlatısal ve kültürel ağırlıklı çalışmaları öne çıkardığını; tarihsel'in yerine güncel'in oturduğunu, etnisite ve dinsellik çalışmalarının hız kazandığını ve bu durumun makro, yapısal ve toplumsal ağırlıklı çalışmaları gölgede bıraktığını söyledi.
Toprak, ayrıca, aşırı rölativist yaklaşımların, "herkesin kendi gerçeğinin olması" saiki ile hakikat ve nedensellik arayışlarını sonlandırdığına, toplumsal bilimler içinde yasalar bulma ihtimalinin zayıfladığına ve post-modern durumda kurgularla yetinildiğine işaret etti. Bu durumu, "bilimsel deformasyon" olarak değerlendirdi. Zafer Toprak'ın bıraktığı yerden söze devam eden Nükhet Sirman konuşmasına 80'deki linguistik dönüşümden bahsederek başladı. 1980 sonrası bilgi üretme biçimlerine akademi içerisinden ciddi eleştiriler geldiğine değinen Sirman, bilgi üretimi ile mevcut iktidarlar arasındaki ilişkiye dikkat edilmesi gerektiğini söyledi. Bilimsel bilginin hangi iktidarları pekiştirdiğinin, hangi iktidarları yadsıdığının farkında olmak gerektiğini; yapısal yaklaşımların yapı içindeki iktidar ilişkilerini, ifade ve irade biçimlerinin üstünü örttüğünü; bu yüzden yapıların yanında aktörleri de hesaba katmak gerektiğini belirtti. "Değişim her zaman kriz midir?" diye soran Sirman, son otuz-kırk yılda ağırlık kazanan toplumsal cinsiyet çalışmaları ve post-kolonyel teori gibi eleştirel yaklaşımların önemini hatırlattı. Feminist bir perspektifle, mevcut yapıların içine sinmiş olan patriarkal hegemonyalara dikkat çekti. Sirman, bilim yaparken, varsayımlarımızı dikkatle ortaya koymamız gerekitiğini hatırlattı.
Bilimsel yaklaşımlarda nedensellik ve tarihselliğin önemini anlamakla birlikte, Sirman'ın işaret ettiği hiyerarşilerin, asimetrilerin, performansların farkında olmak gerektiğini düşünüyorum. Toprak ve Sirman'ın bahsettikleri yaklaşımların muhakkak birarada düşünülmesinin gerekliliğini vurgulamak isterim. Nitekim, öğrencisi olduğum Boğaziçi Üniversitesi'nde bu iki yaklaşımın yanyana ve sırtsırta durması akademik olarak beni son derece memnun ediyor.
Bu yazıyı bitirirken, bu Kongre'de gerçekleşen bir üzücü vakayı, bir daha böyle "yanlışlık"ların olmamasını ümit ederek bildirmek istiyorum. Dikmen Vadisi'nde rantsal/kentsel dönüşüme karşı örgütlenen, akademiyle ve sivil toplum örgütleri ile dayanışma içerisinde bulunan bir grup insan Kongre'ye katılmak istediler -ki içeride "onlar" üzerinden birtakım teorik tartışmalar yapıyorduk- fakat bir kısmı başörtülü oldukları gerekçesi ile ODTÜ yerleşkesine alınmadılar.(İK/EÜ)
* İbrahim Kuran, Boğaziçi Üniversitesi yüksek lisans.